Ardından yazı yazmayı hiç düşünmemiştim ay yüzlüm, apaçık sözlüm.. O kadar zor ki seni yazabilmek. Ama yazmak zorundayım. Çünkü sen paylaşmayı severdin. Paylaşacaklarımı yazmayıp bende kalırsa kalemime ihanet ederim. Onun için her satırında gözyaşımla ıslattığım harfleri nasıl sıraya dizeceğimi bilemiyorum.
Sen benim hayatımın en doğru kararıydın. Çünkü bu kararda ne senin, ne benim etkim olmuştu. Senin benim hayatıma adımını atmanla başlamak istedim. 1983 yılı Haccülekber’di (büyük hac), çok sevdiğin/m rahmetli babanın Arafat’ta gördüğü sarı saçlı yeşil gözlündüm ben senin. Bunun için tam 25 yıl beklemiştin. Halbuki kapınızı kimler aşındırmamıştı ki... Onun için rahmetli baban beni kitap fuarındaki satış standının önünde gördüğünde hiç tereddütsüz kendi ifadesiyle “aradığını bulduğu kişiyi ‘kaçırmıştı’”. Bu Asr-ı Saadetten başka zaman diliminde kız babasının damadı kaçırması belki de ilklerdendi! Ama rahmetli babacığın/m Arafat’ta gördüğü/gösterildiği namzedi, nadide yetiştirdiği özel hususiyetlere sahip senin için bekletemezdi. Öyle de oldu.
Sen hayatın boyunca Ezelî kalemin yakıştırdığı bu güzel hadiseyi taçlandırarak bayram sabahına kadar geldin. Senin çorbanı, senin sofranı, yemeğini yemeyen, gittiğin her memlekette hiçbir öğrenci kalmadı. Onlara gönül sofranı açtın. İstanbul’da kız evlâtlarına evini açtın. Onlara ablalık ettin. Allah sana hem elini, hem gönlünü açık tutma özelliği vermiş. Bu belki de Bayburtlu Nakşibendî şeyhi dedenden sana miras kalmıştı. Onun Türkiye’nin hemen her yerindeki yolcularını da tanıdıkça bu hususiyetlerinin miras olduğunu görmüştüm. Sen asrın bediîsini ve onun talebelerini de çok severdin.
Sevgili eşim, bayramın ilk günü yolculuğa hazırlandığının aslında Arefe günü bize işaretlerini vermiştin. Ama biz bir türlü o işaretleri anlayamadık. Çeyiz sandığını birlikte açtığımızda, hâlâ bembeyaz gelinliğine hasretle bakışın hiç aklımdan gitmiyor. Hele onu özenle katlayıp koklayarak sandığın en müstesna köşesine bırakmanı… Bilemedim bir gün sonrası şeb-i arûsuna (Mevlânâ’ya göre ölüm, düğün gecesidir) olan hasretini. Çünkü sen bayram sabahı hepimizle bayramlaştıktan sonra hemen hazırlanmıştın. 26 yıllık bayramlarımızın hiçbirinde yapmadığın aceleciliğinle “Babamları ziyarete gidelim!” demiştin. Abdestini almış, hazırlıklarını tamamlamış herkesten önce arabaya geçmiştin bile: Arabayı çalıştırmadan Cevşeninle, Yasinlerle başlayan okuman kalp krizine kadar devam etti. Kanserle 4 yıldır arkadaş, dost olmuştuk. Sen öyle derdin. “Kanserle savaş” sözüne şiddetle karşı çıkar, “Kiminle savaş edeceksin. Hastalığı veren Zâta gücümüz yetmez ki” derdin.
Ama kalbine öyle yükler yükledin ki, o bunları taşımakta senin kadar maharetli değildi. Sonunda senden önce kalbin dünyanın ağır ve yorgun yüklerini taşıyamadı.
Refikim; sen, biliyorum ki çok uzak bir memlekete bayramın ilk günü gittin. Öylesine uzak bir memleket ki, biliyorum oradan gelmeyeceksin. Ama yine biliyorum ki ben, çocuklar ve sevdiklerinin hepsi oraya doğru yola çıktık geliyoruz. Ne zaman kavuşuruz bilemiyorum. Ama bir gün mutlaka inşaallah. Çünkü “gelecek de bir gün gelecek” inancımızın temelini oluşturuyor. Yine “Herkes bir gün mutlaka geri dönüşü olmayan o uzak memlekete gidecek.”
Sen her gittiğin yerden oraya ulaşır ulaşmaz bizi haberdar ederdin. Gittiğin o uzak diyardan da bize hergün “aldığın izin kadar” haberdar ettiğin için çok mutluyuz.
Gittiğin ilk gün, yani vefatının ilk günü Allah dostu hafız kardeşin Feyza üzerinden gönderdiğin mesajını aldık. O ne güzel mesajdı öyle. Senin vefatından haberi olmayan, bayram için Konya’da seyahatte olan Hafız Feyza kardeşinin rüyasında Mevlânâ Türbesinde buluşmanız, hafız kardeşine tatlı sitemlerin ve “kendini öldü bilmemen”, ardından yanındaki bembeyaz elbiseler içindeki çok sevdiğini söylediğin, “arkadaşım” diye tanıttığın “Esma”yı da alarak Mevlânâ Türbesinin içine uçarak seyahatiniz ne güzel. Vefatından önce sana maddî âlemde yol arkadaşlığı yapan Cevşen’deki ESMA, manevî âlemde de sana refik olmuş ne bahtiyarlık. Bize gönderdiğin ilk mesajın ne hoş bir mesaj: “Ey sevdiklerim beni merak etmeyin. Ben bayramın ilk günü kendi Şeb-i Arûs’umu (manevî düğün gecemi) yaşadım” diyordun adeta. Zira ölüm gerçeğini İslâmî literatürde iki büyük âlim sevimli, hoş anlatır.
Biri asrın imamı Bediüzzaman. Onun deyimiyle “Mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder (değiştirir), külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bakiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki: Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz (kimin yaptığı belli olmayan) bir in’idam (yok olmak) değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır (mekân değişimi). Saadet-i ebediye (ebedî saadet) tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmâı (bir araya gelip toplandığı) olan âlem-i berzaha bir visal (kavuşma) kapısıdır”
Diğer bir âlim Mevlânâ’ya göre ölüm “Şeb-i Arus (Gelin gecesi, Düğün gecesi)”dir. Düğün gecesi tanımlamasında dünya hayatında âşık, sevdiğine düğün vasıtasıyla kavuşur. Hak âşığının düğünü de ölümdür. Ölümü düğün olarak görmenin temelinde Allah’ın insanı kendi ruhundan üfleyerek yaratması inancı yatar. Bu bakımdan yaratılış gurbet, dünya da gurbet diyarıdır. Gurbet acısını ayrılıklardan şerha şerha olmuş bir yürekle en çok hisseden Hakk âşıkları, Büyük Sevgili’ye, çölde susuzluktan kavrulmuş dudaklar gibi iştiyak duyarlar. Bu iştiyakı, aşk ateşiyle yanmayanlar umman kadar âlim olsalar da bilemezler. İşte bu yüzdendir ki Hz. Mevlânâ ölüm için şöyle demiştir: “Herkesin ölümü kendi rengindedir; dosta dosttur; düşmana düşman… Yani nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz. Dosta gider gibi ölmek var, bir de…”
Refikim, Arefe günü hasretle baktığın dünyevî gelinliğinin yerine bir gün sonra bayram sabahı şevkle şeb-i arûs için giyeceğin o en güzel gelinlik olan kefenini bilemezdim ki... Yine bize sürpriz yaptın Refikim.
Biliyorsun, ben sana hayatta hiç refika demedim. Çünkü sen benim hep refikimdin. Refika, sanki bana dünyadaki “eş, arkadaş” anlamını çağrıştırıyor. Refik ise hem dünyada, hem ukbada her iki dünyanın arkadaşı anlamları veriyor.
Sonraki günlerde ruhlar âleminden alabildiğin izin kadar bizimle temas ettin. Ayrılığının çok sarstığı ablacığına göründün. Büyük bir sarayda çok sevdiğin; Muharrem ayında, Cuma gününde, sabah namazında, camide hemen hocanın arkasında, farzın ikinci rekâtında Yasin okurken vefat eden babanla sohbet ediyormuşsun. Sarayın bütün perdelerini yenilemen doğrusu bizi şaşırtmadı. Hayattayken nasıl davranıyorsan vefatından sonra da aynı davranışın bizim için sürpriz olmadı. Giydiğin yeni elbiseler içinde ablana bayram günü neden yeni elbiseler giymediğini soruyordun.
Yine bir Ağustos ayında yaşasaydı 20 yaşında olacak kızımız Hatice’yi kucağına oturtmuş, onu seviyordun. Ablana gönderdiğin mesajında “Abla merak etme. Burada rahatım iyi. Rabbim bana dünyada tadamadığım kız evlâdı sevgisini burada doyasıya tattırıyor. Hem de doyamadığım babacığımla.” Bizleri kıskandırdığının farkında mısın bilemiyorum. Ama bu mesajı alan hemen herkes sana gıbta etti, onu çok rahat söyleyebilirim.
Refikim, “yeşil gözlünü” ne kadar sevdiğini, onu orada da düşündüğünü biliyorum. Seninle geçen son iki yılımda okulda birlikte çalıştık. Benim için okulun her tarafı seninle ve hatıralarınla dopdolu. Eve ve okula girmeye cesaret edemedim günlerce. Sen bana da oradan mesaj gönderdin biliyorum. Yine cesaretimin azaldığı günün sabahında sana gönderdiğim Yasin ve duâlarımın sonrasında rüya âleminde uyurken omuzuma dokundun ve “Leventciğim, haydi kalk artık. Saat 9, işe geç kalıyorsun“ sesinle uyandım. Duvardaki saat tam tamına 9’u gösteriyordu. Tarifi, imkânsız acılar içinde okuluma ve evimize gitmek için yola çıktım. Hem ağladım, hem de düşündüm. Sen mesajınla “Ben burada rahatım, huzurluyum. Dünya meşakkatinden, sıkıntısından kurtuldum. Ne olur sen de bunu unutma. İşinden, evinden soğuma. İşinin ve evinin başına git. Ben seni öyle görmek istiyorum“ dedin.
Canım benim, hayattayken aldığın başarı belgelerine, terhis teskeresine manevî başarı belgelerini de ekledin. Dost TV’de programlar yapmış, Kur’ân yılında “Vahyin Sesleri” programlarınla Allah kelâmının insan hayatına yansımalarını anlatmıştın. Vefatından sonra yayınlanan bu programla bize terhis tezkerene eklediğin manevî başarı belgelerini de gösterdin.
Allah, senin 35 ilden kardeşlerince gönderilen şirket-i maneviyenin hediyeleri 70 hatimle beka âleminde yâr ve yardımcın olsun. Seni çok arayacağım/z. Amma sen hep içimizde bize dünya ve ahiret dengesini hatırlatacaksın. Ölümü seninle bir dost gibi göreceğim.. Rabbimin merhametine, şefkatine, lütfuna, keremine emanet ol! AMİN!