Bediüzzaman, Ankara ziyaretinde ahirzamanın beklenen dehşetli şahsını teşhis ediyor. Bu teşhisle beraber “Ahirzamana erişirseniz malûm şahısla siyaset yoluyla galebe edilmez” hadisinin ikazı ışığında Van’a gidiyor ve Erek Dağı’na inzivaya çekiliyor. Öncesinde Tabiat Risalesi’nin neşredilmesi var.

Moderatör: Yaşanan haksızlık ve adaletsizlikler hangi hataların neticesidir ve hangi mükâfatların mukaddemesidir?
Av. Akbaş: Bediüzzaman Hazretleri Ankara’ya 1922 yılında ilk gelişinde Ankara rüesasının “bizimle çalış” teklifine muhatap oluyor. Üstad ben sizinle çalışmam, ancak size de ilişmem, diyor. Çünkü Ankara ziyaretinde ahirzamanın beklenen dehşetli şahsını teşhis ediyor. Bu teşhisle beraber “Ahirzamana erişirseniz malûm şahısla siyaset yoluyla galebe edilmez” hadisinin ikazı ışığında Van’a gidiyor ve Erek Dağı’na inzivaya çekiliyor. Öncesinde Tabiat Risalesi’nin neşredilmesi var.
Şimdi bu bir nebevî ikaz ve bu nebevî ikazı bugün dillendiren Bediüzzaman Said Nursî’yi dinlememenin ve siyaset yoluyla galebe etmek için bir siyasî parti kurarak siyaset yoluyla mukabele etmeye çalışmanın bir bedeli var. Şeyh Said gibi açıktan hukuk dışı bir yolla mukabele etmek var. Bir de sinsice mücadele etmek, mukabele etmek var. Hem çalışmayı kabul edeceksiniz, ama beri taraftan da birlikte çalışmanın beraberinde getireceği riskleri öngörmeyip, birlikte çalışıyorken de, birlikte çalıştığınız zihniyetin kuyusunu kazabileceğinizi düşüneceksiniz, hesaplayacaksınız. Şimdi “Jiletle kazınsanız bile bazı kurumlardan silinemeyeceğinizi” varsaymak, manevî anlamda büyük bir bedel ödemeyi göze almak demektir.
MÜSLÜMANIN VAZİFESİ
Çünkü her Mü’min’in İslâm’ı temsil etmek gibi bir vazifesi var. Bu temsil vazifesini hakkıyla ifa edecek olanların açık hareket ettikleri takdirde maksatlarına nail olamayacağı, başkalaşması gerektiği, ancak böyle olursa birilerinin “jiletle bile kazısalar” teşhis edemeyeceği fikri, bir dizi tavizi, açık haramları, menhiyatı işlemeyi beraberinde getiriyor. Bir adım daha öteye geçiyor. Devletin hayatî kurumlarında var olmayı vazgeçilmez ve en temel maksat haline getiriyor. Bunun için de her zeminde, herkesle her türlü işbirliğine giriyor. Sırf oradaki mevcudiyetine bir halel gelmesin diye.
Ve bu maksuda erişmek için de nasları bir tarafa bırakıp, menhiyatları işlemek konusunda bir de fetva veriyor “içiniz kan ağlasa bile”. Bununla yetinmiyor. Bir dizi haksızlığı, hukuksuzluğu ifa ederek bir noktaya geliyor.
Benim açımdan en dehşetli olan şeyi bir misalle anlatayım: Biz 1982 yılında İstanbul’a geldiğimizde o gruptakiler bizim ablalarımızın örtünme biçimini haşa tesettürsüzlük olarak görüyorlardı. Yani “başörtüsü ve pardesü tesettürün gereklerini tam olarak yerine getirmiyor, bu tesettürsüzlüktür” diyorlardı. O camianın hanımefendileri yerlere kadar uzanan feraceler giyiyor, siyah eldivenler takıyor, büyük siyah gözlükler takıyor ve yüzlerinin geri kalan kısmını da başörtüleri ile örtüyorlardı. Onlara göre tesettür buydu, aksi tesettürsüzlüktü.
28 ŞUBAT GELİNCE...
Sonra bir dönem geldi 28 Şubat’ın muktedirleri tesettürü toplumun her kesiminden ref etmek ve buna bağlı olarak da gençliği sefahete teşvik etmek, iffetsizliği yaygınlaştırmak, belki de aile kurumunu tahrip etmek adına tesettür üzerinden bir saldırganlığa giriştiler. Buna karşılık şeair hükmündeki tesettür emrini tahkim etmek yerine adeta şeairin tahrip edilmesinde koçbaşı olarak kullanılmak gibi bir fonksiyon icra edildi. Onunla yetinilmedi, içtihad gibi marziyat-ı İlâhiyeyi anlamak hususundaki temel bir müessese iğdiş ya da alet edildi ve başörtüsünü yasaklayanlar için “bu kişiler de içtihad ediyor” denildi. O zalimlere –haşa- müçtehid payesi verildi.
Bunların sebebi belli idi: Mevcudiyetinizi korumanız için işbirliği yaptığınız muktedirlerle iyi geçinmeniz gerekiyor, onların şimşeklerini üzerinize çekmemeniz gerekiyor. Ama bir taraftan da çalışıyorsunuz onlarla, işbirliği yapıyorsunuz ve sizden bu tutumlarının meşrûlaştırılmasını ve buna dinî bir kılıf bulmanızı istiyorlar. Tesettür konusunda ferace, siyah eldiven, siyah gözlük ve yüzü kapatan bir hassasiyetten, “tesettür füruattır, teferruattır, olsa da olur, olmasa da olur” noktasına geliyorsunuz. Ertesi gün şeairi ortadan kaldıran dehşetli bir cinayetin adeta taşeronu haline geliyorsunuz. Bunlar ağır bedellerdir.
O dönemde binlerce insan işinden oldu, eğitimini yarıda bıraktı, ama bu farziyyeti, bu şeairi zayıflatacak bir tutum içerisine girmedi.
Bizim İstanbul’da Can Kardeş Çocuk Köşkleri vardı. Müfettişler geldiler. İki başörtülü bayan görevlimiz var. Dediler ki, “Bunu rapor edersek burayı kapatırlar. Söyleseniz de bu bayanlar başlarını açsalar, zaten burada küçük çocuklar var.” Ben de konuyu Kutlular Abiye ilettim. Kutlular Abi çağırdı müfettişleri, “Bakın kardeşim başörtüsü, tesettür farzdır. Bu zamanda da şeair hükmüne geçmiş, İslâm’ı temsil eder hale gelmiştir. Siz değil iki tane çocuk köşkünü, her şeyimizi alacak olsanız biz konuda hiçbir taviz vermeyiz. Siz bu konuda kendinizi nasıl rahat hissedecekseniz raporunuzu ona göre kaleme alın. Biz bundan hiç yüksünmeyiz, sizi de suçlamayız, siz vazifenizi yapın, ne görüyorsanız yazın. Biz kendimizi şeairi muhafaza etmekle, tahkim etmekle mükellef biliyoruz, bu konuda hiçbir taviz vermeyiz” dedi. Ama sonra enteresandır rapor müsbet geldi. Müfettişler tesettürlü öğretmenler konusuna raporlarında hiç temas etmemişler.
İNSAN KAYNAĞI HEDER EDİLDİ
Moderatör: Şimdiki musîbetin gelecekteki mükâfatı ne olacak peki?
Av. Akbaş: Mükâfatı şu. Büyük bir tövbe ve nedamet hissi yaşanıyor mağdur olanlar tarafından. Yaşadıkları mağduriyet, ortak edildikleri, belki de istemeden, bilmeden ortak edildikleri yanlışlara karşı bir kefaret hükmüne geçiyor. O sebeple umut ve duâ ediyoruz ki yanlışların farkına varsınlar, bu gayretlerini, bu fedakârlıklarını gerçekten bihakkın iman ve Kur’ân yoluna hizmet etmeye sarf etsinler. Anadolu insanının elli yıllık insan kaynağı ve sermayesi heder edildi, yanlış bir yolda heder edildi. Umut edilir ki bu yolun yanlışlığı idrak edilirse bu emek bu gayret doğru yolda sarf edilirse, bu bedeller boşuna ödenmemiş olur.
-Devam Edecek-