"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Umumi musibetler, umumi tevbe gerektirir

22 Şubat 2023, Çarşamba
Umumî musibetlerin, çoğunluğun hatasından ileri geldiğini ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, böylesi musibetlerin def’i için yine toplumun çoğunluğunun hatadan dolayı pişmanlık göstererek tevbe istiğfar etmesi gerektiğini söylemiştir.

GİRİŞ

Hayat her zaman sağlık ve mutluluk içerisinde gitmeyebilir. Bazen sıkıntılar, hastalıklar ve musibetlerle yoğruluruz. Şüphesiz hepsi de Allah’tandır. Çünkü “Hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ”, yani “Hayır da, şer de Allah’tandır” diye iman ediyoruz.

Peki şerler, kötülükler niye vardır bu dünyada? Hastalıklar, musibetler ve felâketler ne içindir?

Elbette bunların da bir hikmeti olmalı. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de “Bakarsınız, sizin hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda hayırlı olur.”(1) buyurur. Bununla beraber “Allah her şeyi en güzel şekilde yarattı”(2)  âyeti, aslında görünüşte çirkin gözüken hadiselerin de “güzel” olduğunu hatırlatır. Nitekim bu âyeti Sözler isimli eserinde tefsir eden Bediüzzaman, “Her şey, her hâdise, ya bizzat güzeldir veya neticeleri cihetiyle güzeldir” der. O halde Allah’ın yarattığı her şey ve bize verdiği her hâl, “güzel”dir. Çünkü “Güzel’den gelen her şey güzeldir”.

Bu hakikat, İbrahim Hakkı Hazretlerinin diline ise şu veciz cümlelerle yansımıştır: “Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif ânı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.”

Evet, Mevlâmız neylerse güzel eyler. Bu, musibetler bile olsa... Kula düşen, zahiren sıkıntılı olan bu haller içerisinde “sabır ve şükrü” elinden bırakmamak, Rabbinden gelene razı olup, teslimiyet içerisinde, yaşadıklarını kendi hakkında avantaja dönüştürmeye çalışmak olmalıdır. Böyle olduğunda, bu sabır hâli de ibadete dönüşerek, hastalık ve musibetler insana çok yüksek mertebeler kazandıran bir sevap musluğuna dönüşecektir inşaallah. 

Öte yandan, Bediüzzaman’ın “Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır” sözünde dile getirdiği gibi, musibetlerin “İlâhî bir ihtar ve ikaz” olduğu yönü de unutulmamalıdır. Şahsî veya toplumsal olarak, başa gelen musibetlerde “Kadere hangi fiillerimizle fetva verdirdiğimiz” hususu mutlaka sorgulanmalıdır.

İşte bu çalışmamızda, ‘musibetlerin hikmetlerini’ ortaya koymakla onlardaki rahmet ve güzellik cihetlerini nazara verirken; aynı zamanda “İlâhî birer ihtar ve ikaz” olmaları yönüyle musibetlerden fert veya toplum olarak çıkarmamız gereken derslerin varlığına dikkat çekmeye çalıştık. Ayrıca, Bediüzzaman’ın “Asıl musibet ve muzır musibet dine gelen musibettir” tespi-tiyle, kendisinden Allah’a sığınılması gereken asıl musibetin dinimize, imanımıza zarar veren, dolayısıyla ebedî hayatımızı tehdit eden musibetler olduğunun altını çizmeye çalıştık.

Bu vesileyle Cenab-ı Hak’tan dünyevî-uhrevî bütün musibetlerden milletimizi ve bütün İslâm âlemini muhafaza etmesini niyaz ediyoruz.

KAVRAM OLARAK MUSİBET

Musibet, kelime itibariyle ‘isabet eden’ demektir. Terim olarak ise, Allah’ın kulunu imtihan gayesiyle sabrını denemek için verdiği bir takım sıkıntılı hallerdir. Bu bazen cana, bazen de mala gelen bir musibet olabilir. Hatta bazen de insanın dinine, imanına, ibadetine gelen manevî bir musibet olabilir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir”(3) der. 

