Adaleti az, kanunu çok olan bir ülkede Hz. Ömer’in adaletini anlatıp turist Ömer’in icraatları ile yönetiliyoruz. Bu ülkenin zencilerine her sokak çıkmaz sokak oluyor. El attıkları her dal kuruyor. Her kapı kapanıyor.
Olup bitenleri huşu içerisinde seyreden kalabalıklar arasında insan içine karışmış ve ziyan olmuş çokları vardı.
En büyük pramiti kendi kibri olan mütekebbirler yüzünden yürüdüğü halde ilerleyemeyen ya da dikiz aynasına bakıp ilerlemeye çalışan bir toplum olmuştuk artık.
Doğru söyleyenleri tesbit edilip dokuz köyden kovma yarışına girişilmisti. Her yalana bir kılıf, her kılıfa bir yalan hazırlamışlardi.
Seçimler yaklaşmasına karşı yalanin paralı olmasina bile aldırış etmeden kredi çekip yalan söyleyen mahir siyasetçiler koltuklarını korumak için cehennemi kabul etmiş gibi rahat ve fütursuzca davranıyorlardı.
Kendisi lüks içinde yaşayıp başkasına şükretmeyi öğütleyen şaksakci insanlar çoğalmıştı. Toplumda hak, hukuk, adalet, din, insanların içini acıtır hale gelmişti.
Bu ülkenin zencileri o kadar alışmıştı ki duyarsızlastırılmaya “Arkası gelmez dertlerimizin” dedikçe bu ahu enini şarkı zannenler vardı.
Kapıma dayandiklarinda “Siz iteklemeyin, ben kendim giderim” dedim ve mendil satan çocuğun burnunu koluna sildiği gün kadar acıydı yaşadıklarımız. İnsan yerine koyduğum halde yerini yadırgayanlara söylenecek tek bir söz vardı: Keşke herkesin ömrü kendi vicdani kadar olsa.
Hulasa-i kelam, “Korkarım dünyada öyle bir zaman gele;
İnsanlar yaşaya, insanlık öle” (Bahtiyar Vahapzade)