DP Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek, Ayasofya’yı ibadete açma zamanının geldiğini belirterek, “Camidir, açılmıştır diye karar alırız.
Ayasofya’yı ibadete açarız” dedi.
—Dünden Devam—
28 ŞUBAT KANUNLARINI TOPTAN KALDIRACAĞIZ
28 Şubat postmodern darbenin tahribatı ortada. 28 Şubat sürecinde temel hak ve hürriyetlere, dinî özgürlüklere büyük darbeler vuruldu. 28 Şubat’ın devlete sinen ruhunu ve tahribatını nasıl temizleyeceksiniz?
Meselâ bu “katsayı” haksızlığı başlı başına bir vicdansızlıktır. Hoca Ahmed Yesevî Üniversitesi’nde bunu uygulamadım. Yani Şişli’yi bitirirse çocuk 140 puan almış, diğeri de Siirt’teki okulu bitiren çocuk da 140 puan almış. Şişli’yi bitiren adamın puanını bir de yükseltiyorsun. Böyle bir vicdansızlık olur mu? “Katsayı”nın özeti bu…
Bunun gibi 28 Şubatı toptan temizleyeceğiz. “28 Şubat’tan sonra, 28 Şubat sürecinde çıkarılmış olan bu tür bütün kanunlar bir torba kanun şeklinde ilga edilmiştir” dediğiniz zaman, olay biter. Kur’ân kursları önündeki YAŞ yasakları ve diğer bütün yasakları kaldıracağız…
“Bu yasalar yürürlükten kaldırılmıştır” diyeceksiniz. Sekiz yıllık zorunlu eğitimde ilk beş yıldan sonra meslekî ihtisaslaşmayı, yönlendirmeyi getirmek lâzım. Bu uygulamaların açtığı yaralar belki kolay kolay kapatılamaz, ama en azından bundan sonrakilerin mağdur olmaması için derhal yürürlükten kaldırılabilir bu uygulamalar. Biz de böyle yapacağız…
AYASOFYA’YI YİNE İBÂDETE AÇARIZ…
Bediüzzaman, Ezân-ı Muhammedinin aslına çevrilip neşri ve ilânıyla Demokratların on-yirmi derece mânevî kuvvet kazandığı gibi, “Ayasofya’yı beş yüz sene devam eden kudsî vaziyetine çevirme”nin Anadolu Müslümanlarını duâcı yaptığını belirtir. DP olarak önceki hizmetlerin devamı anlamında Ayasofya projeniz var mı?
Güzel özetlediniz süreci. Ayasofya’da Hünkâr Mahfili'nin ibâdete açılması ve Mukaddes Emânetler’de 24 saat Kur’ân-ı Kerim okutulması 12 Eylül’den önce sayın Demirel tarafından başlatılan uygulamalardır. Sonra 12 Eylül’de bunlar kapatıldı. Ben DYP’de Kültür Bakanı olduğum zaman ise, yani 1991’de, orayı sür'atle onarttım ve tekrar hizmete açtırdım.
O sene Yunus Emre yılıydı. Kendime göre çok siyasî davrandım. Yunus Emre oratoryosunun büyük salonda gösterimi vardı. Çok dikkati çekmesin diye açmayı o güne denk getirdim. Hatta kurmaylarım bana, bunun için tören yapalım dediler. Ama ben tören istemem, Allah rızâsı için açtırıyoruz dedim. Tabiî bu arada Mevlânâ Kültür ve Sanat Vakfı’na orada Mevlevî ayini yaptırdık. Oratoryodan sonra onu da yaptık, ama bu arada arka plânda Hünkâr Mahfili ibâdete de açıldı ve Mukaddes Emanetler’de Kur’ân okunmaya aynı gün başlandı.
Hiçbir medya mensubunun dikkatini çekmedi bu uygulamalar. Tek bir gazeteden, uyanık bir gazeteci fark etmiş sadece. Güneş gazetesi vardı o zaman. “Ayasofya’da Zeybek oyunları” diye başlık attılar. Hatta Ayasofya’nın dört minaresine hoparlör koydurup ezân da okutmaya başlamıştık. “Hissettirmeden, yavaş yavaş orayı cami yapacaklar” diye haber yazmışlardı. Uyanık bir gazeteciymiş; o zaman niyetimiz böyleydi gerçekten. Zira bunu alıştıra alıştıra yapmamız gerekiyordu...
BU İŞİ DERHAL ÇÖZMENİN ZAMANI GELMİŞTİR
Ama şimdi öyle değil. Bu işi artık derhal çözmenin zamanı gelmiştir. “Camidir, açılmıştır” diye karar alırız. Ayasofya’yı ibadete açarım! Bununla da kalmam, Mevlânâ Dergâhını Mevlevîlere veririm, ‘Burada Mevlevî ayinleri yapın’ derim. Dahasını da söyleyeyim, Hacı Bektaşı da Bektaşilere veririm, burada da siz kendi ritüelinize göre zikrinizi yapın derim. Buralar o insanların zira. İstanbul’da Şahkulu Dergâhı var. Orada kirada duruyorlar. Niye? Halbuki onların. Gelsinler zikirlerini yapsınlar. Bundan kimse rahatsız olmamalı. Olan da olsun. Demokrasi dediğimiz budur zaten. Varsa diğer hak sahiplerinin de haklarını vermeliyiz, vereceğiz.
Denilecektir ki, “devrim kanunları” falan var… Dünyanın geldiği bu çağda, bu zamanda, Tekke ve Zaviyelerin hâlâ kapalı kalmasının bir anlamı var mı? Yani “devrim kanunu” diye bütün yapılanları öylece kabul mü edeceğiz? Türkiye’nin bunca zamandır geldiği demokratik inkişaf karşısında, bütün düzenleme ve düzeltmelerin yapılması gerektiğine inanıyorum.
AKP’NİN İSRAİL’E TEPKİLERİ, ABD’NİN KONTROLÜNDE ÇIKIŞLARDIR
İsrail’e “one minute” diyen AKP hükûmetinin Resmî Gazetede yayınlanan “tebliğ”le ABD’nin Irak işgaline “destek hamûlesi”yle, Meclis’te reddedilen tezkereye rağmen tam destek vermesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi zaman zaman bizim hükümetin tavırlarından rahatsız olan bazı ABD’liler olduğunda, Hillary Clinton açıklama yapıyor aceleyle, “Biz her şeyi birlikte yapıyoruz. Merak etmeyin her şey kontrol altında” diyerek teskin ediyor. Ben bu “one minute” vak'asına da bu gözle bakıyorum. “One minute” gösterisi tuhaf bir şeydi. Başbakan bir ihtiyar adama kalkıp “one minute” diye bağırdı çağırdı, “bir daha gelmeyeceğim” dedi, kaçtı, gitti ve kahraman oldu. Yani “Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır, bir tanesi de hiç görünmemektir” düsturuna göre “kahraman” oldu. Ne erkeklikmiş yahu! Nasıl bir çarpıtmadır bu.
Ama Türkiye’nin savunma sanayiinin ihâleleri İsrail’e verildi. İsrail ekonomisini Türkiye’den oraya aktarılan savunma sanayii kaynakları kurtarıyor. Sonra oraya gemi gönderiliyor. O gemi oraya gidecekse, onun yanına iki tane mutlaka savaş gemisi koyacaksın ve yurttaşını koruyacaksın. Yine kendi milletvekillerini gemiye bindirmiyorsun, kaçın diyorsun, ama yurttaşlarımızı gönderiyorsun. Öldürsünler diye mi gönderiyorsun onları?
Yani onların öyle bir muameleyle karşılaşacağını bilmiyorsan, nasıl bir istihbarat ağın var? Yok, eğer biliyorsan, nasıl bir vicdanın var? Kendi vatandaşlarını ölüme gönderiyorsun. Sonra onlar oraya gidiyorlar ve İsrail askerleri baskın yapıyor, öldürüyor. Senin söyleyebildiğin tek şey şu: “Tazminat verirlerse, özür dilerlerse affederiz…” Peki ben de diyorum ki, Sayın Başbakan, senin çocuğuna birisi gelse bir tokat atsa ve sonra da dese ki, “sayın Başbakan biraz para vereyim, bir de özür dileyeyim, sen beni affet”, onu affeder misin?
AKP’NİN İSRAİLLE İLİŞKİLERİ BİR TİYATRODUR, VERİLEN ROLÜ OYNUYOR
Bu vatandaşlarımız öldürüldü! İnsan hayatı hayatta en değerli şeydir. Hükûmet sorumlu vatandaşın hayatından. Tedbirini alsaydı böyle olmayacaktı. Sonra bunu bile, öyle bir propaganda kabiliyetleri var ki, kendi kararlarını öyle bir “ak” olarak gösteriyorlar ki, şu yanlışlığı bile, “kahramanlık” gösterisine çevirdiler.
Zaman geliyor, İsrail’de orman yangını çıkıyor. Barışmak için bahane arıyorlar. Oraya uçak gönderiyorlar. Dolayısıyla bütün bunlar bir tiyatrodur. Hiç ciddiyeti yoktur. Millî dış siyaset falan da değildir bu.
Bütün bunlar kendilerini iktidara getiren güçlerin, kendilerine verdikleri rolü oynamaktan başka bir şey değildir. Yani bu Orta Doğu’da “eş başkanlık” dedikleri şeyin gereğidir. Tayyip Bey geçenlerde “eş başkanlığı” şöyle açıkladı: “Büyük Orta Doğu Projesi deyip duruyorlar, artık o proje yok ki. O Bush’un projesiydi. Bush gidince proje bitti” diye…
Peki, senin “eş başkanlığın” var idiyse gerçekten, eş başkanlardan biri giderse, öteki eş başkan alır bunu devam ettirir. Ben de diyorum ki, sen eş başkan bile değilsin, olsa olsa “peşkeş başkan”, “peş başkan” olursun. Yani nasıl eş başkan olunur? Birileri söyleyecek, sen yapacaksın ve böylece “eş başkan” olacağız. Bunun adına ne zamandan beri “eş başkan” deniliyor? Bunlar işte bunların verdiği projeleri uyguluyor…
IRAK PERİŞAN EDİLDİ, HÜKÛMET SES ÇIKARMIYOR…
Irak perişan edildi. Bush’un eşkıyaları, Bush’un patronları olan şirketlerin emirleri doğrultusunda Irak’a girdiler. Saddam da Amerikalıların oyuncağı bir zâlimdi, ama neticede bir Saddam meselesi değildir bu. Amaç Saddam falan değildi. Amerika Irak’ı bombalayıp, tahrip edip Irak’ı yeniden inşa etmek için Irak operasyonundan sonra başta Chevron, Halliburton, Bechtel, Lockheed gibi dört büyük petrol, silâh ve inşaat şirketi olmak üzere ecnebi şirketlerinin kârları ve hisse senetleri kat kat artar hale geldi.
Zaten düzen bunun üzerine kurulmuş. Irak tahrip edildi, korkunç zenginlikler çalındı oralardan. Tarihî şehirler, müzeler, tapu daireleri talân edildi, yakıldı. İnsanlar Şiî-Sünnî diye birbirine düşürüldü. Sonra Irak’ta Hıristiyanlaşma aldı başını gitti, gidiyor. Evangelist misyonerler cirit atıyor. Zaten Amerikan işgalinde, şirketlerin yanında misyonerler de girdi Irak’a. Bir ara beş bin peşmergeyi Hıristiyanlaştırıp geri getirdiler. Bir kısmını da “sizin aslınız Yahudidir” diyerek, Yahudileştirdiler. Yüz binlerce insan öldürüldü, milyonlarca insan evsiz kaldı, Irak halkının bütün kaynakları yağmalandı, şehirler yok edildi…
Türkiye’nin bütün hassasiyetleri tek tek çiğnendi. Türkiye’deki AKP hükümeti ise bütün bu olanlara hiç ses çıkarmıyor. İsrail’e verdiği tepkiler ise tamamen ABD’nin kontrolü dâhilinde olan göstermelik çıkışlardır. Bizimkilere bir rol verilmiş ve o rolü oynuyorlar özetle…
Rejisör ne diyorsa, aktör onu yapar; maalesef bunlar acı gerçeklerdir…
EMPERYALİZMİN BÖL-YÖNET TAKTİĞİNE, ŞİÎ-SÜNNÎ AYRILIĞI FİTNESİNE DİKKAT!
Arap âlemindeki inkılâplara nasıl bakıyorsunuz? Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da diktatörlüklerin yıkılmasının AKP üzerinden lanse edilmesine ne dersiniz? Bu çarpıcı gelişmeler “Demokratlık ve ahrârlık mânâsı”nda nasıl tahlil edilmeli?
Bir defa ittihad-ı İslâm, benim için ve bizim için son derece önemli ve vazgeçilmez bir hedeftir. Niye? Çünkü bu Allah’ın emridir. “Bütün Müslümanlar kardeştir” diyor Rabbimiz. Ayrıca İslâm birliği bütün Müslümanların hayrınadır…
Bu Arap liderlerin adları “sultan” olmasa da, saltanat süren insanlardır. Mübarek de öyle, Kaddafi de öyle, Bin Ali de öyledir…
Bunlar iktidarı ele geçirip, yolsuzlukla, hırsızlıkla kendilerine büyük servetler, o servete dayalı kudretler elde etmişler, demokratik sistem de olmadığı için bunlardan kurtulmak son derece zor olmuştur. Şimdi halkın hangi sebeple olursa olsun, isyan etmiş olması bence güzel bir gelişmedir. Ama bunun sonu gelmek şartıyla.
Eğer bundan istifadeyle, istismarıyla yeni despotlar doğacaksa, o zaman hiçbir şey fark etmez. Şimdi Arap âlemi, emperyalizm tarafından yapay olarak bölünmüş bir âlemdir. Sınırlar yapaydır. Ne tabiî, ne de demokratik bir sınır yoktur orada. Kasten fitne maksadıyla bölmekiçin yapılmıştır. Bu emperyalizmin oyunudur. Böl ve yönet taktiğidir. Global şirketlerin kafasında hep bu vardır. Dünya devleti yönetimini sağlamak için, millî devletleri olabildiğince zayıflatma plânıdır bu.
Bizim plânımız ve hedefimiz ise, yani Türkiye’nin hedefi ise ittihad-ı İslâm, vahdeti İslâm olmalıdır. Hatta “takrib-i mensubin-i mezahip” yani mezheplerin mensuplarının yakınlaştırılması da çok önemlidir. İslâm mezhepleri, teferruata takılıp, kavga etmesinler. İslâm kardeşliğinde birleşilsin…
Çünkü bizim coğrafyamızla ilgili çok büyük tuzaklar hazırlanıyor. Sünnî-Şiî diye ayrıştırılmak isteniyor. Buna izin vermememiz lâzım. Bu bilincin yaygınlaşması lâzım. Bediüzzaman’ın dediği, millet bilincine sahip, ırkçı olmayan bir anlayış gerekiyor. Bu birlik herkes için gereklidir. Burada tabiî birlik bilincinde herkesin kültürüne, diline ve anlayışına da saygı duymak şarttır…
TAM DEMOKRASİYİ HEDEFLEYEN ANAYASA HAZIRLIĞI
Siyasî iktidar referandumda bol bol “demokratikleşme” ve “yeni sivil demokratik anayasa” kozunu kullandı. DP’nin “yeni anayasa projesi” var mı? Temel umdeleri ne olacak?
Yeni anayasa yapacağız diyorlar. Biz ülkemizi tam anlamıyla demokrasiye geçirecek yeni bir anayasa yapmanın zamanının geldiğine inanıyoruz. Bu hazırlığı da bizzat ben yürütüyorum. Biliyorsunuz ben hukukçuyum. Hukukun bazı alanlarıyla da çok meşgul oldum. Anayasa hukuku, idare hukuku ve ceza hukuku gibi alanlarla meşgul oldum. Bu anayasayı hazırlarken, kendi millî ruh kökümüzün, partimizin ruh kökünün bize kazandırdığı deneyimlerden istifade ediyoruz.
Böyle bir anayasa şu anda yazılıyor. Bizzat ben yazıyorum. Temel umde olarak bu anayasa yasakçı olmayan, tam demokrasiyi hedefleyen bir anayasa olacak. Millî, mânevî ve insanî değerlerin bütünlüğü içerisinde hayata bakışı sağlayacak bir anayasa olacaktır. Esas hedefi tam demokrasi olacaktır. 28 Şubat’a ve benzeri şeylere bahane olmayacak, anti demokratik müdahaleler karşısında sığınak olacak bir anayasa...
Bunu seçimden önce bitirip, hukukçu arkadaşlarla istişare edip, GİK’imize sunacağız ve sonra kamuoyuna da sunacağız.
ÖZGÜN PROJELERİMİZ VAR…
Seçimlere nasıl bir programla hazırlanıyorsunuz? Sizin tâbirinizle “Menderes’in Demokrat Partisi” misyonu için çağrınız nedir?
Açıklayacağımız birçok projemiz var. Bu projelerle ortaya çıkacağız. Buna bir örnek vermek gerekirse, tarihimizdeki mahalle teşkilâtlarını canlandırma projemiz var.
Nedir bu? Tarihimizde şehirlerde mahalle sistemi vardı biliyorsunuz. Mahalle kavramı insanları ahlâkileştirir. “Mahalle baskısı” kavramını bu mânâda olumlu yöne de yöneltebiliriz. Bu çok ciddî bir projedir. Mahalle sistemini kuracağız, mahalle konakları yapacağız. Burada ibadethane-mescid olacaktır, kütüphane olacaktır, çeşitli kurslar olacaktır, sağlık merkezi, spor merkezi olacaktır. Bunun başına müdür maaşı verilecek muhtarı koyacağız. Bu özgün bir projedir.
Bunun gibi somut projelerle ortaya çıkacağız. Biz esas itibariyle, orta sınıfın, üretici köylünün, esnafın, memurun, işçinin, emeklinin, KOBİ’lerin, küçük sanayicilerin desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Orta sınıf güçlü olmazsa bir toplumda demokrasi var olamaz. Orta sınıf aynı zamanda toplumun ortalama değerlerinin de muhâfızıdır. Orta sınıflar hem demokrasinin teminatıdır, hem millî ve mânevî değerlerin güvencesidir. Bunun güçlendirilmesi lâzım. Biz bunu hedefleyeceğiz ve bunu yapacağız. Bunun aynı zamanda doğru bir iktisat teorisi olduğuna inanıyoruz.
Dolayısıyla Demokrat Parti’ye oy veren, geçmişte DP’ye, AP’ye, ANAP’a, DYP’ye destek verenleri, Menderes’e, Demirel’e, Özal’a oy verenlerin çocuklarının hepsini yeniden Demokrat Parti’ye oy vermeye dâvet ediyoruz…
CEVHER İLHAN -UMUT YAVUZ
SON
*************************************
Dünkü Röportaj - 03-03-2011
28 Şubat’ta RP değil, Kur’ân yargılandı
Zeybek, 28 Şubat ile alakalı, “Bütün müdahâleler de yargılanmalıdır. 12 Mart da, 12 Eylül de yargılanmalıdır. 28 Şubat felâketi de yargılanmalıdır. Refah Partisi’nin kapatılma dâvâsının iddianamesinde, esas hakkındaki mütalâada sanık sandalyesine oturtulan, rahmetli Necmeddin Erbakan ve Refah Partisi değildir. Kur’ân-ı Kerim’dir!” dedi.
KUR’ÂN’A SALDIRMA HAKKINI NEREDEN ALIYORSUN?
Zeybek, ayrıca, o iddianameyi ilk okuduğunda çılgına döndüğünü ve DYP’de hükümet sözcüsü olarak da derhal şu beyanatı vermiştim: “Ey başsavcı! Sen bu büyük çoğunluğu Müslüman olan milletin ve hatta Müslüman olmayanların da saygı duyduğu Kur’ân-ı Kerim’e saldırma hakkını nereden buluyorsun. Derhal istifa et...”
28 Şubat ürünü AKP, 28 Şubat’I yargılayamaz
TAKDİM
Demokrat Parti Genel Başkanı Nâmık Kemal Zeybek’le siyasî mevzuların yanı sıra içtimaî ve fikrî konuları da konuştuk.
Çocukluğunda “Hür Adam” gazetesi okuyan babasının okuması için kendisine verdiği Bediüzzaman’ın “Gençlik Rehberi”, “İman Hakikatleri”, “Hanımlar Rehberi”, “Küçük Sözler” ve “Konferans” kitaplarını takdim ettiğimiz Zeybek, katılmaktan oldukça memnun olduğu Yeni Asya’nın 42. yayın hayatı programında ifâde ettiği “Bediüzzaman çağın müceddididir” tesbitine vurgusunu misâllerle açıkladı.
Mülâkatta, küresel güçlerin İslâm dünyasında Sünnî-Şiî ayrışması ve çatışması fitnesine dikkat çeken Zeybek, İran’da konuştuğu bir Ayetullah’a, Peygamberimizin “Size iki şey bırakıyorum; biri sünnetim, diğeri Ehl-i Beytim” hadisinden hareketle Bediüzzaman’ın Ehl-i Sünnet ve Cemaat olarak Âl-i Beyt muhabbetinin esasını izâhının ne denli tesirli ve bütünleştirici olduğunu anlattı.
Görüşmenin sohbet bölümünde Bedüzzaman’ın “Demokratların meslekle-rince (misyonlarınca) ve siyasetlerince hak ve hürriyetlere ve dine taraftar oldukları”nın beyânı ile “dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar” târifi üzerinde durduk.
Ayrıca Bediüzzaman’ın 1911’de Şam’da Emeviye Camiinde verdiği ve “Hutbe-i Şâmiye” eserinde yazdığı, “İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kal'a-î kudsiyenin nöbettarıdırlar”, “Başta Türk ve Arap tâifeleri ve bütün Müslüman kabileleri –fevkalâde bir mânevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki: İstikbâlin hâkim-i mutlakı âhirette olduğu gibi dünyâda da İslâmiyet milliyetidir” paragraflarını; “Hâmiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamâmıyle mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hâle gelmiş” tefsirini okuduk. Nâmık Kemal Zeybek, bu mânâları te’yid edici görüşlerini aktardı.
Seçim sath-ı mailinde siyasetin gidişâtı ve özellikle Demokrat Parti çatısı altında gündeme gelen “seçim ittifakları”na dair bilgileri almak belki henüz erkendi; lâkin yoğun programı ortamında bütün sorularımıza içtenlikle cevap veren DP Genel Başkanı’nı önümüzdeki süreçte siyasî hedefler ve çalışmalar açısından fevkalâde ümitli ve gayretli gördük…
FELÂKETİN EN BÜYÜĞÜ ORDUNUN SİYASETE DAHİL OLMASI
Öncelikle “27 Mayıs sembolik de olsa dâvâ açılmalı, hukuku rezil eden darbeciler mezarlarında yargılanmalı” diyorsunuz. Keza 12 Mart, 12 Eylül ve en son 28 Şubat’ın yargılanmasını istiyorsunuz. Keza 28 Şubat döneminde, halkın irâdesine karşı halkın verdiği silâhları tehdit olarak kullananlar hakkında neden dâvâ açılmaz? Neden 12 Eylülcülerle ilgili bu kadar şamata yapıldı? Kâğıtlar, mektuplar okundu, ağlandı, sızlandı. Hani dâvâlar nerede? Neden 28 Şubat sürecindekilere dâvâ açılmaz?” diye soruyorsunuz. Neden?
imdi bir defa şunu söyleyelim ki, bizim tarihimizin, yani Osmanlı tarihinin en zararlı gelişmesi ordunun siyasetin içine girdiği dönemler olmuştur. Yani ordunun siyasete bulaşması sonucunda felâketler dönemi gelmiştir.
Çünkü orduya bir taraftan İttihad ve Terakki Fırkası, bir taraftan İtilâf Fırkası girdiği zaman, yani diğer tâbirle “fırkacılık” girdiği zaman ordunun bütün sistemi bozulmuştur.
Yani düşünün ki, particilik yüzünden 38 yaşındaki bir genç, deneyimsiz bir adam Osmanlı orduları başkumandanı vekili, yani padişahın vekili olacak kadar yükselmiştir. Bu yükselişin tek sebebi particiliktir. Yanlış anlaşılmasın Enver Paşayı şahsen severim, vatanperver bir insandır.
Demek istediğim şu ki, felâketlerin en büyüğü ordunun siyasete dahil olmasıdır, siyasetin de orduya girmesidir. Ordu siyasetin dışında kalması gereken bir kurumdur. Çünkü ordu siyasete girerse, siyasî fırkalara, partilere göre bölünen millet de ordusuna öyle bakmaya başlar. Benden mi değil mi diye bakmaya başlar ki, bu tam bir felâkettir.
27 MAYIS’TA ÇETE-EŞKIYA ORDU İÇİNDE DARBE YAPTI…
1960’a gelindiğinde ordu içinde oluşan çeteler birleşerek önce ordu içinde darbe yaptılar. “Cunta” kibarı, ben çete diyorum. Onlar çetedir, yaptıkları da çeteciliktir. Bu çete önce ordu içinde darbe yaptı. Ordunun hiyerarşisi bozuldu. Ordu içinden çıkmış ve bu cuntaya mensup teğmenler, yüzbaşılar, generallere emir vermeye başladı. Böyle şey olur mu? Orduyu bozdular önce. Ordunun silsile-i merâtibi bozuldu. Bu son derece tehlikeli bir şeydir.
Neticede ordu içinde 7500’e yakın subay ordudan ihraç edildi. Niye atıldılar? Bunlar siyasete bulaşmayan insanlardı. Yani bunlar darbe yapanların siyasetini beğenmeyen insanlardı. Darbe yapanlar ise darbe yaptıktan sonra da orduda tasfiye yapmış oldular. Bunlar bu hakkı nereden alıyorlar?
Bu işi yapanlar ancak eşkıyadırlar. Ancak işte bu darbeyi başardıkları için, eşkıya bile olsa hükümdar oldular. “Eşkıya hükümdar” yani “hükümdar eşkıya”dır. Ama meşhur bir sözdür ki, eşkıya dünyaya hükümdar olmaz! Ne olursa olsun onlar eşkıyadır. Nitekim öyle oldu. 27 Mayıs yönetimi bir eşkıya yönetimidir. Yani “şâkiler” yönetmiştir Türkiye’yi…
Her şeyi altüst etmişlerdir. O bozulma kolay kolay da düzelmemiştir. Dokusu, kimyası bozuldu ordunun. Hem darbe yapıp suç işliyorlar, hem de milletin irâdesiyle gelmiş olan insanları suçlu ilân ediyorlar; peşin peşin suçlu ilân ettikleri, damgaladıkları insanları, hem düşürüyorlar, hem “düşük” diyorlar.
YASSIADA MAHKEMELERİ TAM BİR SOYTARILIKTIR!
Ondan sonra ne yapıyorlar? Sözde yargılıyorlar. Nasıl bir yargılama? Yassıada Mahkemeleri tam bir soytarılıktır. Biz bu acıları yaşadık. Bunları ifâde edebilmeliyiz. Yassıada Mahkemeleri bir tiyatrodur, trajikomiktir…
Bir İran’lı arkadaşım vardı; biz radyodan dinlerdik, “bebek dâvâsı”, “köpek dâvâsı” diye. Yani böyle bir devlet olur mu, böyle bir gayr-ı ciddî iş olur mu? Ne var ki böyle trajikomik dâvâlar neticesinde insanların idamına karar verildi, uzun zaman hapiste kaldılar. Yıllarca hapislerde tutuldular. Onların taraftarları “suçlu” ilân edildi, “kuyruk” ilân edildi. Üniversitede okurduk, “kuyruklara bu okulda yer yok” diye sınıflarda kara tahtalara yazılar yazılırdı.
Babam öğretmendi, ben de köyden gelmişim Hukuk Fakültesini birincilikle kazanmışım. Ama bana “kuyruk” diyor. Okuma hakkımız olmadığı iddia edilirdi. Nasıl bir zihniyet olduğunu siz düşünün!
