Çatı katındaki tavaf alanında Dubai’de oturan Suriye kökenli iki arkadaşla tanışıyoruz. akademisyen ve iş adamı olduğunu öğreniyoruz. Türkiye ile ticari ilişkileri varmış. Sohbeti koyulaştırıyoruz. Kendilerine İngilizce Âyetü’l- Kübrâ ve Arapça ihlas ve Uhuvvet Risâlelerini hediye ediyoruz.
HAC 2022 NOTLARI - ÖMER ÖNBAŞ, HARUN AYDIN, HİKMET GÜNAYDIN - 3
Çatı katındaki tavaf alanında Dubai’de oturan Suriye kökenli iki arkadaşla tanışıyoruz. Yüksek öğrenim görmüş, akademisyen ve iş adamı olduğunu öğreniyoruz. Türkiye ile ticari ilişkileri varmış. Sohbeti koyulaştırıyoruz. Allame Said Nursî’den haberleri yok. Kendilerine İngilizce Âyetü’l- Kübrâ ve Arapça ihlas ve Uhuvvet Risâlelerini hediye ediyoruz. Türkçe bir Kur’ân tefsirinin İngilizce ve Arapçaya çevrilmesi çok ilgilerini çekiyor. Sıra dışı olduğunu söylüyorlar, çünkü çoğunlukla tefsirlerin Arapçadan diğer dillere çevrildiğini belirtiyorlar. Biz Risâle-i Nur’un orijinal üslubu, imanı yeniden tahkim eden anlayışını ve ortak aklı önceleyen meşveret anlayışını ifade edip haccın manasına geçiş yapıyoruz. Orijinali Arapça olan iki büyük eser olan Mesnevi-i Nuriye ve İşarâtü’l İcazı tanıtıyoruz. Ayrıca İslam âleminin altı hastalığını Kur’ân’dan altı deva ile tedavi eden Hutbe-i Şamiye’yi tanıtıyoruz. Bütün sorunların altı kelimede toplanması ilgilerini çekiyor, yanımızda internetten 1911 Hutbe-i Şâmiye’yi bulup, bahsettiğimiz eserin o olup olmadığını teyid edip inceleyeceğini belirtiyor. İletişim bilgilerimizi verip Türkiye’ye davet ediyoruz. Dikkate alıp geleceklerini ifade ediyorlar, selamlaşarak ayrılıyoruz.

Cumartesi günleri Mekke dershanesinde umumi ders olduğunu öğrenip hep birlikte derse iştirak ediyoruz. Ders bitiminde kardeşler Mekke’deki Risâle-i Nur hizmetlerinden bahsediyorlar. Arapça Risâle-i Nur dersleri yapıldığını ve Risâle-i Nurların Mekke’de basıldığını ifade ediyorlar. Arabistan’daki kitap fuarlarına katıldıklarını söylüyorlar. Bu müjdeli haberlerden sonra etli pilav ve çay ikramı yapılıyor. Tanışmalar ve kaynaşmalardan sonra gece geç saatlerde ayrılıp taksiyle otelimize geçiyoruz. Taksi şoförü ile tanışıp Arapça İttihad-ı İslam kitabını hediye diyoruz.
2013 yılında hacda Mehmet Çörekçi abimiz İranlı Azeri bir hanıma Risâle-i Nur veriyor. Bu hanımın Risâle-i Nurla ilgisi devam ediyor ve külliyatı istiyor. Bu yıl da hacda İranlılar devlet destekli 3 günlük ittihad-ı İslam sempozyumu düzenliyorlar. 10’ar dakikalık sunular hâlinde çeşitli ülkelerden konuşmacıların katıldığı programa bu hanım Nur talebelerini de dahil etmek için arayış içine giriyor. Diyarbakır’dan Hukukçu akademisyen Ömer Ergün ve eşine ulaşıyorlar. Onlar da bizleri haberdar edip meşveret ediyorlar. Biz olayın siyasî bir cephesi olup olmadığını araştırıyoruz ve ehil insanlara danışıyoruz. Bize katılmamızı, Risâle-i Nur’u nazara verebileceğimiz bir ortam olduğunu belirtiyorlar. Otelin konferans salonunda düzenlenen toplantıya katılıyoruz. Risâle-i Nurdaki dokuz emir Ömer Ergün tarafından sunuluyor. 19.08.2022 tarihli Yeni Asya gazetesinde tüm detaylarla haber konusu oluyor. Sunudan sonra sempozyumda görev alan İranlı Azeri arkadaşlarla öğle yemeği yiyoruz. Bizleri bir locaya davet edip çay ikram ediyorlar ve soruları olduğunu belirtiyorlar. Kısa sürede ayrılmayı düşündüğümüz sohbet saatlerce sürüyor.
