Muallim; talim eden, hoca, ders veren, öğretici manalarına gelen Arapça bir sıfattır. Eskiden geniş olarak kullanılan bu sıfat öğretmen olarak değişegelmiştir.
Öğrenci diye kullandığımız sıfat da aslında talebedir. Bu, pek çok husus ihtiva eden ve geniş manalı muallim, talebe kelimeleri basitleştirilerek âdeta öğretmem ve öğrenmem’i tedâi ettiren bir seviyeye indirilmiştir. Her neyse basitleşmiş de olsa şimdi bunları kullanıyor ve dar manada da olsa ne denmek istediğini anlıyoruz.
Aslında muallimin muhtevasında talim vardır, eğitim vardır. Öğrendiğini hazmedip harekete çevirme vardır. Bildiklerini tatbik etmek ve yaşamak vardır.
Öğretmen deyince sanki bir şey öğretmem der gibi bir hâl hissedilmekte… Günümüzde bir şeyler öğretmeye ve dersini vermeye çabalayan öğretmenler de olsa, bunları öğrenciye verebilecek ve o öğrencide bunları öğrenmek isteyecek istek ve gayret var mıdır? Okul ve sınıf ortamı öğretmeye ve öğrenmeye müsait midir?
İlmi taleb eden, öğrenme istek ve arzusunda olan manasındaki talebe yerine kullanılan öğrenci de sanki kelimenin değişmesi gibi tersi bir vaziyete dönüşmüştür. Eskiden ilim tahsil ederek kendini yetiştirmek talebinde olan talebe, -istisnaları olsa da- şimdilerde her şeyi savsaklayan, öğrenmeye kapalı, keyfinin doğrultusunda vakit öldüren hareketli bir şey vaziyetindedir. Hele hele zamanımızda çocuğunun kabahatinin arkasında duran, terbiye namına bir şeyler vermeyen velilerin mevcudiyeti bu durumun ıslahını geciktirmektedir.
Hâlbuki her insan için hedefe ulaşmak, yaşanan bilgiyle mümkün olur. Yaşanmayan malûmat, lüzumsuz bir yük ve ağırlıktır. Bilginin yaşanmaması tatbik edilmemesi o malûmatı manasızlaştırır. Kıymetini ıskat eder, gözden düşürür. Böylesi eğitim verilemeyen mektepler; gaye, hedef ve gerçek seviyelerini de kaybetmeye başlarlar.
Bilinenleri değerli kılan unsur onun yaşanmasıyla kıymetlenir. Bununla beraber o malûmatla bakış acısı da mühimdir. İman ve inançla bakılırsa bütün ilimler aydınlanır ve nurlanır. Âdeta canlanır ve sevimlilik kazanır, âlâkayı celbederek cazibesini arttırır.
Talebelerin çoğu öğrendiklerinin veya öğretilmek istenilenlerin işe yaramadığını düşünür ve “bunları niye öğrenmeye çabalıyoruz, ne işe yarayacaklar” diye şikâyetçi olur. Tarihî vak’aların yaşanmasını ve ne zaman olduklarını, bir hayvanın iç organlarını, matematikteki çözülemeyen problemleri öğrenmeye çalışmanın neye yarayacağını sorgularlar. Materyalist açıdan bakılınca, evet bütün bunların kıymet ve değeri yoktur. Her şeyi maddede arayan göz, işin hakikatini ve manevî taraflarını anlayamaz bir körlük içerisinde olur.
Ancak iman gözlüğüyle bakılırsa bu bilgi ve fen, mana ve kıymet kazanır. Maddî manevî, canlı cansız bütün mevcudat âleminde geçerliliği olan imanlı nazar, yâni onların Yaratıcısı Allah adına bakılır ve dikkat edilirse her şey cazip hâle gelir ve bilgiler değerlenir. Mevcudat âlemini Yaratıcı’nın bir kitabı gibi okuyarak anlamaya çalışan, böylece eserden müessire (yaratılandan Yaratıcı’ya) geçen insan, öğrendiği her yeni malûmatla inancın zevkini alır ve karanlıklardan çıkarak kötümser hislerden de kurtulur.
Eğer bu iman şuuru verilemiyorsa bilgiler, devamlı ağırlaşan bir yük olur. ‘Okuyup da ne olacak?’ dedirtir. Bu suretle de, -hâlbuki iman sahiplerine ilk emrin ‘oku’ olmasına rağmen- okumaya bigâne kalınır ve câhillik kalıcı olur.
