1937 yılının hemen başında yapılan bir anayasa değişikliği, CHP’nin altı ilkesini (altı oku) anayasal metin haline getirdi. Partinin ilkeleri ile devletinki özdeşleşti. Sorun değildi; çünkü zaten başkaca bir parti bulunmuyordu. O tarihten 1961 anayasasına kadar geçen dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkeleri cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçı olarak açıklandı. O tarihten bu yana bu ilkelerin nasıl yorumlanması gerektiği, sadece geniş kamuoyunda tartışılmakla kalmadı; fakat belki daha da önemlisi ilkelerin sahibi olan CHP içinde de tartışıldı. Galiba tartışma hala devam ediyor.
Şükrü Kaya değişikliğin nedenlerini ve amacını anlatıyor
Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, mecliste değişikliğin nedenlerini ve amacını anlatmaya çalışıyordu. Bunun için kendisine “büyük şefler”i tarafından görev verilmişti. Kaya, konuşmasının başında birdenbire tarihe atlıyor ve dönemin Türk tarih tezine uygun bir şekilde, “zaten insanlık tarihi Türklerle başlamıştır”, “Türk olmasaydı belki tarih olmazdı ve muhakkak ki medeniyet de başlamazdı” diyordu. “Türkün olmadığı bir tarih karanlık ve kaotik olur”du. Bu romantik girişten sonra Kaya, yeni kurulmakta olan devlet sisteminin ilkelerinin başında devletçilik gelir demekten kendisini alamamıştı. Anayasaya da yazılmakta olan ilkeler, sadece CHP’nin ilkeleri değildi; aksine yeni kurulan devletin ilkeleriydi. Anayasa değişikliği, “Atatürk’ün prensiplerine milletçe beraber bağlılığımızın ve samimi ilgimizin hukukî ifadesi” sayılıyordu. Atatürk’ün ortaya koymuş olduğu ilkeler, Türktü; yani köken olarak ulusun kendi seciyesinden, onun ihtiyaç ve gereklerinden türemişti; aynı zamanda Türkçüydü de. Hepsinin ortak özelliği millî olmasıydı. Halkçılık ise, “halka doğru, halk için değil, halk tarafından ve halkla beraber sistemi”ydi. Ayrıcalık sistemine karşıt bir ilkeden söz ediliyordu. Kaya, laiklikten ne anlaşılmak gerektiğini de şöyle anlatıyordu: “Bizim istediğimiz hürriyet, laiklikten maksadımız, dinin memleket işlerinde müessir ve âmil olmamasını temin etmektir. Bizde laikliğin çerçevesi ve hududu budur.” Kaya şöyle devam ediyordu: “Biz diyoruz ki, dinler, vicdanlarda ve mabetlerde kalsın; maddî hayat ve dünya işine karışmasın; karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız.”
Küçük ve mırıltı halinde eleştiriler
Hakkı Kılıçoğlu, laikliklik ilkesi karşısında bu ilkeye “biraz yan bakan, hatta kafa tutan” bir kurum olduğundan söz etmişti; diyanet işleri başkanlığı. Kendisi “dinlerin ve dindarların hasmı değil”di; ancak bütün dini işleri vicdanlara bıraktıktan sonra bir devletin resmî bütçesinde, bilhassa Teşkilâtı Esasiyemizin bu yeni ikinci maddesi karşısında yeri olmayacağı kanaatindeyim.” demekteydi. Kılıçoğlu, sözünü kesmeye çalışan hatiplere karşı bunu “ölünceye kadar her vakit söylerim” de diyecektir. Ona göre, laiklikle diyanet işleri başkanlığı birbiriyle uyum içinde bulunamazdı; bu bakımdan vakıflar yasasında yapılacak bir düzenlemeyle bu sorun çözülebilirdi. Bir yandan “laikiz diyorsunuz” diyordu, fakat diğer taraftan “ama hala müftüleriniz var diyorlar” şeklinde konuşuyordu.
Halil Menteşe ise, CHP’nin ilkelerinin anayasal ilkeler olarak kabul edilmesi için geçerli hiçbir neden göremediğini açık yüreklilikle savunuyordu. Dahası, devletçilik diyordu, “mesela devletin şekli meyanına giriyor; şimdi ekonomide liberal taraftarı ferdiyatçı bir vatandaş ortaya çıkar da propagandaya başlarsa” şeklinde devam ederken; Rasih Kaplan anında yanıtını veriyordu: “Öbür dünyaya gider deriz.” Bu yanlış arnlamaya imkân vermeyecek yanıt karşısında Menteşe yine de iyiniyetini bozmuyordu anlaşılan: Bunu söyleyen kişi devletin şeklini değiştirmeye kalkışmak suçlamasıyla acaba polisçe yakalanıp mahkemeye mi verilecekti? Milliyetçilik ilkesi de sorunluydu; ona göre, “milliyetçiliği devletin şekli meyanına koyarken”, uluslararası akımlara karşı hükûmetin eline bir “silâh” verilmiş oluyordu. Ancak eğer bir komünist ortaya çıkıp da, komünist faaliyetleri nedeniyle mahkemeye verildiğinde, devletin şekli olarak tanımlanan inkılâpçılıktan yararlanmaya kalkarsa ne olacaktı? Menteşe bu soruyu sorduktan sonra birazcık yanıtını da veriyordu: Komünist kendisinin de inkılâpçı olduğunu, bu nedenle devletin şeklini değiştirmeye çalışmaktan dolayı yargılanamayacağını ve cezalandırılamayacağını ileri sürerse, ne olacaktı? Sonunda komünizm propagandası da inkılapçılık tanımı altına girmez miydi? Bu sorular mecliste “komünistlik istemiyoruz” sesleriyle karşılık bulmuştu.
Savunmada güçlü sesler
Hüsnü Kitapçı, konuyu çok daha sade ele almıştı: CHP’nin ilkeleri anayasaya geçmekle artık “millete mal oluyor”du. Anayasa değişikliğinin pratikte önemli bir fark yaratmayacağı açıktı. Kitapçı, altı ilkenin Atatürk’e ait olduğunu belirttikten sonra, “bu kadar isabetli kararlarını uzun zaman görerek, onun fiiliyat vadisinde, fiiliyat sahasında tahakkuk eden neticelerine baktıktan sonra bize düşen iş” diyordu, “bu işaret ettiği noktalarda yekvücut olarak birleşmek ve onun gösterdiği umdeleri [ilkeleri] hırzıcan edecek şekilde [canı gibi koruyarak] kabullenmektir.” Kitapçı ardından devletçilik ilkesini yorumluyordu: “Bu vasfa istinaden devlet gerek nazımlığını ve gerekse başarıcılığını üzerine aldığı bir işte kullandığı elemanlar eğer bir iş yapan şahsî teşebbüs sahibi kadar o işe kendini bağlamazsa ve huzur ve rahatını feda etmezse, devletçilik vasfına ihanet etmiş olur ve bu vasıf semeredar [verimli] olmaz; aynı zamanda Atatürk’ün devletçilik vasfını haiz bir ferdi olamaz.” Hayli net bir devletçilik tanımıydı; lakin geriye dönüp bakıldığında bu tanıma uygun bir devletçilik uygulamasına ne ölçüde rast gelinmişti sorusunu yanıtlamak pek güçtür. Kitapçı’ya göre, kamu menfaatiyle şahıs çıkarını bağdaştırmak için meclisin inceden inceye çalışması gerekecekti. Kitapçı, o zamana kadar sürüp gelen ve bundan sonra da sürüp gidecek olan devletçilik tartışmalarının kritik noktasına değindiğinin herhalde bilincindeydi.
Menteşe’nin inkılâpçılıkla ilgili olarak ortaya attığı iddiaları da yanıtlamaya çalışan Kitapçı, inkılâpçılığın ne olduğunu ve olmadığını açıklama gayretindeydi; bu, ilerleme ve gelişme için vazgeçilmez bir ilkeydi. İleriye gitmek için inkılâpçılık şarttı. Ayrıca, “Atatürk’ün işaretini bu memleketin hüsnüniyetle kabul etmesi, bu memleketin ve bu milletin menfaatine”ydi.
Anayasa komisyonu başkanı Şemsettin Günaltay; tıpkı Şükrü Kaya gibi, altı ilkenin de Türkün tarihinden kopup geldiğini ileri sürüyordu; Türk milliyetçi ve devletçi olduğu sürece yaşamıştı. Cumhuriyetçilik Türkün ruhuydu. Yaklaşık yirmi yıl sonra Başbakan olacak olan Günaltay; Menteşe’nin sorularını açık yüreklilikle yanıtlıyordu: “Türkün esasları” olarak tanımladığı ilkelere karşı muhalif fikirler ortaya atılabilecek miydi sorusunu, basitçe “hayır” şeklinde yanıtlıyordu. Anayasaya muhalif bir hareket nasıl “cürüm” oluşturuyorsa, bu takdirde “bu esaslara muhalefet de aynı şekilde cürüm sayılacaktı.” Muhittin Baha Pars da, altı oku anayasaya koymakla, “bu memleketin müebbet hayatı için esas ittihaz etmiş olduğumuzu evlatlarımıza da ilân etmiş olduk” diyordu. General Refet Bele’ye göre, aslında “gayet iyi düşünülürse”, “bu memleketin dini olan İslâmlık, laik bir dindi.” Bele’ye göre, devletçilik ilkesi, pek çok kişinin sandığının aksine, yalnızca ekonomik alanla sınırlı kabul edilemezdi; aksine onun siyasî alanı da kapsaması gerekirdi. Çünkü, sınıf mücadelesi denilen bir gerçek vardı ve her ne kadar Türkiye sınıfsız bir milletse de, zaman içinde sınıflar oluşabilirdi. “Bugün sınıfsız, yarın sınıflı” olabilirdik. Servet küçük bir zengin grubun eline geçebilir, fakirin karnı aç kalabilirdi. O halde devletçilik, sınıflar arasında meydana gelebilecek bu türden siyasî çatışmaları da ortadan kaldırma imkânına sahip olan bir ilkeydi.
Recep Peker sahnede
Yaklaşık altı ay öncesine kadar CHP Genel Sekreteri olan Recep Peker de, değişikliğin kararlı savunucusuydu; şöyle diyordu: “Şimdiye kadar CHP’nin şuuru içinde beslenip büyümüş olan ve partinin kendi hususî ve profesyonel politika telâkkisi içinde kalan hayatî esasları, biz bu madde ile Teşkilatı Esasiye Kanunu’na eklemekle yurdun müşterek resmî ve kanunî bir rejimi haline sokmak istiyoruz.” Peker, bu esasların anayasal ilkeler haline gelmesiyle birlikte, “Profesörlerden, günün politikasıyla uğraşmayanlara ve işlerin başında bulunan müdür arkadaşlardan, mesela devlet demir yollarının makasçısına kadar” bütün vatandaşların bu esaslara inanacak, bunları sevecek ve itaat mecburiyeti altına gireceklerini açıklıyordu. Daha da ötesi, Peker’e göre; “herkes kararını verirken kendini bu esasların çerçevesi içinde hissetmek mecburiyeti altına girecekti.” Ve artık bu kanun çıkınca, “resmî hüviyeti olsun olmasın bütün vatandaşların tertip ettiği millî bünye müşterek ana esaslarla beraber inan sarsılmaz, büyük ve daha kuvvetli bir kütle haline gelecekti.” Peker, konuşmasında Menteşe’ye yanıt vermeye devam ediyordu: Altı ilkeye karşı çıkmak, bunları uygulamamak ya da bu ilkelere karşı muhalefet göstermek mümkün değildi; yasaktı ve cezası da vardı. Bu anlamda; milliyetçiliğin karşıtı olan “beynelmilelcilik” (enternasyonalizm) yasaktı; sınıfçılığın ya da devletçiliğin karşıtı olan liberallik yasaktı. Laikliğin karşıtı olan “klerikallik” ile inkılâpçılığın karşıtı olan “irtica” lehinde hiçbir faaliyette bulunulamayacaktı.” Peker’e göre, halkçılık, sınıf kavgalarından memleketi koruyan ilkeydi. Diğer yandan liberalizm, “devletin hayatı için çok fena ve çok zararlı”ydı. Kısaca, liberalizm her görüldüğü yerde ezilmeliydi!
İtirazlar sürerken kabul
Menteşe hala itirazlarını sürdürmeye çalışıyordu; bazı endişeleri vardı; devletçilik devletin şeklini tanımlıyordu ve ardından devletçilik aleyhine propaganda da devlet şeklini değiştirmek suçlaması içine yerleşiyordu. Bunun ceza yasasında yeri vardı ve cezası çok ağırdı. Fakat Menteşe bunun anayasanın diğer ilkeleriyle nasıl bağdaşabileceğini anlamış değildi. Devletçilik ilkesini savunan Refet Bele, diğer yandan karşı propagandanın serbest bırakılmasından da yanaydı. Devletçilik aleyhine olan bir kişi acaba anayasanın bu ilkesini değiştirmek için taraftar toplamaya çalışamaz mıydı? Yanıt aslında belliydi ve hatta verilmişti, ama emin olmak için olacak “yapamaz” sesleri meclisi doldurmuştu. Oysa Bele, ikna yöntemiyle yapılacak bu türden faaliyetlerin önünün kesilmesine karşıydı. Yine de eksik kalmasın diye olacak Ali Rıza Türel, söz alarak, devletin ve hükûmetin bu yasaya aykırı bütün faaliyetleri yasaklamak yetkisi bulunduğunu hatırlatmak ihtiyacını hissetmişti. Böyle bir durumda ceza yasasının ünlü 146. maddesi (anayasayı zorla ortadan kaldırma hükmü) gereğince iş idama kadar giderdi.2 Şubat 1937 tarihinde anayasa değiştirildi. Altı ok anayasal ilkeler haline geldi. Artık bu ilkelere karşı çıkmak anayasayı zorla değiştirmek anlamına geldiğinden, ceza yasasına göre ağır suçtu. Tuhaf olan nokta, devletçilik dışında hiçbir ilkeye karşı çıkılamayacağına ilişkin genel oydaşmadır. CHP içinde devletçilik tartışması ana anlaşmazlık konusu olduğundan, bu meselede üyeler daha hassas davranmak ihtiyacını hissetmişlerdi.
CHP ve altı ok
Çok kez sanıldığının aksine altı ok bir hamlede benimsenmedi. Aksine partinin 1927 yılında yapılan ilk (ama Sivas kongresi ilk kongre olarak kabul edilince otomatik olarak ikincisi haline gelen) kongresinde, parti tüzüğüne partinin üç oku geçirildi. Bunlar, cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılıktı. Bu ilkeler parti programında yer almıyordu; çünkü partinin o sırada henüz bir programı yoktu! 1935 yılında kabul edilen ilk parti programında geriye kalan üç ilke (laiklik, devletçilik ve inkılâpçılık) ile altı ok tamamlanmış oldu ve bir daha da yeni bir ok ilave edilmedi.
Altı ok ve sonraki anayasalar
Altı oktan bazıları sonraki anayasalara da geçti; mesela 1961 anayasasının başlangıç bölümüne “Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak” cümlesi yerleştirildi. Ne hikmetse Atatürk milliyetçiliği tanımı henüz icat edilmemişti. Diğer yandan, aynı anayasada cumhuriyetin nitelikleri sayılırken millî ve laik ilkeler zikredilmiş; “Atatürk devrimlerine bağlılık” cümlesi ile herhalde geriye kalan ilkeler hatırlatılmıştı. Elbette cumhuriyetçilik, cumhuriyet idaresinin değiştirilmesinin dahi önerilemeyeceği formülü altında sıkıca vurgulanmıştı. Sonra sıra 1982 anayasasına geldiğinde, son formül yinelenmiş ve “Atatürk milliyetçiliği” ile laiklik ilkesine özel bir göndermede bulunulmuştu. Elbette bir zamanlar Refet Bele’nin mecliste yaptığı konuşmada özellikle belirttiği şekilde devletçilik, bütün anayasaların ruhuna işlemişti. 1961 anayasasında yer alan sosyal devlet ilkesi, aslında devletin ekonomik ve siyasal alandaki geniş faaliyet alanlarını belirtmek üzere kullanılmıştı. Sonraki anayasa da bu formülü aynı şekilde sürdürdü. 1961 anayasasının aksine son anayasa, devletçiliği daha çok siyasal anlamda benimsemişti. Devletin ön plana çıkışı, kişinin devlet karşısında cüce kalması, aslında bu anayasa anlayışının bariz bir sonucuydu. Devletin siyasal alanda güçlenmesi, buna karşılık ekonomik alanda piyasa ekonomisinin hâkim olmasına gayret, bu anlamda ta 1930’lardan gelen bir uyuşmazlığın ve tartışmanın, devletçi ekonominin sonunu göstermekteydi. Siyasal alanda hâkimiyetin tamamen devlete bırakılmasının getirdiği sonuçların kalıcı olmasına çalışılmıştı. Fakat zaman içinde bu iki alanın kendi içinde bir çatışma yaratıp yaratmayacağı sorusu pek de öngörülmemiş gibidir.
Cemil Koçak / Star, 1.10.2011