Önce bizlere Hz. Ali’nin (ra) sahabelerle olan Cemel hadisesine nasıl baktığımızı soruyorlar. Bizler telefon uygulamalarımızdan 15. Mektubun 2. Sualini açıp tane tane okuyoruz. Buradaki orijinal yorumla hem sahabelerin değerleri korunuyor hem de Hz. Ali’nin (ra) adalet-i Mahzâyı esas alan içtihadındaki haklılığı ortaya konuluyor. Hissiyattan kaynaklanan bir itirazla “Hz. Ali’nin (ra) muhalifi olan sahabelerin cezası olmayacak mı?” sorusuna biz Risâle-i Nur’dan Hz. Ali (ra), Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin’in (ra) azim mükafatını anlatan ve adi valiler yerine manevî saltanata namzet olup evliya aktaplarına merci olduklarını yerinden okuyoruz. İçlerinden biri okumayıp anlatmanız daha kolay ve hızlı olur diye itiraz ediyor. Bizler de alim olmadığımızı, Risâle-i Nur’un hakikatlerini satırdan gösteren dellallar olduğumuzu ifade edip, takip etttiğimiz mesleğimizin kitabî olduğunu ifade ediyoruz. Ayrıca Risâle-i Nur’un anlatımının orijinal olduğunu eğer biz kendi cümlelerimizle anlatmaya kalkarsak manayı daraltıp yanlış anlamaya sebep olabileceğimizi belirtip kitaptan cevaplandırmaya devam ediyoruz. Arkadaşlardan biri kısa kısa sorular sormak istediğini evet-hayır diye cevaplayabileceğimiz gibi, istersek cevapsız da bırakabileceğimizi belirtip izin istiyor. Bizler de elimizdeki eser sahibinin her soruya cevap verilir fakat sual sorulmaz vecizesini söylüyoruz.
İlk sual “Sizler de bu faaliyetlerle güçlenip 15 Temmuz gibi bir olayla başa geçmek mi istiyorsunuz?” sorusu oluyor. Bizler “kat’â ve asla” diye cevap veriyoruz. Böyle bir düşünce bizde itikadî bir problemi gösterir, diyoruz. Meraklı bir şekilde “Nasıl itikadî bir problemdir?” diyorlar. Bizler ise Risâle-i Nur’un bize öğrettiği ders “Sizin vazifeniz hizmettir, sonuç Cenâb-ı hakk’a aittir. Sonuca yönelik hareket tarzı su-i edeptir.” satırları oluyor, hem Risâle-i Nur’da hem de Nurculuk tarihinde ihtilalvâri hadiselerin asla yeri olmadığını, Üstadımızın, son dersine kadar asayişi muhafaza etmeyi ders verdiğini belirtiyoruz. İman hizmetinin kâinatta hiçbir şeye alet olamayacağını söylüyoruz. Biz sizin kadar sabırlı değiliz deyip kendi tarihlerindeki ihtilal vaziyetlerini nazara veriyorlar ve “Peki ihtilal olmazsa İslam nasıl hâkim olacak?” diyorlar. Biz ise asr-ı saadetten misaller getirip, İslamiyetin kalpleri feth eden taban hizmeti olduğunu, iman-hayat-şeriat denklemini belirtiyoruz. Yani iman hakikatleri toplumda makes buldukça bunun hayata dair yansımaları olduğunu ve demokratik bir anlayışla da hayatı kolaylaştırmaya yönelik bazı düzenlemeleri beraberinde getiren fıtri ve sabırlı bir yolu gösteriyoruz. Biz, emrolunduğu gibi davranıp davranmadığımızla imtihan olduğumuzu neticenin Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu tekrar hatırlatıyoruz. Bizlerin demokratik değerleri Batı referansı ile değil, orijinal kaynağı olan Kur’ân ve Asr-ı saadetten aldığımızı ve savunduğumuzu anlatıyoruz. Risâle-i Nur bu iddiayı dört mezhebe göre de ispat ettiğini söylüyoruz. Cevaplarımızı hep Risâle-i Nur’dan vermemiz dikkatlerini çekiyor ve İslam âleminde ve İran’da çok değerli âlimler olduğunu neden onlardan da bahsetmediğimizi soruyorlar. Bizler o alimleri takdir edip, hürmet ettiğimizi ancak bu asrın problemlerine kalıcı çözümler bulan son derece orijinal ve güncel Risâle-i Nur’u âlem-i İslama duyurmak ve günümüz toplumunun sorularına cevapları yetiştirmek gibi hususî vazife ile tavzif edildiğimizi, bizlerin az ve zayıf olduğumuzu, o eserleri takip edip neşreden binler adamlar olduğunu ifade edip yüz elimiz de olsa ancak bu vazifeye hasr etmek zorunda olduğumuzu söylüyoruz.
İmamet meselesini soruyorlar. Bizler bu meseleyi şahs-ı manevî anlayışı ile cevaplıyoruz. Zamanın cemaat zamanı olduğunu, şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dâhi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûp olacağını ifade edip imametin ancak meşveret olacağını Risâle-i Nur’dan izah ediyoruz. İçlerinden biri bu izahların aklına çok yattığını ancak “İçim almıyor.” diyerek hissiyatına söz dinletemediğini söylüyor. Bizler de Risâle-i Nur’da geçen “Sizin nefsinize karışmam ancak aklınız, kalbiniz, vicdanınız teslim olmazsa her cezaya razıyım.” diyen Bediüzzaman’ı tasdik edip Elhamdülillah diye içimizden geçiriyoruz. Zamanın âhir zaman olduğunu, eskiden haçlı-hilal mücadelesinin güzümüzde dinsizlik ve semavî dinlere inananlar arasında bir mücadeleye döndüğünü, “Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.” ifadelerini nazarlara sunuyoruz.
Arkadaşlardan biri Risâle-i Nur’un silsilesini sorup, kimin takipçisi olduğunu merak ediyor. Bizler de Bediüzzaman’ın hem seyit hem şerif olduğunu ifade edip, Hz. Ali’nin (ra) torunu olduğunu ifade ediyoruz. Kaynağının doğrudan doğruya Cevşen ve Celcelütiye ile Kur’ân’a dayandığını, doğrudan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın talimi ve Kur’ân-ı Hakîminin dersi olduğunu, her bir satırı ya bir ayet-i kerimenin ya bir hadis-i şerifin günümüze bakan mana tefsiri olduğunu ifade ediyoruz. Risâle-i Nur’un tarikat değil hakikat ve şeriat olduğunu söylüyoruz. Âlem-i İslamın bu son versiyonu fark etmesi ve tanımasının öneminden bahsedip günümüz dünyasını kurtaracak bu eseri dikkate olmak zorunda olduğumuzu ifade ediyoruz.
Görüşmemiz saatleri bulmuştu. İzin isteyip ayrılırken içlerinden birisi “Yarım saat daha konuşsaydınız bizi de nurcu edecektiniz.” dedi. Biz Risâle-i Nur’un ikna gücünü bir kez daha hissedip “Elhamdülillah!” dedik. İletişim bilgilerimizi aldılar ve bizleri İran’da yapacakları toplantılara davet etmek istediklerini belirttiler. Ayrılırken kendilerine bıraktığımız “İttihad-ı İslam” kitabı ve Arapça, İngilizce Risâlelerin bizim açımızdan çok kıymetli olduğunu, eğer değerlendiremeyeceklerse bize iade etmelerini hatırlattık. Kendileri bu eserleri akademisyen ve ehil kişilere ulaştıracaklarına söz verdiler. Kucaklaşarak oradan ayrıldık.
Ertesi gün tekrar haremdeyiz. Kabe’yi gören bir yerde namaz vaktini bekliyoruz. Yanımızda sandalyede oturan orta yaşlı arkadaşla tanışıyoruz. Faslı olduğunu söylüyor. Bizler kendimizi tanıttıktan sonra sohbet koyulaşıyor. İş adamı olduğunu ve Türkiye’yi takip ettiğini belirtiyor. Türkiye’nin İsrail ile bu denli yakınlaşmasını anlayamadığını ve ekonomimizin kötü durumda olduğunu ifade ediyor. Bizler de ortak aklın kıymetini anlatan konuşmalar yapıyoruz. Bizim hanımları görünce gidip hanımını getirerek hanımlarla tanıştırıyor. Hanımlar kendi aralarında konuşurken biz de Risale-i Nurları tanıtıyoruz. İletişim bilgilerimizi karşılıklı veriyoruz. Düzce’ye bizi ziyarete ailece geleceğini belirtiyor. Konuşmalarımıza daha uzakta oturan Hindistanlı bir arkadaş dahil oluyor. Tanışıp kitap veriyoruz. Bu olaydan birkaç gün sonra tavaf esnasında “Harun, Harun!” diye çağrılıyoruz. Dikkatli baktığımızda tanışıp kitap verdiğimiz Hindistanlı arkadaş olduğunu görüyoruz. Bize hediye kitabı okuduğunu ve çok hoşuna gittiğini ifade ediyor. Bizler de rabbimize hamd ediyoruz.
DEVAM EDECEK