"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Tarih, yazının bulunmasıyla mı başladı?

11 Aralık 2011, Pazar
Dersim; yakın tarihimizde sisler altında kalan birçok hadisenin aydınlatılmasının lokomotifi olacak gibi görünüyor.
 Bu,  tarihe objektif bir bilim olma hakkının iade-i itibarı açısından iyi bir şeydir. Çünkü şahsî yorumlarla havada kalan, yazanın ve anlatanın ideolojisine göre değişkenlik gösteren, muhatabını sadece kendisinin anlattığını doğru bilmeye mecbur eden ve bu haliyle zihninde bitmek bilmeyen soru işaretleri ve alınamayan cevaplardan ötürü gönülde bir ukde bırakan bir tarih anlayışının ilmî araştırma metodlarından çok uzak düştüğü aşikâr bir şeydir.  
Kişisel tarihimize 80-100 yıl yakınlıktaki bir mesafede olan tarihi bize bu kadar ulaşılamaz kılan şey ise, Osmanlı’nın yıkılış sürecinden, çok partili hayata geçiş sürecini kapsayan bu kısa zaman diliminin, tek taraflı anlatımından kaynaklanan zulmet perdesinin kalınlığı olsa gerektir. Tek taraflılığın zorunlu sonucu ise okuyucunun ikinci bir anlatıma yönlendirilmesidir. Resmi tarih kabul etmese de devrin şahitlerinden gelen ve nesilden nesile aktarılan sözlü tarih anlatımları, devrin ileri gelen şahsiyetlerinin sonradan yayınlanan hatıratları ya da resmi anlatımın satır aralarındaki boşlukların izini sürerek ulaşılan gerçekler mevcut olanın karşısında devasa bir bilgi yığını olarak durur. Hainler, dışlananlar, rejim aleyhtarları, zaferler  hezimetler bu ikincisinde bambaşka bir vecheye dönüşür. Mesela, Sevr Antlaşması’nın imzalanmayan bir antlaşma olduğu yani projeden ibaret kaldığı ve dolayısıyla “Sevr’i  imzalayan hainler” gibi bir  önermenin ortaya çıkmasının imkânsızlığını alternatif bir bilgi olmasa da ders kitaplarının satır aralarından okumak mümkündür. Ancak mesela; Menemen Olayı’nın ya da Şeyh Sait İsyanının perde arkası ve hatta katili öldürülse bile Ali Şükrü Bey cinayetinin iç yüzünün aydınlatılması isteği hep bir “ikinci tarih anlatımı”nın  izahlarına muhtaçtır ve bugüne kadar da öyle olagelmiştir. Bu ikiliğin ortadan kalkması için yapılacak şey, tarihin belge olarak kabul etmediği hatırat sahiplerinin sesine kulak vermesi ve mevcut belgelerle mukayeseli yeni ve üçüncü bir tarih anlatımının ortaya çıkması gereklidir. Çankaya’da alınan kararların iç yüzünü Latife Hanım’dan daha iyi kim bilebilir ve hakeza Fikriye Hanım’ın ölümünün cinayet mi intihar mı olduğu sorusunun tatminkâr cevabı orada yazılı değil midir?
Tarih anlatımındaki bu ikilik sadece yakın tarihimize münhasır bir şey olsa yine iyi. Tarihin bizden çok uzak olan zaman diliminin ders kitaplarındaki klasik tabiriyle; Tarih Öncesi Dönemler, Tarih Çağları ve İlkçağ Medeniyetleri’nin anlatımında da tek taraflı bir metod uygulanır. Semavî anlatımdan sarfı nazar edilmiş, insanın tekâmülünü, yani evrimi savunan Darwin Teorisine dayandırılmış alil ve kısır bir anlatımla karşı karşıya kalırız. Yaradılış gerçeğini es geçen bu anlatımda vahşi bir hayvan gibi olan insan önce taşı yontmuş, sonra cilalamış, ateşi bulunca topraktan kaplar yapmaya başlamış ve sonra madenleri keşfetmiş kurgusunda; tekâmülün şahikası ise Sümerlerin yazıyı bulmasına verilir ve tarih çağları onunla  başlatılır.
Bu anlatımın tarih okuyucusunda nasıl bir ikili düşünme sistemini geliştirdiğini ise birebir yaşanmış bir hikâye ile anlatmaya çalışayım: Bugünlerde tam da bu konulardan yazılısı olan kızım yardım isteğiyle içeriden sesleniyor; “Tarih Sümerlerin yazıyı icadıyla başladı değil mi anne?” “Evet“ diyorum. Arkadan bir itiraz geliyor; “Ama anne ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’e  ‘talim-i esma’ verildiğine (eşyanın mahiyeti tanıtıldığına) ve yasakları ve emirleri içeren  on sayfalık “suhuf “ gönderildiğine göre yazı ilk insanla ve tarihte yine onunla başlamamış mıdır? O halde tarih öncesi dönemler diye bir dönemin olmaması gerekir.”
Buna da kaçınılmaz ve tasdikî bir biçimde verilen cevap yine “evet”tir, ama malumunuz yazılıda gelmesi muhtemel olan bu soruya vereceği cevap tabii ki birincisi olacaktır. 
İlkçağ uygarlıkları içinde büyük medeniyet kurmuş kavimlerin inançları, yönetim şekilleri, ticarî faaliyetleri, uygarlıklarına ait önemli kalıntılar varsa belgeleri onların yetmediği yerde efsaneler ve destanlar ya da batı dilince mitoloji yardımıyla anlatılır da tam da bu çağların içinde yaşamış olan peygamberlerin, kavimleri ile nasıl bir ilişki kurduğundan bir satır bile bahsedilmez. İstisnai olarak İbrani Medeniyetinin kurucusu ve kralı Hz. Davud (a.s) ve Hz. Süleyman’dan (a.s) peygamberliklerine vurgu yapılmadan, özellikle Roma İmparatorluğunda siyasî çalkantılara ve nihayetinde ikiye ayrılmasına sebebiyet verdiği için Hıristiyanlığın doğuşu ve yayılması başlığıyla Hz. İsa’ya bir nebze  yer verilmiş olmasıdır.
Fakat mesela; Mısır Medeniyeti denilince firavunları ve mezarları olan piramitleri hemen akla getirseniz de, Musa’nın (a.s) mücadele ettiği Firavun’un hangisi olduğunun bilgisini bu tarih anlatımında bulamazsınız. Balık mucizesi ile tanıdığımız Yunus (a.s) vatanı ilkçağ Mezopotamya Medeniyeti’nin bir parçası olan Asur’un başkenti Ninova’dır. Kavmine küsen şehrini terk eden nebinin serencamından ticarî faaliyetlerini bile kil tabletlere geçiren ve Anadolu’ya yazıyı getiren kavim olarak bilinen Asur ileri gelenleri bir satırcık ta olsa bahsetmişler midir? Bu da bir muammadır. Hele hele Nemrut’la olan mücadelesi ve ateşe atılma hadisesinin binlerce şahidi olan İbrahim Peygamberin Babil’in asma bahçeleri kadar da şöhreti ve hükmü yok mudur? Kur’ân’da “Ahsenü’l- Kasas” olarak geçen ve nesilden nesile sözlü anlatımlarla beşeriyet hafızasını süsleyen, yazıya geçtiğinde ise şairlerin ediplerin mürekkeplerini tüketen  Hz. Yusuf’un (a.s) hayatına bu tarih neden kör ve sağır davranır? Bu uygarlıkların yıkılması ile Kur’ân’da bahsi geçen kavimlerin akibeti aynı zaman diliminde olmasına rağmen neden birbirinden ayrı giderler ve neden yazılı belgeyi tarihin bilimselliğinin ön şartı olarak kabul eden tarih yazımında semavi kitapların yol göstermesine başvurulmaz? Kral Midas’ın ‘kulakları’nı yazan tarihin, Salih peygamberin ‘deve’sinden hiç mi haberi yoktur?
Bütün bu soruların cevabı aslında yazının başındadır. Yakın tarihin üzerindeki küllerin kalkması uzak tarihin semavi anlayıştan kopuk anlatımının değişmesiyle yakından ilintilidir. Zira yakın tarihin üstünü zulmet perdesiyle örten el ile, uzak tarihi ”milli tarih” anlayışıyla yazan el aynı el, kalem aynı kalemdir. Ve  Dersim ezberlerin bozulması, ikiliğin kalkması, soruların cevaplarının sağlam zemine oturtulmasında bir milat, bir sembol olacaktır…
 
ZEYNEP ÇAKIR
[email protected]
Okunma Sayısı: 7795
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı