"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

“Üzgünüm, burada anlatabileceğim güzel bir şey yok”

Mustafa Sait ÖNAL
26 Nisan 2017, Çarşamba
Savaş sırasında çekilen bir belgeseli izliyoruz dev ekranda. Küçük bir kız yarım İngilizcesiyle arkadaşlarının öldürüldüğünü keskin nişancıların sivilleri avladığını anlatıyor ve kameraya, biz seyircilerden özür diliyor, üzgün, ama mutlu olmaya çalışan bir yüz ifadesiyle.

Dinar Alpleri’nin dik yamaçlarındaki çatıları keskin, iki katlı tarihî Saraybosna evlerini izlerken, çim bitmiş yemyeşil tramvay yolunda sarsılarak ilerliyoruz. Hemen hemen bir çoğunun dış kaplamasında “Konya” yazan tramvayların birinde ayakta dikilirken tramvaydaki eskiden kalan Konya durakları dikkatimizi çekiyor. Yola birlikte çıktığımız Mücahit Çakır ile birlikte Konya’dan “çıkma” tramvayda giderken, toplu taşımanın durak isimlerini ve uyarı yazılarını dahi yenilemediklerini fark ediyoruz: “Lütfen kapılara yaslanmayınız.” 

Şaşırmamız henüz daha geçmeden TİKA otobüslerini fark ediyoruz. Daha önce de onların da üzerinde Şişli yazıyormuş, sonradan öğreniyoruz bize Bosna’da yardımcı olan Furkan isimli arkadaşımızdan. 

Saraybosna’nın tarihî sokaklarında bir çok Türkçe konuşan insana rastlıyoruz. Hiç yabancılık çekmiyoruz, sanki Türkçe, ülkede ikinci dil. Türk turist de bir hayli fazla. Ara sıra bir çay yudumlamak için oturduğumuz yerlerde muhabbete giriyorlar hemen: Nereden geldiniz? İstanbul’dan deyip muhabbete başlıyoruz. Onlar da çeşitli şehirlerden gezmeye gelmişler. Kimisi Adana, kimisi Muğla, kimisi de Erzurum.

Tramvaydan, şehri boydan boya kesen Miljacka Nehri’nin yanında şehrin en önemli noktası olan Başçarşı’ya yakın bir yerde iniyoruz. Nehrin ötesine, karşısındaki sokakta duvarın dibinde Avusturya-Macaristan Krallığı veliahtı Ferdinand’ın suikaste uğradığı Latin Köprüsü’nden geçiyoruz. Önümüzdeki günlerde birazcık üşüyeceğiz, ancak hava serin olur diye beklerken Saraybosna bizi ilk günlerinde sıcak bahar havayla karşılıyor. Sıcak hava ve tramvayın uzun süren sarsıntılı seferleriyle yorulduk. Köprünün ordaki yeşil çimlerin üzerinde biraz dinlendikten sonra Saraybosna’nın Başçarşı’da bulunan meşhur Sebil’ine doğru ilerliyoruz. 

Meşhur meydanın ortasında oluklarından çok zayıf su akan çatısıyla birlikte sanırım altıgen yapıda olan bir çeşme bahsettiğimiz sebil. Buraya her yönden bağlanan caddelerde ise hediyelik eşya dükkânları, kafeler, lokantalar ve camiler bulunuyor. Gazi Hüsrev Bey Camii de bu yürüyüş yollarından birinde geniş bir alan üzerine bina edilmiş. Doğu Avrupa da olsa bir Avrupa ülkesinde bu kadar fazla cami görmek Avrupa üzerine olan Batılı algımızı yerle bir ediyor Bosna-Hersek.

Vakit geldiğinde yakın bir camiye girip namaz kılabilmek bir Avrupa ülkesinde lüksmüş gibi gelirken burada sanki Türkiye’nin bir şehrindeymiş gibi gidip namaz kılabiliyoruz. Yüzyıllardır barış içinde olan Saraybosna; Müslümanları, Katolikleri, Ortodoksları ve Musevileri barındırmasıyla Avrupa’nın, Kudüs’ü olarak kabul ediliyor. Mimar Sinan’ın yaptığı Gazi Hüsrev Bey Camii’ne girip vakit namazımızı kılıyoruz.

Saraybosna’nın dar ve eski yapılarının bozulmadığı caddelerinde yürüyoruz. Tarihî bütünlüğü bozan unsur aslında sadece insanların giydiği kıyafetler kullandığı cihazlar ve arabalar... Başçarşı tarafındaki taş binalar alçak çatılarındaki dik kırmızı kiremitleriyle sokakları boyuyor.

Aliya İzzetbegoviç Müzesi’ne gitmek için Sebil’den yukarı çıkarken Şehitler Mezarlığı’nı görüyoruz, orta taraflarında Bilge Kral İzzetbegoviç’in sade yapıda anıt mezarı olan... Kendisinin vasiyet ettiği üzere; askerlerinin yanında, sade bir yerde...

Aliya İzzetbegoviç Müzesi’ne gitmek için biraz daha yükseğe çıkıyoruz yamaçtan. Bembeyaz uzun ince taşlı Şehitler Mezarlığı’nı geçince müzeye ulaşıyoruz. İki tabya arasındaki surla birlikte, bir müze. Müzede Aliya İzzetbegoviç’in şahsî eşyaları bulunuyor. Kullandığı kalemlerden, onur madalyalarından, kullandığı silâhlardan, bütün fotoğraflarda başında olan meşhur şapkasına kadar...

Dikkatimizi çekenleri müze görevlisi Faris’e soruyoruz. Kendisi, hevesle ve istekle bütün sorularımızı millî duygularıyla birlikte sabırla cevaplıyor. Savaşın öyküsünü anlatıyor. Aliya İzzetbegoviç’in verdiği mücadeleyi ve Boşnakların düzensiz orduyla, kıt kaynaklarla özgürlükleri için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Nihayet Bilge Kral’ın cenaze törenini gösteren bir resme bakıyoruz. Faris, 150 bin kişinin katıldığını söylüyor bize, herkesin elinde bir şemsiye gördüğümüz cenaze törenine. Yağmur yağıyor.

Müzeden ayrılırken ağaçların çiçek açtığını fark ediyoruz. Aşağı doğru Sebil’e doğru ilerleyip biraz ilerdeki meşhur Morića Han’a oturup soluklanıyoruz. Boşnak Kahvesi söyleyip dinleniyoruz. Yuvarlak bakır tepsi üzerinde bir bardak su bir fincan ve bir cezveyle birlikte gelen “Kafa” Türk Kahvesi ile oldukça yakın. Belki sadece sunumunda farklılık taşıyor.

Akşam olunca evin yolunu tutmadan yöresel yemeklerden “Cevapi” olan Boşnak Köftesi’ni yemeye karar veriyoruz. Bosna’nın kullandığı KM (Konvertibl Mark) para birimi Türk Lirası’ndan daha değerli olmasına rağmen ülkede alım gücümüz düşük değil. Öyle ki, aylık 300 KM’ye çalışan insanlar olduğunu duyuyoruz. 1 KM yaklaşık 2 TL yapıyor. Başçarşı’nın en iyi lokantalarından birine girip içinde 200 gram köftesi olan bir Cevapi için 7 KM ödeyip çıkıyoruz. Lezzetine ve kalitesine denilebilecek hiçbir söz yok. Travnik’te yarı fiyatına bulmanın mümkün olduğunu da duyduk, ancak Travnik’e uğramaya fırsatımız olmadı.

***

Saraybosna’daki ilk günümüzde bütün şehri gezmiş olacağız ki 30 bin 147 adım atmışız. Sabah o yorgunluğun mahmurluğuyla, yine de dinlenmiş olarak uyanıyoruz.

Tekrar yola çıktığımızda 3 KM’e gidiş-dönüş bileti alarak tramvaya bineceğiz. Sarsılarak irkilerek, Avrupa’nın ilk tramvayında gidiyormuş gibi ilerliyoruz. Zira Avrupa’nın ilk tramvayı 1885 yılında hizmete giren bu yoldaki bir tramvaymış. Zannedersiniz ki 1885 yılından beri aynı araçlar kullanılıyor.

Başçarşı’ya geldiğimizde şehri daha iyi tanıyoruz artık. Girişleri çıkışları camileri ve insanlara biraz daha hakim bir şekilde bir kez daha turluyoruz çarşıyı. Bu sefer gideceğimiz yer “Galerija 11/07/95” Srebrenitsa Katliâmı için farkındalık oluşturan, katledilen 8372 insanı anmak için kurulmuş sergi alanı.

İtiraf etmeliyim ki “Galerija 11/07/95” bu zamana kadar gezdiğim müzeler arasında en anlamlısı olanıydı. Tarik Samarah’ın çektiği fotoğraf ve belgesellerden oluşan müze Srebrenitsa Katliâmı’nın ince acılarını ortaya döküyor. 

Aklımdan çıkmayan, sesli rehberde katliâmdan sağ çıkan birisinin anlattıkları şöyleydi: 

“Katliâm sırasında bazılarıyla ormana sığındık. Aç ve üşümüştük. Ormanda vakit geçiriyorduk. Geceleri Sırplar anons ediyordu. Eğer teslim olursak bize zarar vermeyeceklerini söylüyorlardı. Bitkin olanlarımız ve kararsızlar ormanın aşağısına ilerleyip teslim oluyordu. Ancak onların da hepsini işkence yaparak öldürdüler.”

Hollanda’nın sivil alanı korumak için verdiği sözünü tutmadığı, Dünya’nın sessiz kaldığı Srebrenitsa Katliâmı’nda yaşlı, kadın, çocuk ve bebek demeden gerçekleştirilen sistematik bir soykırımın enkazını izliyoruz resimlerde. Fotoğrafçı Samarah’ın sesli rehber vasıtasıyla anlattıklarına göre katledilenlerin kimlik tesbiti sırasında kol kemiklerinin bacaklarının ve kafataslarının çoğunlukla farklı alanlarda bulunduğuna dikkat çekerek yapılan işkencelerin boyutunu vurguluyor.

Savaş sırasında çekilen bir belgeseli izliyoruz dev ekranda. Küçük bir kız yarım İngilizcesiyle arkadaşlarının öldürüldüğünü keskin nişancıların sivilleri avladığını anlatıyor ve kameraya, biz seyircilere özür diliyor, üzgün, ama mutlu olmaya çalışan bir yüz ifadesiyle: 

“Üzgünüm, burada anlatabileceğim güzel bir şey yok.”

Çarpılmış bir şekilde nihayet sergiden ayrılırken sesli rehberi bilet ofisine teslim ediyoruz. Asansöre bindiğimizde, “Sen benim şahidimsin” yazısıyla karşılaşıyoruz tekrardan. İnsanlığın terk edildiği katliâma şahit olmaktan başka çaremiz de kalmıyor gördüklerimizden sonra zaten.

Akşam namazını kılmak için girdiğimiz camide namaz sonrasında cami cemaati, birbiriyle selâmlaşarak ayrılıyor camiden. Birbirlerine gülümsüyorlar birbirlerine selâm veriyorlar. Benim Türkiye’de gördüğüm bayramlaşma merasimini Saraybosna’da vakit namazlarından sonra yapıyorlar. Belki, bütün camilerde de değil.

Devam edecek...

Gezi: Mustafa Sait Önal / [email protected]

Instagram:  @mustafasaitonal

 

Gezi yazısının diğer parçaları:

“Üzgünüm, burada anlatabileceğim güzel bir şey yok” (1)

Her yerde Osmanlı’nın izi var (2)

Ziyaret bitti, artık vatana geri dönmek vakti (3)

Etiketler: mustafa sait önal
Okunma Sayısı: 6653
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Mustafa Sait Önal

    26.4.2017 22:08:45

    Allah sizden de razı olsun... Değerli yorumunuz için çok teşekkür ediyorum. Kendi özüne yabancılaşmış bir Bosna halkı görmek gerçekten üzücü. Hele de bu değerlerinden dolayı ciddi zulüm altında kalmışken… Şer gibi görünende de bir hayır vardır. Allah yardımcınız olsun. Ülkece huzurlu olduğumuz hakkaniyetli günleri de göreceğiz inşallah ümit var olun. Hayırlı günler.

  • 672 KHKlı

    26.4.2017 08:15:18

    Aktardiginiz için Allah razi olsun. Kamuda görevli iken Ülkemizi temsil etmek için tasavvuf korosu olarak gitmistik. İnanin yazinizi okurken o mahzun yerlere tekrar gittim. O evlerin duvarlarındaki kahpe mermi izleri hala duruyordu. Sanki gelen giden onları lanetlenmesi için. O zulumleri simdi daha iyi anliyorum. Çünkü bende ozyurdumda garip kaldim. KHK belasiyla hayatimiz zindan oldu. Bu arada Travnik'e de gitmistik.:) Ve içler acisi olani Bosnanin evlatlari Avrupalilasma hevesiyle kendi özüne ne kadar da yabancilasmis. Çünkü zalimin elinde kimsesiz kaldılar. Yani demek istediğim aksam olunca gece hayati denen yalancı eğlencelerle gazinolarda kendilerini avutuyorlar. Turkiye'den gelenlere bir umtla bakiyorlardi. Bizi kurtarin, elimizden tutun der gibi.. Ama kadere bak ki simdi biz bekliyoruz elimizden tutacak birilerini. Simdi biz zulüm altında inim inim inliyoruz.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı