Hac ibadetinin kalbi hükmündeki Arafat vakfesi, yalnızca fiziksel bir duruş değil; insanın iç dünyasında, Rabbinin huzurunda idrakle ve haşyetle durmasını simgeler.
Bu büyük duruş, mahşer gününün dünyadaki bir temsili, ahiret sahnesinin bir provasıdır.
Vakfe ne demektir?
Vakfe kelimesi lügat anlamıyla durmak, beklemek, hareketsiz kalmak demektir. Kur’ân tilavetinde anlamı bozmamak ve nefes almak için yapılan kısa duruşlar da bu isimle anılır. Fakat ibadet bağlamında vakfe, belirli bir yerde, belirli bir vakitte Allah rızası için durmak, beklemektir. Hacdaki Arafat vakfesi işte bu duruşun zirve hâlidir.
Risale-i Nur’da Arafat Vakfesi: Mahşerin Temsili
Risale-i Nur’da Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Arafat’taki vakfeyi nev’-i beşerin mahşerde toplanışına bir örnek olarak tasvir eder. Bu vakfe, kulun Allah’a karşı acziyetini, fakrını ve kusurlarını hissederek Rabbinin huzurunda kalbiyle durduğu bir andır. Kalbin başka meşgalelerden sıyrılarak yalnız Allah’a yönelmesi, kulluğun zirvesini yaşaması ve İlâhî affa mazhar olma ümidiyle dolu bir duruştur. Tevhidin a’zamiyet derecede ilan edildiği bir mekândır.
Arafat’ın ardından Müzdelife’de yapılan vakfe ise sabır, dua ve teslimiyetin mekânıdır. Arafat’taki mahşerî bekleyiş burada ümit ve mağfiret beklentisine dönüşür. Bu iki vakfe birlikte kulun enfüsî yolculuğunun önemli iki durağıdır: biri haşyet, diğeri rahmettir.
Gündelik hayatta vakfe: Namaz ve Tefekkürün durakları
Vakfe yalnızca Arafat’ta yaşanmaz. Günlük hayatın akışında da vakfe anları vardır. İş hayatında bir teneffüs, okulda bir ders arası, bunların her biri bir çeşit vakfedir. Fakat en kıymetli vakfe, insanın dünyevî meşgalelerden sıyrılarak namazla nefes aldığı anlardır.
Risale-i Nur’da geçen veciz bir ifadeyle: “Zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir lâtife-i Rabbâniye, şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.”1
Bu nefesi kemâl manada alabilmek için nefsin tezkiyesi gerekir. Çünkü “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez”2 kaidesince ıslah olmuş bir nefis, günahlardan uzaklaşır, salih amellere yönelir. Böylece ibadetlerle derin bir manevî teneffüs gerçekleşir.
Ancak bu yolu engelleyen iki büyük maraz (hastalık) vardır: Ülfet ve gaflet. Ülfet hakikatin hakiki veçhesini görmeye mânidir. Gaflet ise maneviyatı öteleyerek maddiyatı önceler. Âdiyatla (alışkanlıkla) sıradanlaşan ibadetler ve dünyanın cazibesine kapılarak unutulan ahiret, bu iki hastalığın neticesidir. Dolayısıyla bu marazların tedavisi de nefsin ıslahı nispetinde olacaktır. İşte burada Risale-i Nur devreye girer. Zira Risale-i Nur’un meslek esaslarından biri olan tefekkür, bu marazları tedavi eden en güçlü iksir ve devadır.
Risale-i Nur hizmetinde vakfe
Tefekkür ve hizmet maksadıyla yapılan vakfeler, Nur mesleğinde şu şekilde tezahür eder: Dünyevî meşgalelerden sıyrılarak şahsî okumalar yapmak, derslere iştirak etmek, müzakereler yapmak, programlara katılmak... Bu vakfeler yalnızca şahsî bir yükseliş değil, aynı zamanda İslam’a hizmette taze bir şevk ve diriliş vesilesidir.
Bu çabalar neticesinde insanın himmeti de büyür. Zira “Bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”3
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de hayatını bu manada bir vakfe haline getirmiştir. Bir mektubunda şöyle der: “Bütün nev’-i beşerin en ehemmiyetli mes'elesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum İslâm'ın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’ân’ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim”4
Başka bir eserinde ise şu ifadeye yer verir: “Biz öyle bir hakikata hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir.”5
Bu ulvî hakikate bigâne kalmak, akıl kârı değildir. Çünkü “İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediye”6 ile mümkündür.
Hâsıl-ı kelâm şuurla yapılan vakfeler, ebedî saadetin anahtarıdır. Vakfe, yalnızca hac mevsiminde değil, hayatın her anında mümkündür. Dünyevî meşgalelerin arasında, ebedî yolculuğa dair duraksamalar... İşte bunlar hayatın hakikî vakfeleridir.
Üstad’ın şu sözleri, bu hakikatin veciz ifadesidir: “Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malâyani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”7
O bahtiyarlar zümresine dahil olabilmek için hayatın her alanındaki vakfeleri ülfet ve gafletten azade olarak şuurlu, idrakli ve gayretli bir şekilde gerçekleştirmek gerekir.
Cenab-ı Hak, böyle vakfelerle ömürlerimizi bereketlendirsin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Sözler, 21. Söz, 1. Makam, 2. İkaz.
2- Sözler, 21. Söz, 1. Makam, Mukaddime.
3- Hutbe-i Şamiye, 5. Kelime.
4- Barla Lâhikası, Takdim.
5- Şualar, 13. Şua.
6- İşârâtü’l-İ'caz, Bakara Suresi, 25. Ayetin tefsiri
7- Mektubat, 16. Mektup, 5. Nokta, 5. Mesele.