"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Yönetici kral değildir, keyfî hareket edemez

28 Mayıs 2021, Cuma
Devlette görevli olanlar, seçilmiş, tayin edilmiş ücretli insanlardır. Bunlar kralımız, keyfe mâyeşa, istediği gibi hareket etme hakkına sahip değiller.

28 Şubat’ta Mehmet Kutlular - Basın toplantıları, soru-cevaplar - 12

İNSANÎ DEĞERLER KUR’ÂNÎDİR VE EVRENSELDİR

Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Hakikî imanı elde eden insan, kâinata meydan okuyabilir.” Çünkü, insanların en çok korktuğu şey ölümdür. Ölüm, mü’min için ebedî saadetin kapısı ve başlangıcıdır. Mü’min bundan korkmaz. Dünya zaten geçici bir yerdir. O zaman bizim ebedî hayatımız önemlidir. İmtihanın gereğini yapmak önemlidir. İmanla kabre girmek önemlidir. Onun için Allah’a ibadet ederiz, O’ndan başkasına ibadet etmeyiz ve bütün yardımımızı da O’ndan dileriz. 

Dünya imtihan yeri olduğu için, insanlar da dünyada çeşitli idareler kurduğundan bunların tatbikatlarında gücü eline geçirenler, daima gurura, kibire kapılmış, daha ileriye gidenler, ulûhiyet dâvâsı iddia edebilecek duruma gelenler bile olmuştur. Ama bunları insanlık aşmıştır. Büyük merhale ve mesafeler katetmiştir. 

Demokrasinin en temel meselesi, olmazsa olmazlarından biri hürriyettir. 

Bediüzzaman Hazretleri, demokratik sistemi kabullenmekte zorlanan âlem-i İslâm’a şunları söylüyor: Evvelâ isme değil, muhtevaya bakacağız. Bu demokratik sistem dediğimiz nedir? Eğer bu bir hukuk devletiyse, bütün hak ve hürriyetlerin güvence altına alındığı bir sistem ise, millî iradenin hâkimiyeti ise, din ve vicdan hürriyetinin teminatı en güzel şekilde var, bu ve bunun gibi değerleri acaba İslâm reddeder mi? 

İnsanlığa bu değerleri getiren bizim dinimiz, bizim Kur’ân’ımızdır. insanlığı zulümden ve hayvanlıktan kurtaran, insan olduğunu öğreten ve anlatan İslâmiyettir. Öyleyse, bu bizim değerlerimizi kabullenmekte niye sıkıntı çekiyoruz? Niye tereddütlerimiz var? Farzedilse, Avrupa, Amerika bu değerleri bizden evvel tekrar bu son asırda şekillendirerek ortaya koymuş, ama onların ne tarihinde, ne dininde bu değerler yok, bu değerler bizde var; bunlar evrensel değerlerdir. 

İSLÂMiYET’TE SALTANAT YOKTUR, MiLLET İRÂDESİ VARDIR...

Bunu Kur’ân insanlığa getirmişse, her kim ki bunlara –Müslüman olsun, Hıristiyan olsun–uyarsa, dünyada huzur bulacaktır. Rahatça, insanca yaşama imkânına sahip olacaktır. Bu değerlerin sahibi Müslümanlardır. Onlar bizden almış kullanıyorlar, Müslümanlar ise bu değerlere, “Niye ismi demokrasi oldu? Niye bu değerler Batılılardan alınıyor? Bizim dinimiz bize yetmez mi?” gibi tartışma içine girmektedir. Dinimiz tabiî ki bize yeter. Lâkin, bunlar Müslümanların kendi malı, kendi değerleridir. 

İslâmiyet demokratik sistemi, millî irâdeyi Asr-ı Saadette göstermiş. Dinimiz saltanatı getirmemiş. Hazreti Peygamber âhirete intikal ederken, “Şu benim halifem olacak” dememiş. Sahabeler bir araya gelmiş, bu işe en lâyık kimse onu seçmiş. Başta Hazreti Ebu Bekir’i seçmiş. Ardından, Hazreti Ömer’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi seçmiş. O otuz küsur senelik seçim tatbikatı, millî irâdenin kendi insanlarından olur alarak, kendi hür iradesiyle kendi idaresini seçmesi neticesini ortaya koymuş ve göstermiş. Sonra, Hz. Muaviye ile bu inkıtaa uğramış, seçim kalkmış, yerine saltanat gelmiş. Ama Kur’ân saltanatı insanlığa sistem olarak getirmemiş ki...

ÖLÇÜMÜZ ASR-I SAADETTİR

“Ehven-i şer” olarak asırlar boyu bu böyle gitmiş. O saltanat sahipleri de elbette dindardı, elbette adaleti ellerinden geldiği kadar yerine getiriyorlardı. Ama Kur’ân’ın insanlığa getirdiği saltanat değildi, babadan oğla geçen bir idare tarzı değildi. işte Bediüzzaman, “Bizim ölçümüz Asr-ı Saadettir” diyor. 

O zamanda, bir halife o mü’minlere idareci de olsa, bugünkü mânâsıyla Cumhurbaşkanı da olsa kendisini hizmetkâr biliyor. Asr-ı Saadette saltanat yoktur. Ama sahabeler hür; Hazreti Ömer hutbe okurken, ona hesap sorabiliyor. “Evvelâ sırtındaki elbisenin hesabını ver, ondan sonra konuş” diyor. Hz. Ömer’in sırtındaki elbise de Beyt-ül Mal’dan dağıtılmış elbiselerden. Ancak herkese bir takım çıkmamış, yarım elbise olacak kadar çıkmış. Hz. Ömer tam bir takım giymiş. “Oğlum Abdullah sen kalk cevap ver” diyor. Oğlu, “Ben kendi hissemi babama verdim. Oradan bir takım çıktı” diyor.  Bunun üzerine itiraz eden sahabe kalkıp, “Konuş ya Ömer, şimdi seni dinliyorum” diyor. 

Biz bugün en sıradan birine bile bir şey diyemiyoruz. Yani, bir din ki, mensupları kendi seçtikleri devlet başkanından hesap sorabiliyorsa, hürriyetin en geniş hudududur bu. insanlık daha buraya gelememiştir. Bediüzzaman Hazretleri, “icmâ-ı ümmet şeriatta bir delil-i yakinîdir. Rey-i cumhur şeriatta bir esastır. Meyelân-ı amme şeriatta muteber ve muhteremdir” diyor. Demokratikleşmenin esaslarına baktığınız zaman işte bu özellikleri taşıyor. 

Ayrıca hakaik-ı meşrûtiyetin, kendi ifadesiyle “demokratik cumhuriyet”in İslâmî olduğu noktasında, yani İslâm’la çatışmadığına yönelik söylediği şudur: “Meşrûtiyetin sarahaten, açık olarak, zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı (çıkarılması) mümkün olduğunu dâvâ ettim.” Daha Cumhuriyetten evvel bunları söylüyor...

İSLAMLA DEMOKRASİYİ KASDEN AYIRIYORLAR...

Dolayısıyla insanlığa ne kadar güzel şey gelmişse, hangi meselede olursa olsun, bunun Kur’ân’dan ve İslâm’dan olduğu tarihin şehâdetindedir. Öyleyse, bizim kendi değerlerimize sahip çıkmadığımız, onun için bu sıkıntıları yaşadığımız bir zamanda, eğer insanlık o değerleri–İslâm ismini versin, vermesin; İslâm’dan aldım desin demesin–hayata geçirip, dünyevî bütün problemlerini çözüyorsa biz de kendi değerlerimize sahip çıkıp en mükemmel şekilde bunları hayata geçirmeliyiz. 

“Demokrasi İslâm’a zıttır, olmaz” tartışmalarını hâkim güçler de istiyor zaten. “Şeriat, hürriyete, demokrasiye düşmandır, beraber olmaz” diyorlar. Çünkü demokrasinin İslâm’la bağdaşacağı söylemi işlerine gelmiyor.

İşine gelmediği için Bediüzzaman’ın Kur’ân’dan aldığı ilhamlarla ortaya koyduğu bu değerlere karşı çıkıyor. Oysa, biz hayli zaman anlattık. Türk aydınının bir kısmı da bu meselelere sıcak bakmaya başladı. Ama 12 Eylül ve bilhassa 28 Şubat’tan sonra koro halinde “İslâm’la demokrasi bağdaşmaz” lâfını, İslâm’a ve demokrasiye karşı olanlar, medya kanalıyla tekrar gündeme getirip propagandasını yapmaya kalktılar. 

Çünkü bunu söyleyenler, zaten İslâm’ı seviyor ve istiyor değil. Bunlar zaten demokrasiyi de istemiyor. Kendilerine göre bir demokrasi istiyorlar. 

Yani millî irâde yok farzediliyor, küçük bir grup “halk için halka rağmen” tavrı ile, “Siz bilmezsiniz, siz câhilsiniz, siyaset de zaten bu câhillere taviz vererek rejimi tehlikeye sokuyor” diye kendileri her şeyin sahibi imiş gibi, geniş kitlelerin temel hak ve hürriyetlerini kısıtlama yetkisi ve salahiyetini kendilerinde görüyorlar.

“YÖNETİCİLER SEÇİLMİŞ ÜCRETLİ İNSANLARDIR”

Bu yanlıştır. Bu yanlıştan bu insanlar da kurtulmalı. Bir devlet millet için vardır. Devlet için millet olmaz. Devlet, hükümet denilen merci, milletin huzurunu, saadetini, emniyetini, ekonomisini düzeltmek için vardır. Devlette görevli olanlar, seçilmiş, tayin edilmiş ücretli insanlardır. Bunlar kralımız, keyfe mâyeşa, istediği gibi hareket etme hakkına sahip değiller. Bediüzzaman, “Bir millet cehâletle hakkını savunmazsa ehl-i hamiyeti de müstebit yapar” diyor. Temel hak ve hürriyetimize sahip çıkmazsak, demokratikleşmenin hayata geçmesi için bu meselelere sahip çıkanlara samimî olarak destek olmazsak, onlar da organize olmazsa ve bölük-pörçük olursa o hâkim güçler istediği gibi bizi sopalar. Bu da insanlığa yakışmayan bir mesele. Artık insanlık bunları aşmıştır. Biz böyle bir idareye lâyık değiliz. Millet olarak da değiliz. Tarihimiz, mâzimiz itibariyle de lâyık değiliz. 

Bu hâkim güçler temel hak ve hürriyetlerimizi vermekte ayak sürüyorlar. Biz de, Bediüzzaman’ın dediği gibi, “müsbet hareket” mânâsıyla, hak ve hürriyetlerimizi devamlı şekilde isteyeceğiz. Bunları isterken, sopaya ve silâha sarılmaya gerek yok. İslâm dahilî anarşiye de, dahilî fitneye de, dahilî kargaşa ve silâhlı bir harekete de her zaman karşı olmuş bir dindir. 

Öyleyse, temel hak ve hürriyetlerimizi istemeye devam edecek ve bu demokratikleşme mücadelesini, kendi kuralları içerisinde, ısrarla, başımıza ne gelirse gelsin kabullenerek, onlara katlanarak, sâdece kendimiz için değil, gelecek nesillerimiz için de yapacağız. Bunun en güzel örneğini Bediüzzaman Said Nursî vermiştir. Yanlışlara alet olmamış, kendisini alet ettirmemiş, teslim olmamış, yanlışçılara boyun eğmemiş, doğruları söylemiş. Atasözü var, “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” diye. Said Nursî dokuz değil, on dokuz köyden kovulmuş. Hayatı sürgünle ve hapisle geçmiş; ama, inandığından zerre kadar tâviz vermemiş...

—Devam edecek—

Okunma Sayısı: 3896
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Toygar

    28.5.2021 08:57:16

    Demokrasi dediğin şey saygıdan temellenir. Temelinde saygı yoksa, demokrasi de desen adına, kendisi başka bir şeydir. İnsanların öğrenmesi ve hatta içine sindirmesi gereken en önemli şey SAYGI olsa gerektir. O yoksa hiç birisi olmuyor. O varsa da pek çok güzelliğin kapıları aralanıyor.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı