Bulut dağın,
Dalga denizin,
Arı çiçeğin,
Mor beyazın sırtında…
Çocuk annenin
Şebnem yaprağın,
Pay bıçağın,
Yük hamalın sırtında…
Kuş dalın,
Dal gövdenin,
Ağaç dünyanın,
Dünya benim sırtımda…
Bu yük
Büyük…
Hu hu hu…
Bu yük
Büyük…
Ya Rab!
Meded ya Rab!
Meded ya Hak!
Bu yük
Büyük…
Kim bilir halimden benim ya Rab, kim bilir?
Anne baba ne bilir?
Kardeş arkadaş ne bilir?
Yar ağyar ne bilir?
Sen bilmezsen beni, kim bilir?
Anlamak zor, anlatmak daha da zor...
***
Bir derdim var içimde; büyür…
Büyür de büyür…
İçimde bir derdim var, çekirdek gibi…
Bahara varmadan ağaç olacak gibi…
Büyür de büyür…
Kalırsa ne kalacak benden geriye gayrı?
Günahlarım bana kalacak
Sırtımdaki yükten daha büyük
İçimdeki bu yük…
***
Rüzgâr gibi bir ömür geçti ellerimizden
Helâlim olan nimetlerden pay aldımsa da,
Şikâyetim kendimden
Şükrümü lâyıkıyla edememekten
Sen olmasan Rabbim,
Ah şu sabahlar olmasa
Nasıl dayanırdım bu ağırlığa, bu yüke?
Derdimin dermanısın.
Gönlümün sultanısın…
***
Gün gün aşıyoruz dağları tepeleri…
Ha gayret!
Geriye dönüp bakınca şaşıyoruz
Yaşadıklarımızı görünce…
Ha gayret!
Yollarda yıllar geçerken
Sayamadım üstüme sıçrayan taşları, çamurları
Yol bana gelirken,
Ben yolun tersine gittim
Çıkamadım.
Bazen kayboldum.
Ha gayret!
Bir tepe daha kaldı
Ha gayret!
Bu yolun başında bir ihtiyar demişti:
“Sabret!”
Dağları aştım da kendimi aşamadım.
Meded ya Hak, Meded ya Rab…
Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar;
Kavuşmak nasıl olmaz, mademki ayrılık var?
-Necip Fazıl Kısakürek
Ayrılmak kavuşmakmış; bildim.
Başladığım yolun sonuna vardım.
Döndüm dolaştım, Sana vardım
Meded ya Hak, Meded ya Hu…
Kim anlar beni Senden gayrı, kim anlar?
Şimdi anladım bu neden böyle?
Şimdi anladım…
Kendime uzak, Sana yakın bir yoldaymışım meğer
Şimdi anladım.
Bin yıl gibi uzaktı çocukken altmış yıl
Rüzgâr gibi geçtim içinden
Nerede şimdi o otuz, kırk, elli yıl…
Rüzgâr gibi geçtim içinden
***
Geceler gelir, gündüzler geçer içimden
Cümle düşünceler uyanır günün ışıdığı saatte
Ezan sesleriyle yayılır
Gecenin son vaktinin üzerine bir nefes gibi…
Alan alır payını
Rızıklar dağıtılır
Gün doğmadan taksimat başlar…
Ruhu, kalbi acıkanlar,
Buyurun sofra başına
Dâveti duyan, düşer yoluna
Dağlar konuşur,
Ezanlar konuşur,
Yollar konuşur…
Kıvranıp giden yollarda izler konuşur…
“Allahuekber” ile başlar ezanlar,
“La ilahe illallah” ile biter
Karanlık, nöbetini ışığa bırakır.
Nur her yeri kuşatır
Şehrin üzerine inceden bir duman biner,
Rahmettir, ümittir bu.
Sabahın seher vakti, bereketidir bu.
İlk ışık süzülür üstümüze,
Göz kırpar…
“Haydi” der, “kımılda yataktan…”
Hayatın yorgun çocuklarıyız biz
Yeniden ruh üflenir sanki içimize,
Rahmetinle, lutfunla her sabah yeniden diriliriz.
Ümit verir seherler…
Şevk verir sesler,
Neşeyle ötüşür serçeler,
Seherde sesler Seni söyler…
Kalbimden dilime dökülür o güzel ismin:
Ya Allah
Ya Rahman
Ya Rahim…
Bu yük büyük de olsa,
Yalnız bırakmadın kulunu
Unutturmadın ona yolunu,
Hep hatırlattın…
Bir an kaybolur gibi olur neşemiz;
Hemen imdadımıza yetişirsin
Yine artar ümidimiz
Ya Rahim, ya Kerim…
Hiç bitmeyecek sanılan gençlik de geçti,
Yıllar da bitti
Bir bitmeyen ümit kaldı içinde,
Bu kulunun içinde…
Bir de bir ümit dolu şu cümle kaldı:
“Hakikî ömrünü bulunduğun gün bil!” diyen…
Başlayabilirim yeniden
Bir beyaz sayfa açabilirim hayatımın içinden.
Hemen, şimdi, tez elden…
Anladım günümü gün etmeye değil,
Günümü ebedî bir gün etmeye geldiğimi dünyaya.
Geç kaldımsa da affet!
Affet ya Rab, affet!
Her şeyi hakkıyla bilen Sensin,
Kulunun içinden geçenleri de bilen Sensin!
Ne diyeyim gayrı?
Bu yük büyük…
Ama…
Senden büyük ne var ki ya Rab?
*
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…
BİR ŞİİR
Hastalanmışsa ağaç, gösteriniz bir bilene;
Bir de en çok köke baksın o bakan kimse yine.
Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı.
Şâyed isterseniz ağacın donanıp üstü, başı,
Benzesin tâze çiçeklerle bezenmiş geline;
Geçmesin, dikkat edin, balta çocuklar eline!
İşte dert, işte devâ, bende ne var? Bir tebliğ...
Mehmed Âkif Ersoy - Safahat
TAVSİYE
Lokman Hekim, zenginlerle görüştüğü zaman onlara şu tavsiyede bulunurdu:
“Ey küçük nimet sahipleri! Sakın bununla büyük nimeti unutmayın.”
BİR ÖYKÜ
Kimin sünneti bu?
O kadar titizdi ki, kendinden geçiyordu âdeta abdest alırken. Onun abdest aldığı suyla, çok rahat bir kaç kişi daha abdest alabilirdi hiç mübalâğasız... Artık iş titizlikten ve temizlikten çıkıp hastalık boyutuna ulaşmıştı çoktandır.
Aslında o da biliyordu yaptığının doğru bir şey olmadığını.
Günde kaç defa elini yüzünü yıkıyordu da bu hastalık orada hiç, ama hiç kendini göstermiyordu.
Neden?
Üstelik Din Kültürü öğretmeniydi. Vesvesenin ne olduğunu da çok iyi biliyordu, ama yakalanmıştı bir hastalığa işte, kurtulamıyordu bir türlü...
Ta ki o gün gelene kadar...
Yine bir caminin şadırvanında kendinden geçmişçesine abdest alıyordu... Ellerini, yüzünü ve de kollarını kim bilir kaç defa yıkayıp duruyordu. İçinden gelen o ses... Yine o ses ‘olmadı, olmadı’ dercesine kalbine bir şüphe atıyor ve o sese mağlûp oluyordu her defasında...
O gün şadırvanda onun böyle çılgınca abdest alışını seyreden biri vardı hemen yanı başındaki çeşmede... O kadar kendinden geçmiş ve tam bir vecd hâli içindeydi ki, kendisini hayretle durup seyreden bu nuranî yüzlü ihtiyarın bile farkında değildi...
Neyse... Güç belâ tamamladı abdestini ve kurulanmaya başladı...
Nur yüzlü ihtiyar:
“Evlât, Allah kabul etsin ama sen az önce abdest mi alıyordun yoksa yıkanıyor muydun?”
“Dedeciğim, abdest alırken bir titizliğim oluyor böyle. Ben de yaptığımın doğru olmadığını biliyorum. Üstelik israfa da giriyorum onu da biliyorum, ama bir türlü bu huyumdan vazgeçemiyorum...”
“Geçersin evlât, geçersin...” dedi, ihtiyar...
“Nasıl olacak bu peki?”
“Kolay evl^üt, çok kolay... Kaç kişiye rastladım böyle senin gibi… Sözüme kulak verenler bu hastalıktan kurtuldular...”
İyice meraklandı:
“Sizi can kulağıyla dinliyorum..” dedi.
Nur yüzlü ihtiyar:
“Bunun yolu çok basit evlât, çok basit...” dedi...
Ve konuşmasını sürdürdü;
“Abdest alırken uzuvlarımızı bir defa yıkamak farz, diğer ikisi ise Hz. Peygamber’in (asm) sünneti değil mi? Üçten sonrası ise, şeytanın sünneti olur evlât! Aman dikkat. Helâl işimize haram, sevabımıza haram katmayalım inşaallah. Bu kadar basit evlât, bu kadar...”
Kuş gibi hafifletmişti içi. Yıllardır susturamadığı içindeki ses, o gün susmuştu... Bu vesvese hastalığından da o gün kurtulmuştu çok şükür...
S. Gündüzalp