DARBELER TÜRKİYE’Yİ TAHRİP ETMİŞTİR
Bunun içindir ki en azından bu travmaya sebep olanların sembolik olarak yargılanması gerekmektedir. Bu imkân varsa, bu yapılmalı. Hiç olmazsa tarihe bu iş doğru yazılmalı. Bir âdil mahkeme kurulmalı, bu dâvâ açılmalı ve bu işi yapanlar yargılanmalı. Yani ihtilâli yapanlar, ona karışanlar, çeteciler ve orada hukuku rezil eden, hukuk kavramını ayaklar altına alan, hâkimler ve yargıçlar yargılanmalı. Neler dinledik orada; içim kan ağlıyordu…
Meselâ Tevfik İleri konuşurken elini kolunu sallıyor diye Salim Başol bağırıyor, “Elini kolunu sallama burası miting meydanı değil” diye mesele yapıldı. Oysa Tevfik İleri savunma yapıyor, savunma hakkı elinden alınıyor. Yine Başsavcı Altay Ömer Egesel, “suçlama” yapıyor; Kamuran İnan’ın babası milletvekili için “şeyh” diyor; “Her ne kadar şehir dışında bulunduğu için buna oy vermemiştir, bulunsa o da oy verecekti” diye onun da idamını istiyorum. Adam da yargılanmasında “Savcı şeyhliği bana veriyor, kerâmeti kendine saklıyor, ne biliyor ben bulunursam oy vereceğim” cevabını verdi. Düşünün herhangi bir kanuna oy vermek idamı sebebi!
Bu ihtilâl Türkiye’yi tahrip etmiştir, ülkenin sağlıklı kalkınma hızını kesmiştir. Suç işlemişlerdir, dâvâ açılmalı ve tamamı yargılanmalıdır.
28 ŞUBAT FELÂKETİ YARGILANMALI…
Bundan sonra gerçekleşen bütün müdahâleler de yargılanmalıdır. 12 Mart da, 12 Eylül de yargılanmalıdır. 28 Şubat felâketi de yargılanmalıdır. Bu tam bir felâketli dönemdir ve bunun gibisi de daha önce pek yaşanmamıştır. Refah Partisi’nin kapatılma dâvâsının iddianamesinde, esas hakkındaki mütalâada sanık sandalyesine oturtulan, rahmetli Necmeddin Erbakan ve Refah Partisi değildir. Kur’ân-ı Kerim’dir!
Doğrudan Kur’ân-ı Kerim itham ediliyor. Âyetler sıralanıyor ve eleştiriliyor. Bir milletin inandığı kutsal kitap, suçlu ilân ediliyor. Çok felâketli bir iştir bu 28 Şubat. Doğrudan doğruya imanına bir saldırı sözkonusu. Ne denebilir ki bunun karşısında.
O iddianameyi ilk okuduğumda çılgına dönmüş ve DYP’de hükümet sözcüsü olarak da derhal şu beyanatı vermiştim: “Ey başsavcı! Sen bu büyük çoğunluğu Müslüman olan milletin ve hatta Müslüman olmayanların da saygı duyduğu Kur’ân-ı Kerim’e saldırma hakkını nereden buluyorsun. Önce istifa et, çık karşıma, hangi plânda istiyorsan seninle mücadele edeyim. Derhal istifa et” demiştim…
Özetle bu 28 Şubatçılar da kesinlikle yargılanmalıdır…
28 ŞUBAT ÜRÜNÜ,28 ŞUBAT’I YARGILAYAMAZ!
Sekiz yıllık AKP döneminde—başarılmamış, yapılmamış darbelere dâvâ açıldığı halde—hâlâ 28 Şubat’a dâvâ açılmamasının, darbecilerin yargılanmamasının, 28 Şubat sürecinin baş aktörü emekli orgeneral Çevik Bir’in AKP’ye yakın şirketlerde “danışmanlık” görevini yaptığı, “AKP ile birlikte çalıştığı”, Amerika’da Başbakan’ın “cesâret ödülü” aldığı kısa adı “ADL” olan Yahudi lobisinden “laikliğe hizmetlerinden dolayı” madalya almasının, daha önce “AKP iyi yolda” ve “ABD’nin Avrasya’daki, Balkanlar ve Kafkasya’daki stratejik vizyonu”na övgüler dizmesinden mi? Bundan mı 28 Şubat yargılanmıyor? Sizin bulunduğunuz hükûmeti “irtica” gerekçesiyle deviren “28 Şubatçılar”ın AKP’ye aynı hassasiyeti göstermemesinin sebebi nedir?
AKP 28 Şubat’ın ürünüdür. Bazen bu tür iddialar dile getiriliyor zaten. Acaba 28 Şubat, AKP tarzı bir partiyi iktidara getirmek için mi tertiplendi, bunun için oynanan satrancın bir hamlesinden mi ibâret diye düşünmüyor değilim.
Şimdi bakınız, 28 Şubat’ta iki tane çete vardır. Bu çok defa gözden kaçıyor. Bunları ayırmak lâzım. Bunlardan biri, “irtica karşıtı” olarak diye adlandırılan ama gerçekte “İslâm karşıtı” olan “darbeci cunta”. Bu zayıf bir damardı, ancak o zamanki medyadaki irtica karşıtı kampanyaların etkisiyle büyüdü. İslâm düşmanı biraz da sosyalist, biraz da Amerikan karşıtı idiler. Onlar Baasvari bir rejim peşindeydiler. Kendilerine model olarak Suriye’deki “Baas modeli”ni esas almışlardır. Gelip darbe yapıp kalıcı bir rejim kurmak peşindeydiler. Hedeflerinde yaklaşık 10 milyon insanı öldürmek gibi çılgın bir plân olan bir çetedir. Kanlı bir darbe hazırlığındaydılar. Bunlar bugünkü—çeşitli iddialarla yargılananlardan—daha fazla delil bırakmışlardır arkalarında…
Buna mukabil, başka bir “müdahâleci cunta” ise hem bu birinci cuntadan hem de 54. hükûmetten kurtulmak, tasfiye etmek için araya girdi. Hem bizi tasfiye etmiş oldular, hem biz gidince diğer cuntayı da tasfiye etmiş oldular. Çünkü hükümetin varlığı ile kaimdi diğer darbeci cunta. Hükümet düşünce bunlar geriledi, zayıflamış oldu, ancak tam anlamıyla yok da edilmedi. Onlardan bir kısmı şimdi bu yeni dâvâlarda yargılanıyorlar. Ama eski defterler hiç karıştırılmıyor. Yani 28 Şubat süreci hiç yargılanmıyor…
Aslında Sayın Süleyman Demirel o dönemde, “darbeci cunta”dan kurtarmak için Türkiye’yi, müdahaleci cunta ile hükümet arasında denge kurmaya çalışmış, o dengeler içinde tarihî bir görev yapmıştır. Çoğu kişi bunu anlayamıyor. Zaten bilen de çok az; ama ben doğrudan işin içindeydim. Darbeci cuntaya karşı savaştık biz. Müdahaleci cuntaya karşı da savaştık. Bizim çözümümüz Sayın Erbakan’ın Sayın Çiller’e görevi devretmesiydi ve eğer öyle olsaydı belki bütün bunlar yaşanmayacaktı. Sayın Demirel farklı bir içtihad yaptı ve kendi içtihadına göre Türkiye’yi büyük bir belâdan kurtardı. Belâdan kurtarırken de, hükümeti buna fedâ etmek zorunda kalmıştır. Ölümden kurtarmak için sıtmaya râzı olmuştur…
GLOBAL KAPİTALİZMLE ANLAŞAN AKP, 28 ŞUBAT DEFTERİNİ AÇAMAZ!”
Şimdi bu her iki cunta da suçludur. Birincisi teşebbüs halinde kalmış, diğeri ise başarıya ulaşmıştır. Bu defter nedense bir türlü açılmıyor. Bir açılsa ne deliller bulunacak. Ama açmıyorlar.
28 Şubat sonucunda, Refah Partisi içinden bir kanat, daha önceden anti-siyonist, anti-emperyalist olan ve bugünkü AKP’yi kuranların oluşturanlar dediler ki, “Biz iktidarda kalabilmek için, gidip uluslar arası güçlerle ve sitemle anlaşmalıyız. Uluslar arası sisteme Türkiye’yi sokacak siyasetler uygulamalıyız, başka çâremiz yok…” dediler…
Neticede bunlar, uluslar arası siyaseti ülkede uygulayacaklarına dair sözler verdiler. Gittiler Amerika’ya, global kapitalizmin, onların tâbiriyle Siyonizmin merkez kuvvetleriyle anlaştılar. Onlardan aldıkları güç ve destekle geldiler Türkiye’de iktidar oldular. Onların verdikleri siyaseti uyguluyorlar. Şu anda uyguladıkları siyaset tam anlamıyla budur.
Global kapitalist yahut Siyonist cendereden kurtulmaları da çok zordur artık. Onun içindir ki, 28 Şubat defterini açamazlar, zira izin alamıyorlar.
AKP’ye karşı darbe yapma hayalini kuranlara, darbe teşebbüsü ve plânlamasını yapanlara, sohbetini yaptığını iddia edilenlere soruşturmalar-dâvâlar açıldığı halde, 28 Şubat 1997’de darbe girişiminde bulunan ve demokrasiye bizzat müdahâle edenler hakkında soruşturma açılmamasının sebebi budur.
Bu noktadan hareketle, Biz gelince biz açacağız bu defterleri. Çünkü bizim içimizde hiç böyle bir kaygı, arkamızda böyle bir sıkıntı yok. Allah’a güveniyoruz ve neticede Allah korkusu olan insanların desteğine güveniyoruz…