Prof. Dr. Ahmet Battal, “Devlet bizim neyimiz olur?” sorusunu 18 başlık altında cevapladı.
SEMİNER
Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi’nin “Devlet ve Demokrasi” temalı seminerlerin konuğu olan, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Yeni Asya Akıl Misafiri Köşesi yazarı Prof. Dr. Ahmet Battal “Devlet bizim neyimiz olur?” başlıklı bir seminer verdi.
Yaptığı giriş konuşmasında, “Devletin bizim neyimiz olduğu sorusunu cevaplandırmak için bazı başka soruları da birlikte düşünmemiz gerekiyor” diyen Battal, 18 soruluk sunumunu şu şekilde takdim etti:
1. Devlet hep aynı mıydı?
Kavram olarak devlet değişim geçirdi. Bugünkü devlet algımız ile meselâ beş bin yıl önceki ya da beş yüz yıl önceki devlet kavramı oldukça farklı. Bilhassa sanayi devriminin sun’îlik icatları sonrasında artık; tel örgü, sınır, pasaport, kimlik, uyruk gibi kavramlarla büyütülmüş sun’î bir devlet var. Ayrıca devlet terimi de anlamı itibariyle zaman içinde önemli değişim geçirdi. Meselâ; “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” ya da “Başına devlet kuşu kondu” gibi deyimlerde devlet “talih, baht” manasına geliyordu bugün bunlar akla bile gelmiyor.
Batı dillerinde de enteresan bir dönüşüm var: State, staat, etat gibi kelimelerle ifade edilen “devlet” onların dilinde eskiden “hal, durum, statü, durağanlık, düzen” gibi anlamlara geliyordu. Kur’ân Arapçasında devlet “müdavele” ile aynı kökten gelir ve değişen durumu ifade eder.

İSLÂMİYET SALTANATÇI DEĞİL CUMHURİYETÇİDİR
2. Mülk de devlet midir?
Devlet ve mülk eskiden yakın manada kullanılmış. Hadis olarak da rivayet edilen “Adalet mülkün temelidir” sözünde olduğu gibi.
Bu sözdeki adalete kimsenin itirazı olmaz ama devletin mülk oluşu meselesinin üzerinde düşünülmesi lâzım. Devleti mülkleştiren bu bakış açısı kanaatimizce saltanat dönemlerinden kalmadır ve maziye aittir.
Saltanat rejiminde saraydaki sultan “mülk benimdir” der. “Mülkümde çalışanlar da benim memlukumdur” demiş olur. Aslında saltanatta mülk sadece sultanın da değildir. Hem onun ve hem de saray seçkinlerinindir. Cumhuriyet ise res-publikadır, mülkü yani res’i saraydan alır ve kamuya yani publica’ya verir.
İslâmiyet saltanatçı değil cumhuriyetçidir. Dolayısıyla devleti “sultanın ya da kralın mülkündeki düzen” ve “o düzenin kurucusu ve koruyucusu” olarak görmek İslâm’ın özüne de bugünkü gelişmiş cumhuriyet manasına da zıttır. Hz. Peygamber, Süleyman Aleyhisselam gibi “mühür sahibi” bir kral peygamber değildi. Kendi tabiriyle “kurutulmuş et çiğneyen bir kadının oğlu” idi.
HUKUK OLMAZSA OLMAZ
3. Devlete ve idareciye ihtiyaç var mı?
Kendi kendini yönetmek her yetişkin kişi için ve rüşdünü ispat etmiş her kişi topluluğu için en fıtrî durumdur ve haktır. O halde en iyi yönetim modeli “öz-yönetim”dir. Kendi sınırlarını bilerek kendi kendisini yönetebilenin başkasının müdahalesine ihtiyacı yoktur. Ama zayıfın hakkına riayetsizlik eden güçlünün durdurulması için dengeleyici bir kuvvet ve müdahale gereklidir. Bu, eskiden klan ya da ağa otoritesiydi. Bir “büyükbaba” ya da bir “büyük! baba” bulabilme arayışı idi. O büyük baba ne kadar adilse çözümler de o kadar hukuka uygun oluyordu. Günümüzde, devlet, taşkın ve kaba kuvveti hak ve hukukla sınırlamanın ve adaleti teyit edip zulmü müeyyidelendirmenin adıdır. Bu sebeple denilmiştir ki; “içinde hukuk olmayan devlet, kaftanlı büyük bir çeteden başka bir şey değildir.”

4. Devlet herkese aynı mıdır?
“Her şey maddedir ve maddeden ibarettir” diyen materyalistler için meselâ toprak “ana”dır. Toprak ana olunca devletin de “baba” olması son derece normaldir. Böyle bir zeminde ise insanın hakkı da onuru da arada kaynar gider! Sosyalistler devleti bir üstyapı kurumu olarak tarif eder ve altyapıdan beslendiğini söylerler ki bu kısmen doğrudur. Yani, “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.”
Nitekim TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “devlet” maddesindeki bilgilere göre bu konuda iki damar vardır: “… tarihî süreç içinde iki ana kutba doğru bir meylin varlığı açık şekilde görünmektedir. Birinci akım, devleti mahiyeti ve özü itibariyle mutlak değer ifade eden soyut ve aşkın bir kurum olarak görmektedir. Eflâtun’un ideal devletinde ilk özgün ifadesini bulan bu yaklaşım, Hegel’in kapsamlı felsefî sisteminde en keskin formülüne ulaşmıştır. İkincisi ise devleti belli sosyal işlevleri üstlenen bir siyasî üst kurum olarak kabul etmektedir. Pragmatist felsefenin devlete yaklaşımını aksettiren bu görüşte devletin kendisi değer belirleyici değil, sivil toplumun ürettiği değerlerin yaşanır hale getirilmesinde aracı konumundadır.”
DEVLET: DÜNYA İÇİN ARIZÎ BİR DÜZENEK
5. Bizim için devlet nedir?
Biz elbette, “devlet mutlak varlıktır” diyen birinci damardan değil, “devlet bir araçtır ve aracıdır” diyen ikinci damardan besleniyoruz. Devlet, “kendiliğinden iyi” bir şey değildir. “Her zaman ve her yerde mutlaka olması gereken bir şey” olup olmadığı sorusu zihinden uzak tutulmamalıdır. Zira Allah yarattığı varlıklar içinde insanı seçip kendisine muhatap etmiş ve yer yüzünün temsilcisi olarak tayin etmiştir.
Vahye istinad eden hikmet ve akıl, insanı “eşref-i mahlukat” olarak görür. Onun üzerine hiç bir şeyin çıkarılmasına ya da onunla Yaratıcısının arasına hiç kimsenin girmesine izin vermez.
Devlet dediğimiz şey de bu kapsamdadır. İnsanın üstünde değildir, insandan üstün de değildir. Devlet vahye muhatap olmuş ya da olabilecek bir varlık değildir. Bu sebeple, Batı hukuklarında geçerli bir ayrım olan kamu hukuku ve özel hukuk ayrımı İslâm hukukunda yoktur. Batıda kamu hukuku devleti insanın tepesine çıkarmanın kılıfı olmuştur.
6. Devlet necidir? Nereden geliyor? Nereye gidiyor?
Devlet insandan önce de dünyada var olan ya da Hz. Âdem’le birlikte Cennetten gelen kadim bir varlık değildir. Arızîdir, sonradan olmadır.
Cennette ve Cehennemde “devletler katı” yoktur ve olmayacaktır! Yani “kafir devlet,” “Müslüman devlet” gibi tabirler değersizdir.
Ama yöneticilerin hangi taraftaki hangi kısımda olacaklarını düşünüp uyanmalarını ve zulüm ve zulümata değil hakka, nura ve adalete taraftar olmalarını sağlamak gerekir! Bu sebeple yöneticinin yönetirken adaletle hükmetmesi şahsî fazilet ve ibadetinden daha kıymetlidir.
Yine İslam Ansiklopedisinde İbn Haldun’un Mukaddime’sine atfen devletin arızîliği hakkında şunlar söyleniyor: “Devlet (mülk), insanoğluna mutlak anlamda gerekli olan tabiî bir müessesedir. Bu sadece hukukun uygulanması anlamında bir gereklilik değil tarihî bir zorunluluktur. Bu tarihî zorunluluğun temelinde, insanoğlunun medenî, başka bir deyişle siyasî bir varlık (el-medenî bi’t-tab‘) olmasından kaynaklanan sosyal örgütlenmenin insanoğlunun varlığını sürdürmesi için asgarî bir şart olması yatmaktadır. Fizikî ihtiyaçlar ve sosyal zaruretler bu örgütlenmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Böylece devlet, tarihin ilk dönemlerinden itibaren sosyal hayatın zarurî bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
DEVLET MİLLETİN BİR AYGITI VE HİZMETKÂRI OLMALI
7. Hadiste bildirilen hizmetkâr devlet modeli nedir?
Devlet başımızda mutlak efendi değildir, kapımızda hizmetkârdır. Çağırdığımızda gelmeli. Tepemize çıkmaya kalkmamalı. “Seyyidül kavmi hâdimuhum” hadisinin en mühim manası budur. Hizmetkâr devlet kutsal değildir. Ama her mukaddesi korumak o hizmetkâr devletin vazifesidir ve öyle olmalıdır.
Cemaat ve ümmet konusunda çok şey söylemiş olan Üstadın, sıra devlete gelince, 12 İmam Mezhebini de hatırlatan imamet ve ümmet kavramlarını kullanmaktan kaçınması ve bunun yerine demokratlara, bilhassa Menderes’e ve diğer yöneticilere, Hadisteki “hizmetkâr devlet” vurgusunu hatırlatması boşuna değildir. Zira devlet ümmeti yani cemaati yöneten bir imamet sistemi değildir. 1982’de cebren yürürlüğe sokulan 12 Eylül Anayasasının zihinlerimize çaktığı “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” kalıbı tamamen safsatadır. Bölünmez bütünlük elbette önemlidir, ama “devletin milleti” yanlıştır, millet devletin bir unsuru değildir. Aksine devlet milletin bir aygıtıdır ve hizmetkârıdır.
8. Devlet yöneten midir, yönetilen mi?
Soru garip gelecekse bilin ki cevabı daha garip gelecek. Devlet bir kurumsal yapıdır ve milleti yöneten değil, milletçe yönetilendir. Yöneten bizzat ümmettir, millettir. Bu sebeple öz-yönetimi ifade eden doğrudan demokrasinin mümkün olmadığı her durumda mecburen temsilî demokrasi geçerli olur ve şûralar devreye girer. Bu sebeple devlet, sorgulanmaksızın mutlak biat edilen bir amir değildir.
Vatandaşla devlet bürokrasisi arasında hiyerarşik ilişki yoktur. Bürokrasinin kendi içindeki hiyerarşi vatandaşı vatandaş olarak ilgilendirmez. Amir memuru yönetir. Ama devlet vatandaşı yönetmez. Aksine vatandaş Meclis eliyle çıkardığı kanun ve anayasa ile devletin kurumlarını şekillendirip yönetir. Bu sebeple de demokraside vatandaş devletten rica yani ümit eder, devletten talep eder. Ama devlete “arz” etmez.
9. “Vatandaşın devleti” ile siyasetçinin ilişkisi nedir?
Modern demokraside devlet bir aygıtlar ve araçlar bütünüdür. Kendisini, icraat yapan binasıyla ve maliyeti karşılayan maliyesiyle gösterir. Demokraside bu “aygıt devlet”in sahibi rey veren her demokrattır. Bürokrat attır. Devlet binaları koşu takımıdır. Siyasetçi de o atı tımar edip yöneten seyistir. Demokrasiyi hazmetmiş siyasetçi haddini bilir. Bürokrat dediğimiz o ata kendi adına değil demokrat halkı temsilen sahip çıkar, yön verir. Bunu kâh iktidar olur ve yapar kâh muhalefet olur ve öyle yapar. Ama daima vekaleten yapar. Zira atın da eyerinin de sahibi millettir.
DEMOKRASİ “NASILSANIZ ÖYLE YÖNETİLİRSİNİZ”E UYGUNDUR
10. Demokratik devletin sahibi kimdir?
İki toplum türü vardır. Biri, “resmî toplum” da denilebilecek olan devlet. Diğeri onu da dengeleyip denetleyecek olan sivil toplum. Demokraside partiler sivil toplum kuruluşlarının en başta gelenidir. Seçim kazanıp Mecliste çoğunluğu elde eden parti ya da partiler kanun yapar ve böylece devleti yönetip yönlendirir. Hatta gücü anayasa yapmaya yetiyorsa devletin temel sistemlerini de değiştirir. Seçim kazanıp yürütme organı açısından iktidar olan sivil toplum kuruluşu da geçici süre için icraat yapmak üzere devlet yani iktidar olur ve icraat yapar. Kanunlar karşısında haddini bilir.
O halde iktidarı yönlendirecek olan kanunları ve bilhassa anayasayı “devlet” yapmaz, sivil toplumun sivil Meclisi yapar. Bu sebeple o Meclisin adı “Türkiye Büyük Devlet Meclisi” değil “Türkiye Büyük Millet Meclisi”dir. Zira millet orada sükun bulur, devlete oturur, devlet olur, dediği kanun olur. Demokrasi Üstadın tarifiyle milleti suyun kaynağına koyar. Kaynaktan fikir, rey ve vekil olarak akan su, başkentteki TBMM havuzuna ve oradan da yürütme organı eliyle merkez ve taşra hizmetkârlarına akar. Oradan da hizmet olur yeniden millete akar. İşte bu sayede ya da bu sebepledir ki demokrasi “nasılsanız öyle yönetilirsiniz”e uygundur.
DEVLETİN VAZİFESİ ADALETİ KORUMAKTIR
11. Devlet için kutsal nedir?
Bunu da kurulu düzen söyler: Bazı yerde ezan ya da çan kutsaldır, bazı yerde inek. Bazı yerdeki devletler, meselâ İskandinav ülkeleri, üçünü de kutsal kabul eder. Zira “vatandaşımın kutsalı benim de kutsalımdır” der. Bu anlayış, aslında, din ve vicdan hürriyeti bağlamında bir tür laikliktir.
Bu tür devlet vatandaşını dönüştürmeye ya da sınırlamaya çalışmaz. Sadece ona hizmet etmeye çalışır. Kamu düzenini korur. Adaleti tesis eder ve sürmesini sağlar. Kültür unsurlarına, insan ilişkilerine ve mülkiyet hakkı gibi haklara müdahaleyi asgarî seviyede tutar.
12. Devlet düşünür mü?
İdeolojik devlet düşündüğünü ve en doğruyu bulduğunu iddia eder. Vatandaşına da bu doğruyu dayatır. Demokratik devlet düşünmez.
Türkiye’de ise maalesef devlet hep düşünmüştür. Hep vatandaşa kendince doğrular dayatmıştır. Eğitim bu işin kılıfı olmuştur. Bu maalesef bugün de böyledir. Bazı konularda devlet gibi düşünmeyene “Ya sev ya terk et” denmektedir. Bunun anlamı “Ya hâkim unsur gibi düşün ya da ülkeyi terk et”tir. Biz tam demokrasiyi bu sebeple de istiyoruz ve istemeliyiz.
13. Devlet bilgi üretir mi?
Devlet ilim yapmaz, bilgi üretmez, bilgi üretmek isteyene alan açar ve üretene hürmet eder. Üretilmiş bilgiyi de kullanarak icraat yapar.
“Devlet üniversitesi” terimi yanlış anlaşılmamalıdır. “Vakıf üniversitesi değil” anlamındadır. Yoksa “devletin üniversitesi” olmaz. Hele iktidarın üniversitesi hiç olmaz. Olursa üniversite olmaz. Üniversite üniversaldır. evrensel doğruyu bulmayı hedeflemelidir. Umera ulame ayrımı ve “kim kimin kapısında olmalı” meselesi önemidir. Evet, “marifet iltifata tabidir ve müşterisiz mal zayidir,” ama iltifat marifetin lazımı değildir. Ulema hakkı söylemek için umeradan iltifat beklememeli hatta korkmamalıdır.
ADİL DEVLET MUHALEFETİN DE MEŞRU OLDUĞU DEVLETTİR
14. Devletin meşruiyetinin sınırı nedir?
Devlet evvelâ iktidardır. Ama iktidar her devlette vardır. İyi ve adil devlet muhalefetin de meşru olduğu devlettir. Devletin meşruiyetini sağlayan şey muhalefetin meşruiyetidir. Her kudret denge ve denetim gerektirir. Devlet denilen teşkilâtın denge ve denetimi de muhalefet eliyle olur. Bu sebeple Bediüzzaman diyor ki ki “muhalefet meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsudurur.” Muhalefet olmak, gururlanma riski de içermeyen bir hizmetkârlıktır. Samimiyeti de buradan gelir. İslâm devlet geleneğinin en önemli eksiği devlet ve iktidar değildir. Denge ve muhalefettir. Bu eksik meşveretsizliği ve o da zulümleri doğurmuştur.
Devletin bölünmemesinin engellemenin yolu muhalefeti yasaklamak değildir. Aksine müzakere kültürünü geliştirmek ve kararların ortaklaşa alınmasını sağlamaktır. Yakın tarih boyunca; İsviçre, ABD, AB gibi, “parçaların birleşmesi”yle kurulmuş devletler, bu türden ortak iradenin ürünüdür.
15. İktidarın el değiştirmesinin makul yolu nedir?
Devletteki müdavele sebebiyle bazen “o” devlet eder, bazen de “şu” ya da “bu” devlet olur. Bazen “siz”den birileri bazen “biz”den birileri…
“Bizden olan ulül-emirlere uymak” vazifesi de bunun sonucudur. Yani bizi başkası yönetiyorsa isyan haktır. Bizi biz yönetiyorsak iştirak vazifedir. Peki “biz” kimdir? Nasıl ortaya çıkar? “Biz”in yönetimine “sanane, yaklaşma” ve “banane, keyfim yerinde” ile ulaşılamaz. Ancak elbirliği ile ve kavgasız ulaşılabilir. Bediüzzaman yüz on beş sene önce Münazarat’ta bunun yolunu anlatmıştır. Müzakere kültürüne dayalı demokratik devlet “biz”in yönetimini ortaya çıkarma potansiyeli taşıyan tek modeldir. Demokratik siyaset, dost ve düşman kurgusu üzerinden yapılmaz. Yapanlar demokrat da vatansever de değildir.
DEMOKRATİK DEVLET: MEŞRUTİYETİN BUGÜNKÜ ADI
16. Demokratik devlet neyimizdir?
İktidarın ortaklaşa belirlenmesine, sınırlanıp denetlenebilmesine ve önceden belirlenmiş vakti geldiğinde el değiştirebilmesine Batılılar demokrasi diyor. Hele devleti başka devletlere karşı temsil eden, elçi kabul eden ve elçi atayan birinci adam da çoktan seçmeli gerçek bir seçimle belirleniyorsa artık demokratik krallık değil demokratik cumhuriyet var demektir ki en ideali budur.
Buna bizde eskiler meşrutiyet diyordu: Padişahın Anayasa’da yazılı kayıtlar ve şartlarla şartlanmış yani “meşrut” olduğu rejim demekti. Monark yine vardı ve fakat mutlak değil meşruttu. Bediüzzaman ve onun yolundan giden müminler bu meşrut rejimin kendi kendisini aynı zamanda şeriat ile sınırlaması gerektiğini söylediler. Meşrutiyet-i meşrua budur. Meşruiyet ve meşrutiyet farklıdır, ama birbiriyle doğrudan ilişkilidir. Meşrutî monarşinin zıddı olan mutlak monarşi ise asla ve asla bir meşruiyet taşımaz. Allahtan başka mutlak otorite yoktur. Yeryüzündeki hiç kimse, insanlar üzerinde Allah’ın mutlak otoritesini temsil iddiasıyla hareket edemez. Peygamberlere düşen dahi ancak tebliğ etmektir, inanmaya cebretmek değildir.
İslam toplumu kuvvetli iman ve ahlak sahibi fertlerin çoğunlukta olduğu toplumdur. Bediüzzaman bu sebeple iman, hayat ve şeriat halkalarından ya da basamaklarından bahsediyor. İttihad-ı İslam ideali için de en uygun devlet modeli, çoğulculuk esasına ve müzakere kültürüne dayalı devlettir. Zira ancak bu devletler hakiki ve samimi ittifak ve ittihad edebilirler. AB bu konuda da örnektir.
17. Devlet ne değildir?
Devlet, ele geçireceğimiz bir ganimet değildir. Devlet dine hizmet için en önemli ya da çok önemli bir araç da değildir. Devlet kendisi için canımızı feda edeceğimiz bir kutsal hedef değildir. Askerlik ve diğer fedakârlıklarımız devlet için değil, devletin sahibi olan millet için ve milletin asıl varlığı olan din ve iman içindir.
İSLAM DÜNYASI ÖRNEK OLURSA, DÜNYA PEŞİNDEN GELECEK
18. İdeal devlet nasıl olur?
Bizim ideal devletimiz “kendisine katlanılan” ya da “ülkesinden kaçılan” devlet değil, “ülkesine kaçılan” devlettir. Yedinci Reşha’daki tarifiyle o devlet şöyledir: “Arkadaş! O zâtı harekete getirip o inkılabları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet bilhâssa Ceziretü’l-Arab’da yaptığı inkılab ve icraata bak!
“O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassıb ve asabiyetlerinde fevkalâde inatçı ve kasavet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşi kavimler oturmakta idiler. O zât-ı nuranî kısa bir zamanda o kavimlerin ahlâk-ı seyyielerini kaldırarak ahlâk-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hattâ o zât-ı mürşidin (asm) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşi insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular. O zâtın (asm) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî bir saltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celbetmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbi ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.”
İşte İslâm dünyası samimiyetleri ve gönüllülükleri arttıran bu ideal devlete muhtaçtır. Bulur ve gösterirse dünya İslâm’a hayran kalacak ve hatta fevc fevc dahil olacaktır. (Mesnevî-i Nuriye, s. 38.)
Furkan Kösmene - Fatih Batur