Öğrenmenin ve öğretmenin ehemmiyetini azaltan başka bir husus da, ilim ile imanı çatışır göstermektir. Bu suretle insanlar inançları ile ilim arasında bir tercih yapmaya zorlanırlar. Buna en bâriz örnek, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki uygulamalardır. Bunları gören bu vatanın insanları, okuyup imanından olacağına câhil kalsın, inancını korusun denilerek okuldan uzak tutulmuştur. Hâlbuki gerçek ilim imanı arttırır. Haddizâtında İslâm inancı ile ilim hiçbir zaman ters düşmez ve çatışmaz. Zirâ, “ilim ilerledikçe Kur’ân gençleşir” ondaki güneş gibi hakikatler akılları hayrete düşüren bir hayranlıkla ortaya çıkar. Bunu idrâk eden ve yaşayan Müslümanlar da ilerler ve âlemin ibret ve gıptayla temâşa ettiği en medenî insanlar hâline gelirler. Mazimiz (tarihimizde) bunun misâlleri çoktur.
Yakın geçmişimizde muallimden öğretmene geçildiği zamanlarda talebeye bunun tersi dikte edilmiştir. Sanki farklı ve birbirinden ayrı şeylermiş gibi; ilim mi, iman mı tercihine zorlanmıştır. O mekteplerde okuyanların resmen ve açıktan inançsızlık söz ve hareketler göstermesi mü’min çoğunluğu ürkütmüş ve okullardan uzak durmalarına sebep olmuşlardır.
Zamanla tahsilin, ilim öğrenmenin ehemmiyetini anlayan insanımız, devleti beklemeden kendi okulunu kendisi inşâ etmiş, hükûmetlerin bigâne kaldığı din öğretimi müesseselerini tesis etmeyi de bizzat yüklenmiştir. Fakat sözde aydın, gerçekte aydınlanamayan veya yarı aydınların itham ve iftiraları altında devamlı rahatsız edilmişlerdir.
Hem câhillikten şikâyet edilmiş, hem de okumaya çabalayanların önlerine çeşitli engeller çıkarılmış, saçma ve insan haklarına aykırı sebeplerle önü kesilmiştir.
İşte bu nev’î hukuksuz ve gayri insanî tahammülsüzlüklerin neticesi –bu vatanın asıl sahibi olan- millet, kendi okulunu kendisi yapmaya meyletmiştir. Buna da kirli eller karışarak bin bir zahmet ve masrafla yapılan binalar kendi menfilikleri istikametinde kullandırılmaya icbar edilmiş, eğitim ve öğretim arzuların tersine bir yola sokulmaya çalışılmıştır.
Halkın ve dahi milletin fedâkârane teşebbüsleri destek yerine köstek görmüştür. Millet irâde ve hâkimiyetinden bahsedenler, eğitim konusunda millî irâdenin tecelli ve demokratik seçiminden hep korkar olmuşlardır. Her şeye rağmen bu nev’î hamiyet ve gayretler, çeşitli dallarda başarılı insanlar yetişmesi semeresini de vermiştir.
Hamiyetli öğretmenler muallim olmanın zevk ve şevkine varmak emelindedir. Kuru ve kalıplaşmış bilgilerin hamalı olmaktan çıkıp öğrendiği malûmatı yaşayan ve bunu talebesine sevgiyle verme gayret ve heyecanı içinde ümitvardırlar.
Geleceğimizin inşâsı, inançlı, ilim ve kültürle barışık ve idealist muallimler elinde mümkün olabilecektir. Günümüzde değerinin ve itibarının azaldığı muallimliğin haklı yerine çıkması hasreti ve emelindeyiz. Hapishâneleri bile bir nev’î okul (Medrese-i Yûsufiye) hâline getiren bir anlayışın sahiplerinin bunu istemeye hakkı vardır.
Maarif sistemimiz (Millî Eğitim), yap-boz hâline getirdikleri ve bir türlü iyi ve istenileni vermeyen sistemlerle –tabiî kasıt yoksa- vakit geçirmeyip köklü ve esaslı, demokratik, insana yakışır tatbikatlar içerisine girmeli ve bize yaraşır bir sistem uygulamalıdırlar, vesselâm.