BERLİN, SOSYALİZM VE ALMANLAR…
Eserlerinde, bilhassa İkinci Cihan Harbi’ndeki zulümlere ortak olmamak için Alman tarafına da mesafeli duran Bediüzzaman’ın bu tarihî hadiseyle alâkalı ibarelerini, dünün ve bugünün gerçekleri ışığında yeniden yorumlamak gerekiyor. Evvelâ, Almanların da bu harpte zulüm yaptıklarını ifade ediyor. Fakat barıştan kaçarak savaşı devam ettirmek isteyen tarafın, dinsiz kapitalistlerle sosyalistler (Bolşevikler) olduğunu yine bir mektubunda nazara veriyor. Almanya’nın savaştaki müttefiki Osmanlı ordusu yönetim kadrosunu, elbette ki savaşın galibi olan İngilizler ülkeden uzaklaştıracaklardı. Boğaza yanaşan denizaltının İttihatçı kadroları Kırım/Sivastopol’üne götürmesinin üzerinden bir hafta sonra, yine İttihatçılar arasından seçtiği “yeni kadroyu” sahneye çıkaracaktı işgalciler… Halkın olan-bitenden habersiz olduğunu zannedenler, elbette yanılıyorlar. Kendi aralarında, ta kasaba kahvehanelerine kadar İngilizci ve Almancı ayrımlarına gittiklerini, Nazif Çelebi’nin İnebolu’dan Üstadına gönderdiği mektuptan da anlıyoruz: “Güya aleyhtarlarım benden bir intikam almak hasebiyle gıyabımda, hem müthiş cereyanı şiddetlendirmek için kendilerince menfur telâkki ettikleri Almancı namıyla hakaretlere maruz bırakmaktan çekinmediler. Halbuki ben, lillâhilhamd, Risale-i Nur’un irşadıyla, hakaik-ı imaniye ve Kur’âniyeyi bütün kâinatın fevkinde gördüğümden ve itikad ettiğimden, değil küre-i arzdaki cereyanlara, belki bana verilse de, bütün dünya saltanatına da âlet edemem.“ (Kastamonu Lâhikası, s. 38)
1940’ların başında yazdığı ve daha sonra Kastamonu Lâhikası’nda neşredilen bir mektubunda ise, Üstad savaşın sebebinin dinsizlik ve menfaat olduğunu, mevcut tarihin ifade ettiği gibi hadisenin “belli bir ırk veya millete düşmanlık” üzerinde bina edilemeyeceğini ihsas ediyor. Belki o zeki millet, istidracıyla dünya servet ve kuvvetine kavuşmak üzere İngiliz’in kuvvetini arkasına alarak “dinsizlik adına” Almanlara düşmanlık etti.
Söz konusu mektubunda bu dehşetli zulmün temel sebebini açıklarken; “Evet, hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inat ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan, dünyada emsali vuku bulmayan gaddarâne bir zulüm hesabına olduğuna kat’î bir delil şudur ki: Bin masum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek ve binler, milyonlar masumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idâme ve sulhu reddetmektir” (Kastamonu Lâhikası, s. 160) demektedir. Devlet ve milletlerin, yerlerini sınıf savaşına terk ettiği Avrupa’da; çok ilginçtir ki dinsiz ve demokrasi karşıtı kapitalistlerle sosyalist ve bir kısım bolşevikler hasis menfaatler üzerinde ittifak ederek insanlığa hücum etmişler. Tıpkı 11 Eylül 2001’den günümüze gelen süreçteki gibi…
Yine aynı kitabın 174. sayfasında Fil Sûresi’ndeki Ebrehe hadisesine atıfta bulunarak Avrupa’da “semavî din düşmanlarının“ da, “bu asrın aynen hilelerle, desiselerle edyan-ı semaviye kâbesini, kıblegâhını dalâlet hesabına tahribe çalışan cebbar, mağrur ehl-i dalâletin tadlil ve idlâllerine semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına... “din lehine savaşa girenlere gizli bir imada bulunuyor, gibi…” “Desiselerle edyan-ı semaviye kâbesini, kıblegâhını dalâlet hesabına tahribe çalışan cebbar, mağrur ehl-i dalâlet…“ ibaresinin kıymetli okuyucularımızın zihinlerinde uyandırdığı manaları biz de merak ediyoruz… İkinci Dünya Savaşı’nda; resmî beyanıyla semavî dinlerin ve bilhassa Müslümanlar’ın yanında olduğunu ilân edecek pay-i tahta, Osmanlı’yı ve Âlem-i İslâmı temsilen Bediüzzaman’ın uğramasını, sıradan bir tarihî vakıa değil; zaman ve mekânın misyonu olarak değerlendirebiliriz.
Risale-i Nur’daki “İkinci Cihan Harbi, Bolşevizm, İngilizlerle ittifak, Hz. İsa, Deccal ve Süfyan“ meselelerini incelerken, hem Alman milletine ve hem de bu devletin idaresine yönelik bir çok ipucu ile karşılaşıyoruz. Bunları, tarihî gerçekleri üzerinde ve ahirzaman perspektifiyle ele almanın, farklı ve müstakil bir çalışmayı gerektirdiğini de bu vesileyle anlamış bulunuyoruz.
Üstünkörü bir yaklaşım, Said Nursî ve talebelerine “Alman taraftarları“ nazarıyla baktırabilir. Kastamonu ve Emirdağ mektuplarındaki ilgili bölümleri dikkatle inceleyenler, hakikatin böyle olmadığını görecektir.
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya veya İtalya gitmiş; yerlerine Hıristiyanlığı ve dolayısıyla semavî din ve ahlâkı müdafaa eden anlayışların; başta İngilizler olmak üzere Bolşeviklere, sosyalist ve komünistlere karşı konumlandıkları ittifakı esas aldığımızda; bizim hem Berlin seyahatine, hem buradaki “deccaliyet karşıtı“ kuvvetlere, hem dinsiz sosyalist ve ahlâksız kapitalistlere isyan eden Avrupa Kilisesine ve buradan doğacak sosyal devlet fikrine verdiğimiz önem biraz daha net anlaşılır. Maalesef İngiltere hükümetleri, hasis menfaatlerini ”Dünya milletlerinin zararında“ aradıklarından, günümüze kadar mütemadiyen tahripkâr küresel cereyanlarla iş tuttular ve tutmaya-maalesef şu son Libya’ya hücum eden Hafter ile Kuzey Suriye’de neoconların yardımına Fransızlarla koşmalarında olduğu gibi- devam ediyorlar. Son Brexit zilleti de bu iddiamızı ispatlar mahiyettedir.
Yalnızca Said Nursî Berlin seyehatini gizlemiyor, Alman devleti de insaniyet ve İslâmiyet lehindeki bir çok faaliyetini gizleyerek geliyor.
Bu gizliliğin sırlarını, isterseniz bir sonraki yazımıza bırakalım…