O halde ‘dinî musibet’ nedir? Öncelikle bunu açmaya çalışalım:

ASIL VE MUZIR MUSİBET, DİNE GELEN MUSİBETTİR

Bediüzzaman Hazretleri, ‘dinî musibet’ konusunu, Lem’alar isimli eserinde sabır kahramanı Hz. Eyyub Aleyhisselâmın kıssasını aktardığı İkinci Lem’a’da işler. Vücudunun her yerini saran yaralarından kurtçuklar çıkmasına rağmen nefsinin istirahati için Allah’tan şifa talebinde bulunmayan Eyyub Aleyhisselâmın, ancak kurtçuklar kalbine ve diline iliştiklerinde, yani Allah’ı zikretmesine, ibadetine engel oldukları zaman “Ya Rabbi zarar bana dokundu; lisanen zikrime, kalben ubudiyetime halel veriyor” diyerek şifa duasında bulunmasından hareketle asıl musibetin, insanın dinine, imanına ve ibadetine engel olan, zarar veren musibet olduğunu ifade etmiştir.

Ve yine Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanda içimiz dışımıza çevrilse Hz. Eyyub’den (as) daha ziyade yaralı olduğumuzu, çünkü onun zâhirî yara ve hastalıklarına mukabil, bizim ‘günahlar’ denilen ‘manevî yaralarımızın’ bulunduğunu söylemektedir. İşlediğimiz her bir günah ve kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuzda yaralar açmaktadır. Hz. Eyyub’un (as) yaraları, kısacık dünya hayatını; bizim manevî yaralarımız ebedî hayatımızı tehdit etmektedir.

Bu yönüyle “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir” der Bediüzzaman. Hastalar Risalesi’nde de bu minvalde “Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalp, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır. […] Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryad et”(4)  diyerek, aynı hakikate parmak basar.

MADDÎ MUSİBETLER, HAKİKAT NOKTASINDA MUSİBET DEĞİLDİR

Cana ve mala gelen musibetleri, maddî musibetler zümresinden sayabiliriz. Cenab-ı Hak âyet-i kerimede “And olsun ki Biz sizi birtakım korkularla, açlıklarla; canlarınızdan, mallarınızdan ve mahsullerinizden eksiltmekle imtihan ederiz. Sabredenleri ise müjdele…”(5) buyurarak kullarını böylesi musibetlerle imtihan edeceğini bildirmektedir.

Bu gibi musibetlerde kula düşen, tıpkı Hz. Eyyub Aleyhisselâm gibi sabır ve şükür içinde olmaktır. Zira maddî musibetlere isyan etmeden sabırla şükrederek mukabele ettikçe, kul kârlı çıkmaktadır. Peygamber Efendimiz (asm) bu anlamda, hadis-i şerifte meâlen “Mü’minin haline hayret edilir. Allah ona bir nimet verdiğinde şükreder, kazanır. Musibet verdiğinde sabreder, yine kazanır” buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri de böylesi musibetlerin âhiret namına kul için daha hayırlı olduğuna dikkat çekmiştir. Zira insanı gafletten kurtarıp, ahiretine daha fazla çalışmasına vesile olmaktadır. Bu dünya da zaten asıl olarak ‘ücret ve lezzet alma yeri’ değil, tam tersine ‘mahall-i ubudiyet ve zahmet’tir. Yani ibadet yeridir, imtihan yurdudur. Böylesi musibet veya hastalıklar ise, insanın kulluğu açısından daha kârlı sonuçlar doğurmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati ibadetin iki türlü olduğunu ifade ederek şöyle açıklar:

“İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur [namaz, oruç gibi]. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.”(6)

Evet, cana, mala gelen musibet veya hastalıklar, kısacık dünya hayatında sıkıntılara sebep olsa da; sabretmek ve şükretmek şartıyla, insana ebedî hayatı açısından büyük kazançlar getirmektedir.

Bu sebeple zaten Bediüzzaman “Dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler”(7) demiştir.

Peki nedirler? 

Bir sonraki başlıkta bu hususu inceleyelim...

MADDÎ MUSİBETLERİN TAŞIDIĞI MESAJLAR

Bediüzzaman Hazretleri, insanın dinine, imanına, ahiretine zarar vermeyen, yani ebedî hayatını riske etmeyen, tam tersine sabır ve şükür şartıyla kulun ahiretine ciddî faydaları dokunan maddî musibetleri birkaç yönüyle ele almıştır:

1. “Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır.

2. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur.

3. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.

4. Musibetin hastalık olan nev’i, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki, ‘Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.’”(8)

Görüldüğü gibi Bediüzzaman Hazretleri maddî musibetleri hakikat noktasında musibet olarak görmemekte, bilakis rahmet yönü ağır basan haller olarak telâkkî etmektedir.

MUSİBETLERİN ‘İLÂHÎ BİR İHTAR VE İKAZ’ OLMASI

Bediüzzaman Hazretleri, musibetleri bir yönüyle ‘İlâhî birer ihtar ve ikaz’ olarak ifade etmiştir. Görünüşte musibet gibi gözüken birçok haller vardır ki, Allah’ın biz kullarına merhametinden gönderdiği ‘ikaz ve ihtar’ halleridir. Kula düşen, musibetin bu mesajını okuyup, kendine çekidüzen vermektir. Hatta böylesi bir ikaz aldığı için Rabbine şükretmektir.

Bediüzzaman, musibetlerin bu yönüne ‘şefkat tokatları’ örneğini de vermiştir. “Onuncu Lem’a - Şefkat Tokatları” ismini verdiği bir risalesinde gerek kendisinin, gerekse talebelerinin iman-Kur’ân hizmetinde yanlış bastıkları zaman yaşadıkları birtakım sıkıntı veya musibetlerden örnekler verirken, bunları, tıpkı bir annenin çocuğunun zarar görmesini istemeyerek, sevgisinden ve şefkatinden bazen onu tokatlaması gibi; hizmet-i Kur’ân’da kusur eden talebelere gelen bu musibetleri de Cenab-ı Hakkın rahmetiyle yaptığı ‘tatlı ikazlar’ anlamında ‘şefkat tokatları’ olarak değerlendirmiştir.

Bu ikazlar bazen şahsî musibetler şeklinde gelebildiği gibi, ‘umumî musibetler’ halinde de gelmesi mümkündür. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri deprem, tufan, taun ve kuraklık gibi felâketleri, ‘umuma ikaz ve ihtar manasında gelen musibetler’ olarak yorumlamıştır. Mesela bir yerde depremle ilgili olarak ‘küre-i arzın benîâdem’den, bâhusus ehl-i imândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele’(9) ifadesini kullanarak, yerin titremesini insanların ve özellikle ehl-i imanın Allah’ın rızasına uymayan birtakım halleriyle irtibatlandırmıştır.

Bu cümleden olarak, zulüm ve adaletsizlikler zamanında gelen deprem, sel, kuraklık gibi musibetleri de, Bediüzzaman Hazretleri ‘İlahi bir ikaz ve ihtar’ manasında yorumlamıştır.

“İLÂHÎ İKAZ” YORUMU BÜTÜN SEMÂVÎ DİNLERDE MEVCUT

Felâket ve musibetlerin birer “İlâhî ikaz veya gazap” olduğu inancı aslında bütün semavî dinlerde mevcut. Kaynağı mukaddes kitaplar.

Nitekim önceki yıllarda dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan âfetlerde de farklı dinlerin önde gelenleri “İlâhî ikaz/ceza” yorumu yapmışlardı. 26 Aralık 2004 ve 11 Mart 2011 tarihlerinde Uzakdoğu’yu vuran tsunami, Haiti depremi (2010), Amerika’da yaşanan kasırga felâketleri, bunun ilk anda akla gelen örneklerinden bazıları.

Yine 2014 Mayıs ayında Bosna, Karadağ ve Sırbistan’da gerçekleşen ve yüzlerce kişinin can verdiği sel felâketleriyle ilgili olarak da, oralarda yaşayan Hristiyan din adamları aynı yorumları yapmışlardı. Meselâ Karadağ Patriği Amfilohije, 50 kişinin ölümüne, milyarlarca dolarlık maddî zarara yol açan sellerin tesadüf olmadığını, tam tersine bir uyarı olduğunu söylemiş ve aynı sene içinde gerçekleşen Eurovision şarkı yarışmasında birinci olan eşcinsel şarkıcıyı kastederek, “Allah yağmurları insanlara vahşi yönlerine kapılmamaları konusunda bir uyarı olarak gönderdi” demişti. Aynı olaylarla ilgili olarak Ortodoks Sırp Patriği Irinej ise, “Allah’ın eşcinsel toplumun günahları için Sırbistan’ı cezalandırdığını” söylemişti.(10)

Buna benzer pek çok örnek verilebilir.

Günah, fısk, zulüm ve isyanlarını azgınlık boyutuna taşıyan kavimlerin nasıl helâk edildikleri, Hz. Nuh, Hud, Lût ve Salih aleyhimüsselâm gibi peygamberlerin kıssalarında detaylarıyla anlatılıyor. 

Bunların hepsi, ibretli İlâhî gazap örnekleri…

Gazap, toplumun büyük çoğunluğu müstehak hale geldiğinde takdir edilen bir İlâhî ceza. İkaz ise, lokal ve mevziî boyutta gerçekleşen bir uyarı. Felâket ve musibetler bunun araçları.

İkazlara kulak verilmediği ve duyarsız kalındığı takdirde, bu uyarılar –Allah muhafaza– daha sert, genel ve kapsayıcı cezalara dönüşebilir.

MUSİBETLERİN GÜNAHLARA KEFARET OLMASI

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm “Mü’min, bir diken batışı veya ondan daha küçük bir musibetle veya bir ağrıyla sıkıntıya düşerse, Allah bununla mutlaka onu bir derece yükseltir. Ve ağacın yaprağını döktüğü gibi onun günahını düşürür”(11) buyurmaktadır.

Evet, musibetler, bir yönüyle, gerek şahsî kusurlarımıza, gerekse toplum olarak işlenen hata ve günahlara umumî musibet olarak gelip, hem ‘ikaz ve ihtar’, hem de ‘günahlara kefaret’ niteliği taşıyabilmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri de, bir kısım musibetlerin ‘günahlara kefaret’ olarak geldiğini ifade etmiştir. Meselâ, umumî bir musibet olan I. Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda, “Musibet, cinayetin [günahların] neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musîbet-i âmme ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?” şeklindeki bir suale verdiği cevap, bunun dikkat çekici bir örneğidir:

“Üç mühim erkân-ı İslamiyedeki ihmalimizdir: Salât [namaz], savm [oruç], zekât. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teala bizden istedi; tembellik ettik; beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. On’dan, ya ‘kırk’tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi; buhl [cimrilik] ettik, zulmettik; O da bizden müterakim [birikmiş] zekâtı aldı.”(12)

HER MUSİBET, GÜNAHLARDAN DOLAYI MI GELİR?

Burada akla gelen bir soru şudur: Bütün musibetler günahlara kefaret olarak mı gelir? Veya başka bir ifadeyle, her musibet günah(lar)ın neticesi midir?

Bu meseleye de, yine İkinci Lem’a’da, insanın musibetlerde üç yönden şikâyete hakkı olmadığının izah edildiği bölümde açıklık getirilmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri, insanların musibetlerde şikâyete hakları olmadığının birinci sebebini açıklarken; her şeyin Allah’ın isimlerinin tecellîsinin gereği olduğuna dikkat çekerek, “Mülk Sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder” kaidesini aktarmıştır. Yani Allah pek çok isminin iktizası olarak kulunu halden hale sokup terbiye eder. Rezzak ismi ‘açlığı’, Şâfî ismi ‘hastalığı’ gerektirdiği gibi Kahhar, Cebbar gibi isimlerinin iktizası olan birtakım haller de olacaktır.

O halde bir kula isabet eden musibetin ille de bir günahının neticesi olması gerekmiyor. Zira en başta, Allah, kulu üzerinde, esmâsının gereği, dilediği gibi tasarruflarda bulunur. Mülk O’nundur, teslim olmak gerekir.

Nitekim insanların musibetlerde şikâyete hakkı olmadığının ikinci sebebinde de “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakkî eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar”(13) denilerek, yine bu hususa işaret ediliyor.

Öte yandan “En ziyade belâ ve musibetlere maruz kalanlar peygamberlerdir. Sonra evliyalar, sonra da derecelerine göre Allah’ın diğer salih kullarıdır”(14) rivayeti de bunu gösteriyor. Musibetler her zaman bir günahın neticesi olarak gelseydi, elbette bu, peygamberlerin ‘ismet’ sıfatıyla da çelişen bir durum olurdu. Nitekim şu hadis-i şerif, bu manayı tamamlayıcı niteliktedir:

“Allah kul için önceden manevî bir makam takdir etmiştir. Kul eğer ameliyle o makama ulaşamıyorsa, Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malıyla ilgili bir musibet verir. Sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar.”(15)

Demek oluyor ki, musibetler sadece günahlara bir ceza olarak gelmeyebilir, aynı zamanda kul için sabretmek şartıyla manevî mertebelerde yükselmeye vesile olan kaderî tecellîlerdir.

UMUMÎ MUSİBETLERDE ZARAR GÖREN MASUMLARIN NE SUÇU VAR?

Toplumsal hataların veya günahların neticesi olarak gelen ‘umumî musibetler’le ilgili akla gelen birtakım sorular olmaktadır. Bunlardan ilk akla gelen ve en çok sorulanı: “Masumların, hatasızların ne günahı var ki, bu musibetlere maruz kalıyorlar?”

Bu ve benzeri sorular, bir deprem sonrası Bediüzzaman’a da sorulmuş, o da cevaplandırmıştır. Risâle-i Nur’a ‘On dördüncü Sözün Zeyli’ olarak giren ilgili bahiste yer alan o suallerden biri şöyle: “Bazı eşhasın [şahısların] hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?”

Cevap: “Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın [insanların çoğunun] o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen [taraf tutarak] veya iltihaken [katılarak] taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.”

Bu cevap üzerine bir sual daha sorulur:

“Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur [günahları temizleyen bir kefarettir]. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah [Allah’ın adaleti] nasıl müsaade eder?”

Cevabın başında, işin bu cihetinin kader sırrıyla ilgili olduğunu ifade ile, okurları Kader Risalesine havale eden Said Nursî, devamında “Bir belâ ve musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp, masumları da yakar”(16) mealindeki âyeti aktarıyor.

Ardından bu dünyada imtihan sırrının gereği olarak hakikatlerin perdeli kaldığını, böylece müsabaka ve mücadele ile Ebu Bekir’lerin âlâ-yı illiyyîne çıktığını, Ebu Cehil’lerin de esfel-i sâfilîne düştüğünü belirten bir izah yapıyor ve “Masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydı, teklif ve imtihan sırrı bozulurdu”(17) diyor. 

MASUMLARIN RAHMETTEN HİSSESİ NEDİR?

Bediüzzaman Hazretlerinin “O biçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?” sualine verdiği cevap da şöyle:

“O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehadet [şehitlik] hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat [geçici] bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, ayn-ı gazap içinde bir rahmettir.”(18)

Umumî musibetlerle ilgili “İlâhî ikaz” yorumları yapıldığında “Kullarını rahmetiyle kucaklayan değil, gazabıyla ceza veren ve bunu yaparken masumları da işin içine katan bir Allah imajı veriliyor” gerekçesiyle karşı çıkanlar, yukarıdaki satırları özellikle okumalılar.

Ki, bütün olarak bakılırsa, bunca zulüm, günah ve isyana rağmen ikaz ve cezalar istisna, rahmet tecellîleri ise genel ve daimîdir.

UMUMÎ MUSİBETLER, UMUMÎ TEVBE GEREKTİRİR

Umumî musibetlerin, çoğunluğun hatasından ileri geldiğini ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, böylesi musibetlerin def’i için yine toplumun çoğunluğunun hatadan dolayı pişmanlık göstererek tevbe istiğfar etmesi gerektiğini söylemiştir. Mesela yağmursuzluk ve kuraklık musibeti karşısında toplumun ekserisinin tevbe ve nedamet hali yaşaması gerektiğini ifade ettiği bir lahika mektubunda daha detaylı olarak şunları söylemiştir:

“Yağmursuzluk, bir musibettir ve ceza-i amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinâne yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfarla karşılamak ve Sünnet-i Seniye dairesinde, bid’alar karışmadan, şerâitin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir. Hem böyle umûmî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri –kısm-ı a’zamı– tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def’ olur.”(19)

(“Musibetlerin Dili, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2021” kitabından özetlenmiştir.)

1. Bakara Suresi, 216

2. Secde Suresi, 7.

3. Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2021, s. 26.

4. Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2021, s. 331.

5. Bakara Suresi: 155

6. Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2021, s. 23.

7. A.g.e., s. 26.

8. Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2021, s. 26.

9. Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2020, s. 197

10. Basın, 24.5.2014.

11. Câmiü’s-Sağîr, 1:1208.

12. Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2019, s. 145.

13. Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2021, s. 23.

14. Hadis-i Şerif meâli, el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tirmizî, Zühd: 57.

15. Câmiü’s-Sağîr, 1:377

16. Enfal Suresi: 25.

17. Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2020, s. 199.

18. A.g.e.

19. Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, Lugatçeli, İstanbul-2021, s. 62.

Okunma Sayısı: 4313
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı