Kâbe-i kemalât, insanı Marifetullah’a sevkedip ulaştıracak, kemâl vasıfların merkezi demektir.
Bathâ’nın taşlarıyla ilgili olarak da Kur’ân’ın eşsiz bir tefsiri ve Cenab-ı Hakkın bu zamanın evladına bir ikramı olan Risale-i Nur’da şöyle bir hadiste bahsedilir:
“Hem nakl-i sahih ile Feth-i Mekke vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Kâbe damına çıkıp ezan okumuş.
Rüesa-yı Kureyş'ten Ebu Süfyan, Attab ibni Esid ve Hâris ibni Hişam oturup konuştular.
Attab dedi: "Pederim Esid bahtiyar idi ki, bugünü görmedi."
Haris dedi ki: "Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki müezzin yapsın?" Hazret-i Bilâl-i Habeşî'yi tezyif etti.
Ebu Süfyan dedi: "Ben korkarım, birşey demeyeceğim; kimse olmasa da şu Bathâ'nın taşları, ona haber verecek, o bilecek."
Hakikaten bir parça sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi.
O vakit Attab ile Haris şehadet getirdiler, Müslüman oldular.”1
Bathâ, Mekke-i Mükerremenin eski bir ismi, çakıl taşlı büyük dere, dağ arasındaki dere manalarına gelmekle birlikte yaptığımız araştırmalar neticesinde yerel dilde bataklık, çukur manalarına da geldiği bilgisine ulaşıyoruz.
Malumdur ki Kâbe ve mataf alanının bulunduğu yer, o bölgedeki en çukur olan yerdir. Normal seviyeden daha aşağıda olan bu alana girmek için giriş kısmında bulunan normal ve yürüyen merdivenler kullanılıyor. Hatta mazide muhtelif zamanlarda yağan yağmur neticesinde mataf alanının su altında kalması malumdur.
Cenab-ı Hak, kâinatın kalbi hükmündeki Kâbe’yi çukurda değil de daha farklı bir yerde de inşa ettirebilirdi hiç şüphesiz. Bu tefekkürü iktiza eden bir mesele.
İnsan da ahsen-i takvîmde yaratılmasına rağmen esfel-i sâfilîne inecek hasiyettedir. Risale-i Nur’da bu mesele şöyle izah edilir: “İnsan ahsen-i takvîmde [en güzel surette] yaratıldığı ve ona gayet câmi‘ bir istidad [kābiliyet] verildiği için, esfel-i sâfilînden tâ a‘lâ-yı illiyyîne, ferşten [yerden] tâ arşa, zerreden tâ şemse [güneşe] kadar dizilmiş olan makamâta, merâtibe, derecâta, derekâta [makamlara, mertebelere] girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suuda [düşüş ve yükselişe] giden iki yol onun önünde açılmış bir mu‘cize-i kudret ve netîce-i hılkat [yaratılışın neticesi] ve acûbe-i san‘at [şaşılacak bir san‘at] olarak şu dünyaya gönderilmiştir.”2
Mukarrerdir ki her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih’tir. Yani önce menfîleri terk sonra müsbetleri ikame etmek üssül esastır. Meselâ İslamiyetle müşerrefiyet ibaresi olan kelime-i tevhidde, önce bütün ilâh bildiklerimizi reddettikten sonra tek olan Allah’ı ilâh kabul etme bir esastır.
Bathâ ibaresi de Allahu â’lem, hakikatlerin derkine mani olan ve insanı esfel-i safilînin çukuruna düşüren fahr, ucb, gurur, sû-i zan, kibir, riya, terk-i enaniyet gibi hasletlerden tasaffi ederek Kâbe-i kemalât yolunda merhaleler katederek marifetullahta terakki etmeye işaret ediyor olsa gerek.
Dipnotlar:
1- Mektubat, 19. Mektup, 6. Nükteli işaret. 4
2- Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas.