"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Nasıl bir Diyanet İşleri? - 1

08 Mart 2019, Cuma
Bediüzzaman, adına ister Meşihat diyelim ister Diyanet, İslâm dünyasına manen, ilmen ve fikren rehber olacak bir makamın, Osmanlının son yıllarında içine düştüğü duruma çok esaslı tahliller getiriyor, bu durumun ne gibi neticelere yol açtığını çok net bir şekilde ortaya koyuyordu.

Son 30 yıl içerisinde yapılan Din Şûrâlarının sonuç bildirilerinde vurgulanan çok önemli bir başlık yer almaktadır: “Diyanetin devlet içindeki-veya yanındaki-konumunun çok iyi belirlenmesi, acil bir ihtiyaçtır”. Bildirilerde hep “İlmî ve idarî özerklik olmalı” denilmektedir; ama bu nasıl ve hangi esaslar çerçevesinde sağlanmalıdır, henüz yeterince değerlendirilmemiştir. Kurumun “ekonomik özerkliği” de söz konusu olacak mıdır? Olacaksa bunun esas ve usûlleri nasıl tayin edilecektir? Batıdaki kilise ve devlet ayrımından kaynaklanan uygulamalar bizde geçerli olamayacağına göre, bu mesele nasıl çözümlenecektir? Bazı çevrelerce savunulan “Diyanet lağvedilsin”, “Cemaatlere devredilsin” gibi görüşler ne “ölçüde geçerlidir? Bütün bu konular enine boyuna tartışılmalıdır. Bu çalışmada, çağımızın büyük İslâm âlimi ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşleri ışığında bazı değerlendirmeler yapılacaktır.

Çağımızın “şahs-ı manevî” zamanı olduğuna her vesileyle dikkat çeken Bediüzzaman, dinî hizmetlerin de bir şahs-ı manevî tarzında, heyet halinde gerçekleştirilmesi gerektiğini daha Osmanlı devrinde ifade etmişti. Sünûhat isimli eserinde, konuyla ilgili çok dikkat çekici tesbitler vardır.

BİR TEKLİF 

Önce, Meşihatla ilgili bahsin başına Bediüzzaman’ın sonradan düştüğü bir notu aktaralım:

“Bidayet-i hürriyette şu fikri Jön Türklere teklif ettim, kabul etmediler. On iki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi Âlem-i İslâm’ın mütemerkiz noktasına arz ediyorum.”

Bu nottaki “hürriyetin başlangıcı” tabiri, İkinci Meşrûtiyetin başladığı 1909 yılını ifade ediyor olmalıdır. “On iki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler; lâkin meclis feshedildi” cümleleriyle ise, Bediüzzaman’ın “Hilâfet mânâsını bu meclis üstlenmelidir” hitabında bulunduğu Birinci Millet Meclisi kastediliyor olmalıdır. Bediüzzaman’ın eserini yeniden gözden geçirirken düştüğü nottaki son cümle de bu tahlilin günümüzdeki muhatabını belirliyor: “Âlem-i İslâmın mütemerkiz noktası.” Bu ifadeden değişik mânâlar çıkarılabilir, ama özellikle Türkiye’nin muhatap alınmış olması kuvvetle muhtemeldir.

Bediüzzaman’ın “Meşihat”la ilgili tahlillerini sırasıyla aktarmak konuya açıklık getirebilir. Konuyla ilgili etraflı bilgi ve fikir edinmek için, mutlaka Sünûhat’ın ve Münâzarât’ın sayfalarına müracaat edilmelidir.

BEDİÜZZAMAN’A AİT BAZI SOSYOLOJİK TESBİTLER 

* Tarih bize gösteriyor ki, Müslümanlar ne derece dinlerine sarılmışlarsa, gelişmiş, kalkınmış, ilerlemişlerdir. Buna karşılık, ne zaman dinde zaaf göstermişlerse, gerilemişlerdir. Başka dinlerde ise durum tam tersidir.

* Peygamberlerin çoğunun şarkta gelmesi, kaderin bir işaretidir ki, doğu insanının hissiyatına hâkim olan unsur, dindir. Bugün de İslâm dünyasını uyandırıp zilletten kurtaracak olan, yine bu din hissidir.

* Yine kesin olan gerçeklerden biri de şudur: İslâm devleti olan Osmanlıyı, maruz kaldığı onca öldürücü darbeye rağmen uzun yıllar ayakta tutan ve muhafaza eden yegâne faktör, din hissidir. Aynı şekilde, Osmanlının vârisi olan Türkiye’yi de, içeriden ve dışarıdan yapılan amansız tazyiklerle yürütülen, aslî misyonundan uzaklaştırma gayretlerinin başarısızlığa mahkûm olması ve ülkemizin yine tarihî misyonuna yönelmeye başlaması, bu sosyolojik gerçeğin bir neticesidir.

Peki, böyle bir ülkede devletin dini hizmetleriyle ilgisi nasıl olacak; din hizmetleri nasıl bir organizasyona kavuşturulacaktır? Bilhassa da “Laik” devlet yapısı içinde...

DEVLETİN DİNİ

Bediüzzaman, Münâzarât’ta şöyle diyor:

“Şu hükûmet ki, kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm, üssül-esâs-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, din-i İslâmdır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünkü milletimizin mâye-i hayatiyesidir.” (s. 53)

Bu ifadeler, ilk olarak, İkinci Meşrûtiyet sonrasında kurulan hükûmet için kullanılmıştı. Ama Bediüzzaman, söz konusu mânâların “laik” olduğunu söyleyen cumhuriyet hükûmetleri için de geçerli olduğunu düşünüyordu. Nitekim, kendisini zindanlara tıkan hükûmetlerin iş başında olduğu 1930’lu yıllarda, “Ben hükûmet-i cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım kanunu medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye biliyorum” diyordu. (Tarihçe-i Hayat, s. 223.)

Eskişehir müdafaalarında geçen şu cümleler de ona aitti:

“Ekser-i hükemânın garbda ve Avrupa’da zuhuru ve ağleb-i enbiyânın şarkta ve Asya tulûları, kader-i ezelinin bir işaret ve remzidir ki, Asya’da hâkim, galip, din cereyanıdır. Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan bu hükûmet-i cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hâsiyetinden ve mâdeninden istifade edecek. Ve bîtarafane prensibi, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir.” (a.g.e. s. 215.)

Bu ifadeler, Diyaneti alışılmış “laik devlet” kalıbı içinde yerli yerine oturtma gayretlerinin getirdiği çelişki ve sıkıntılardan bizi büyük ölçüde kurtarmaktadır. Eğer milletin büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede devlet yine İslâm’ın hizmetinde olmak durumunda ise -ki öyle olması gerekir- böyle bir sıkıntıya düşmenin gereği kalmıyor çünkü.

Böyle olunca, Sünûhat’ta geçen “Bizim padişahımız hem sultandır, hem halifedir ve hem âlem-i İslâmın bayrağıdır” cümlesindeki mânâyı günümüz şartlarına adapta etmek büyük ölçüde kolaylaşıyor. Evet, padişahlık ve saltanat sistemi tarih oldu, onun yerini milletin kendi tercihiyle seçip belirlediği meclis ve onun içinden çıkan idareciler aldı. Ama Bediüzzaman’ın o döneminde padişah için öngördüğü misyon, bugün demokrasinin ürünü olarak iş başına gelen devlet idarecileri için de geçerlidir.

Bu itibarla, eğer bugün devletimiz, Türkiye sınırları içindeki 60 milyona hükmediyorsa; mecliste mündemiç olan hilâfet mânâsı itibarıyla da bir milyar Müslüman arasındaki nuranî irtibatın aksettiği bir dayanak olma potansiyelini koruyor. Bugünkü hâkim anlayış söz konusu idrakten hayli uzak görünse bile, bu misyon yine de sahibini bekliyor.

HİLÂFET VE MEŞİHÂT

Bediüzzaman Said Nursî, Birinci Millet Meclisi’nde bulunan mebuslara dağıttığı beyannamede, meclisin manevî şahsiyetinin, saltanat mânâsıyla beraber, hilâfet mânâsını da “vekâleten” deruhte etmesini istiyordu. (Tarihçe-i Hayat, s. 127)

Neden “vekâleten?”

Çünkü daha önce Sünûhat’ta yaptığı tahlillerde de ifade ettiği gibi, hilâfet mânâsının asıl temsilcisi; Meşihattı. Osmanlının Meşihatını Yeni meclis yeni bir düzenlemeye tâbi tutuncaya kadar, bu mânâyı vekâleten üstlenmeli; daha sonra bu tanzim neticesinde şekillenecek olan müesseseye, hilâfet misyonunu devretmeliydi.

Eski Meşihat sisteminin ihtiyaçlara kifayet edemez hale gelmesinin başta gelen sebebi olarak, “Meşihat cenahının, bir şahsın içtihadına terk edilmiş olması”nı gösteriyordu Bediüzzaman.

Hâlbuki asrımızın genişleyen ve çoğalan münasebetler ağı içinde, farklı farklı içtihatların yol açtığı kargaşa, İslâmî fikirlerde ortaya çıkan dağınıklık, fâsık medeniyetin sızmasıyla ahlâkta beliren alçalış karşısında, Meşihatın çok güçlü olması gerekirdi.

Ama iş tek bir şahsın içtihadına terk edildiği için, bu müessese, kendisinden beklenen fonksiyonu yerine getiremez hale gelmişti. Hattâ, bu durum sebebiyledir ki, harici tesirlerin tazyiki ile, dinin birçok ahkâmından tâviz verme durumu dahi hâsıl olmuştu.

Kaldı ki, işlerin ve ilişkilerin alabildiğine basit olduğu, ümmetin taklide ve teslimiyete dayalı bir hayat sürdüğü önceki devirlerde dahi -intizamsız da olsa- Meşihat bir şûrâya dayanarak iş görüyordu.

Ama bu teamül, Osmanlının son devirlerinde büyük ölçüde zaafa uğramış; taklit ve teslimiyetin büyük ölçüde kırıldığı, hayatın da alabildiğine karmaşık hale gelmeye başladığı o dönemde bu şûrâ mânâsının istenen tarzda yaşatılamayışı, Meşihatı iyice yetersiz hale getirmişti.

MEŞİHAT VE İSLÂM ÂLEMİ

Diğer taraftan, Bediüzzaman, hadisenin bir başka yönüne daha şöyle temas ediyordu:

“Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâm’a şâmil bir müessese-i celîledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâm’ın, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir hale getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba, hem mâkes vaziyetini alsın âlem-i İslâm’a karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin.” (Sünûhat, s. 37-38)

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman, adına ister Meşihat diyelim ister Diyanet, İslâm dünyasına manen, ilmen ve fikren rehber olacak bir makamın, Osmanlının son yıllarında içine düştüğü duruma çok esaslı tahliller getiriyor, bu durumun ne gibi neticelere yol açtığını çok net bir şekilde ortaya koyuyordu.

Peki, belirtilen sebeplerle, kendisinden beklenen fonksiyonu yerine getiremez duruma düşen bu makam, nasıl güçlendirilir ve nasıl daha tesirli hale getirilir? 

Misyonuna nasıl sahip çıkıp, nasıl hizmet edebilir?

-DEVAMI VAR-

Etiketler: diyanet
Okunma Sayısı: 10608
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı