Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

“Hep bana” diyenler



İran’ın nükleer silâh üretme çalışmaları, başta Amerika olmak üzere ‘diğer’ ülkelerin tepkisini çekiyor. Amerika sadece sözlü tepki göstermekle de kalmıyor, İran’ı ‘yola getirmek’ için zor kullanabileceğini de söylüyor.

İran ise, “Nükleer silâh üretmek benim de hakkım” diyor ve çalışmalarını aksatmadan devam ettireceğini ilân ediyor. Bu tartışma, elbette çok su götürür. Ama tartışmadaki büyük hata, Amerika’nın. Çünkü Amerika, nükleer silâh üretme ve bulundurma hakkının sadece kendisinde ve kendisinin müsaade ettiği ülkelerde olacağına inanıyor ki buna dünyayı inandırması mümkün değildir.

Herkes biliyor ki, en büyük nükleer silâh deposu İsrail’dir. İsrail, bu konuda çalışan uluslar arası kuruluşların çağrılarını duymuyor ve dinlemiyor. Tabiî bu listeye Hindistan, Çin ve Kuzey Kore’nin yanı sıra başka isimler de ilâve edilebilir. Amerika, İsrail’in silâhlanmasına göz yumduğu ve hatta desteklediği sürece, başka ülkelere ‘Sen silâhlanma’ demekle haklı olabilir mi?

Dünyada kalıcı barış isteniyorsa, ülkeler arasında da ‘adalet’ hükmetmelidir. “Ben güçlüyüm, benim dediğim olacak” tavrı yanlıştır. Bu demek değildir ki bütün ülkeler silâhlansın! Aksine, silâhlanmanın bir çözüm yolu olmadığı bilinmeli ve bu yola tevessül edilmemelidir. Silâhlanmaya ayrılan paralar, dünya insanlarının huzur ve refahı için harcanabilmiş olsa, ‘açlık’tan ölen insan kalır mıydı?

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed El Baradei, İran ile Amerika arasında yaşanan ‘nükleer kriz’in çözümünde Türkiye’nin önemli rol oynayabileceğini söylemiş. Baradei şöyle konuşmuş: ‘’Bence Türkiye’nin eşsiz bir durumu var. İran ile komşusunuz, Müslüman bir ülkesiniz, Ortadoğu ve İran’la yakın tarihi ilişkileriniz olduğu gibi, Batı ve ABD ile de yakın ilişkileriniz var. NATO üyesisiniz. Bu ülkelerin hangi noktada durduğunu çok iyi anlayabilir, onları müzakere masasına getirmek için önemli bir rol oynayabilirsiniz.’’ (AA, 6 Temmuz 2006)

Prof. Dr. Yunus A. Çengel, silâhlanmayla ilgili yaptığı bir değerlendirmede, “Müslüman, kimyasal silâh kullanamaz” demişti. 7. Bediüzzaman Sempozyumunda sunduğu tebliğde bu görüşünü dile getiren Çengel, daha sonra Yeni Asya’ya yaptığı açıklamada bunu şöyle izah etmişti: “Son 20-30 yıldır dünya bir vicdanlaşma sürecine girdi. Maddenin hâkim olduğu vicdanlar sıkılmaya ve yavaş yavaş uyanmaya başladı. Şu anda milletlerin çoğunda, görmediğimiz en etkin silâh vicdandır, yani kamu vicdanıdır. Kamu vicdanına aykırı olan şeyler kabul görmez ve kamu vicdanına aykırı işler yapmak kolay kolay mümkün değil. (...) Kaba kuvvet devri geçti. Şimdi medeniyet devri başlıyor ya da başladı. İnsanlık vicdanı her şeye muazzam bir engel teşkil etmeye başlıyor. Şu anda vicdanı arkasına alan, insanların sevgisini ve desteğini yanına alan en kuvvetli insandır. Yoksa parası çokmuş, silâhı çokmuş; bunların kuvvetli olduğu dönemler geride kaldı. Bunu iyi okumak lâzım.”

Dünya ülkeleri ‘adalet’ ve ‘vicdan’la hareket etmeye başladığı gün, silâhlanma tartışmaları sona erer ve silâha harcanan paralar ‘hayırlı işler’e yönelir. Bu temenniye ‘ütopya’ diyenler de olacak elbette. Ama biz, ‘vicdan’ların kazanacağını düşünüyoruz...

07.07.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Manipüle haberler



Utanç veren haberi hep birlikte izledik ana haber bültenlerinde:

Manipüle edilmiş hisse senedinden kazanç sağlayan köşe yazarları, belli bir oranda yükseltilen hisse senedinin daha da yukarılara çıkması için “olumlu yazılar” yazıyormuş.

Yuh!

Vurguncu köşe yazarları açıklanmalı. Borsa çetesi deşifre edilmeli.

Gerçi, Şişli Cumhuriyet Savcısı Mecit Ceylan’ın yürüttüğü operasyonda, zanlılar hakkında haksız kazanç elde edilen parayı akladıkları iddiası ile soruşturma başlatılmış.

Yetmez, ekrana çıkarılıp afişe edilmeli.

Adamların çalışma yöntemine bakar mısınız:

Aralarında toplanıyorlar... Hangi hisse ile oynanacağına karar verildikten sonra, milletvekili, mafya üyeleri ve bürokratların bulunduğu kişilerden para topluyorlar.

Şebeke, toplanan paranın ardından düşük fiyattaki hisse senedini almaya başlıyor. Belli bir seviyeye çıkan hisse senedinin kendi aralarında dolaşımı sağlanarak çetenin bir müddet sonra yapacağı satış işlemlerini kolaylaştıracak sun'i piyasa oluşturuluyor.

Şebeke bu operasyonu yaparken ekonomi dünyasındaki köşe yazarları ile de temasa geçiyor. Onlarla birlikte “soyguna” ortak oluyor... Köşe yazarları belli bir oranda yükseltilen hisse senedinin daha da yukarılara çıkması için kağıtla ilgili olumlu yazılar yazıyor. Çete, hisse senedinden elde edeceği kazancı arttırıyor.

Sonra? Paralar cepte. Modern soygun böyle oluyor.

Bu soygunu oluşturan süreç, bir kısım medyanın “manipüle” haberlerle gündemin ateşini nasıl yükselttiğini hatırlattı bana.

28 Şubat’ı kim unutur?

Mevcut hükümeti parçalamak için harekete geçen güçler önce “medya”yı kullandı.

Gazeteler her gün hükümeti yıpratan yazılar yazıyor, nokta atışların yanı sıra, koca manşetlerle topa tutuyordu.

Medya, Susurluk kazasının hükümetle hiçbir ilgisi yokken bile “Refahyol”a bağladı, töhmet altında bıraktı.

Susurluk için başlatılan “Bir Dakika Aydınlık” kampanyası müthiş bir fırsattı medya için... İş çığırından çıktı ve iş sadece hükümet aleyhtarlığı değil, aynı zamanda “laiklik” gösterisine dönüştü. Artık sokaklar “şeriat istemiyoruz” diyen “laik yobaz”lardan geçilmiyordu. Askere “gel, daha ne duruyorsun” diye çağrıda bulunan manşetler “sıradan” sayılıyordu.

Ateş yükseldikçe yükseltildi.

Medya-iş dünyası-asker üçgeni “doğal ittifak” oluştururken, “yargı” askerin “brifing”leriyle Voltran’ı oluşturdu.

Sonra? Malûm... 28 Şubat’tan sonra tansiyon aniden düşüverdi.

Gazete yazarları “asker türküsü” söylerken, şimdi hepsi “demokrasi kahramanı” kesiliverdi.

Peki, “manipüle haber” yapan ekonomi yazarları borsayı dolandırırken, sahtekâr oluyor da... Türkiye’nin canına okuyan 28 Şubat’ı yere göğe sığdıramayan anti/demokrat yazarlara ne demeli?

İSLÂMI YAŞAMAK

Dünya Kupası’nda Fransa sürpriz yaptı.

Fransız oyuncu aynı zamanda Galatasaray’ın eski futbolcusu Ribery’nin sözleri tarihe geçecek cinsten: “İmanla başarıya ulaştım” diyor.

Hatta, bu yıl “Hacca gitmek istiyorum” diyerek, samimiyetini ortaya koyuyor.

“İslâm benim gerek sahanın içinde ve gerekse dış dünyamdaki düşünce ve hareket kaynağım. Söz verdim, Dünya Şampiyonu olursam Hacca gitmek istiyorum” diyor.

Bir ünlü daha “İslaâmı” yaşayanlardan.

Önceki gün Harbiye Açıkhava’da konser veren cazcı Camal.

Televizyon ve gazeteler Camal’in entellektüel kişiliğiyle ilgilendi daha çok. “İslâmî” boyutunu görmezden geldi.

1958’de yayınladığı bir albümüyle 108 hafta listelerde kalan ünlü cazcı, 21 yaşında Müslüman olmuş, “İslâm felsefesini 21 yaşımda öğrenmeye başladım. Şunu unutmayın lütfen, 21 yaşında Müslüman olmadım. Herkes gibi ben de zaten Müslüman doğdum” diyerek doğru bir tanım yapıyor.

“Yoğun programınız içinde ibadetinizi yapıyor musunuz?” sorusuna:

“Elbette… Hiç zor değil. İbadet etmek hayatımı kolaylaştırıyor. Farz ibadetlerim dışında her gece teheccüt namazına kalkarım. İnsan sorumluluklarını unutturan tembellik. Tembel olursanız bahane çok. Ama dinimiz zorluk dini değil. Hele siz İstanbul’da bu kadar caminin arasında hiç bahane aramayın.” (Zaman)

Onlar “İslâmı” yaşamaya özen gösteriyor...

Bizimkilere ibret verircesine.

07.07.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Eyyühe’l-Üstad



Bu ifade, şiirde de büyük vukufiyeti olan Bediüzzaman Hazretlerinin küçük kardeşi, Bediüzzaman’ın ifadesi ile “mühim bir âlim” olan, son haftalarda Şanlıurfa’dan kabir nakli olayında ismi sık sık gündeme gelen, bizlerin üzerinde büyük emeği olan, 11 Haziran itibarıyla 39’ncu sene-i devriyesini idrak ettiğimiz, ruhuna binler Fatihalar gönderdiğimiz ve aynı zamanda Risâle-i Nur’un büyük âlim talebesi olan Abdülmecid Ünlükul’a ait. Bizler de her dem diyoruz: “Eyyühe’l-Üstad..”

23 Mart 1960 günü, “Said Nursî öldü” diye, radyo ve gazetelerde çeşitli isimler ve ilâvelerle vefat ettiğini haber verdiler. Yakınımızdaki gazete bayiinden baktığım bir gazetede bu vefat haberini okuyunca ağlamaya başladım ve gazeteyi alıp eve koştum. Yalnız biz değil başta Türkiye ve haberi işiten âlem-i İslâm da ağlıyordu. Yer ve sema ağlıyordu. Merhum Abdülmecid Nursî, bu haberi Ankara radyosu anonsundan işitiyor, o da gözyaşları ile o hâlet-i ruhiyede eline kalemi alıp hicranla dolu “Eyyühe’l-Üstad!” başlıklı şiirini yazıyor.

Bu şiirin tamamını bir gönül meclisinde okurken, yep yeni sırların ve ilham kaynaklarının açıldığını şiirin satırları arasında 39 yıl sonra görüyoruz. Bizim temaşamız ve tasavvurumuz böyle. Gelişen hadisât da buna çok yakın. 111 gün sonraki ihtilâlcilerin yapacakları kabir naklinden önce Üstadına, ağabeyine diyor ki:

“Urfa’nın topraklarında değildir, salar-ı yemin.

Pek sıcak Nurcuların kalbindedir serdar-ı yemin.”

Sanki olacakları önceden ilhamen hissetmiş ve kalbine doğmuş. Hz. Bediüzzaman’ın kabri Şanlıurfa’dan naklediliyor ve Hz. Üstad o günkü askerî idare tarafından bir semt-i meçhûle götürülüyor. Onun için bizler de her daim dedik: “Kalplerimiz ona mezar olmuştur” O zihniyet gelip kalplerimizi de çalamadı, çalamazlar da.

Şiirin devamında da kalbine yine ilham edileni yazıyor:

“Ey mezarcı! Göm bizi de şu Said’in kabrine

Firkatin dayanamaz Nurcu olanlar kahrine.”

Ne garip bir İlâhî cilvedir ki; ihtilâlci askerler tarafından 111 gün sonra Şanlıurfa’dan kabir nakli olayında merhum Abdülmecid Efendi kabrin başındadır. Kabir uçakla Afyon’a getiriliyor, oradan da yine askerî konvoy ile sabah imsak vaktinde Isparta canibinde bir yerde tabutla birlikte defnediliyor. Defin işleminde Abdülmecid Efendi, mezarın başında, ağaçların altında, bir sütrenin yanında ve feryat ettiği bu mısrada zahir tecellî ediyor.

Uzun zaman kabrin nokta yerini bulmak için çalışan bir serdengeçti olarak diyorum ki; Hz. Bediüzzaman’ın kabri hakkındaki vasiyeti gibi asla esas yeri bilinmeyecektir. Aynen Hz. Veysel Karani’nin kabri gibi. Onun vefatında da üç tabut getirirler, her üçünde de mevtası görünür. Şimdi her ortaya çıkan konuşuyor. Isparta’da, Karadeniz’de, Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Sav beldesinde, Barla’da, Uluborlu yolunda, Van kalasının başında. Hiç çıkış yolu yok mu? Var. İşte şiirin son satırları:

“Dâr-ı dünyada Said’i bizden ettinse cüda. Dâr-ı âhirde beraberce haşret ey Hüda!

Dünkü hâl oldu hayâl, geçti visal geldi zevâl. Bizleri Üstadımızla haşret ya Zülcelâl!” (Abdülmecid Ünlükul [Nursî] / 1960)

Bu gelişmeleri maalesef akıl terazisinde tartamıyorum. Sırlar âlemi ve hikmet dolu manzaralar. Merhum Abdülmecid Ünlükul, bize derdi: “Hazretim, ben bu sene vefat edeceğim.” Biz de ailece derdik: “Müftü efendi, ağabey, yapma, bizi bırakıp gitme.” O da derdi ki: “Ağabeyim Bediüzzaman, Konya’ya son geldiğinde dedi ki: ‘Kardeşim Abdülmecid, merak etme, benim vefatımdan 7 sene sonra vefat edeceksin.’ Vallahi o ne demişse aynen zuhur etmiştir. O bu yıl çıkacak, bana hakkınızı helâl ediniz.”

Ve hakikaten dedikleri çıktı. 11 Haziran 1967’de Hakka yürüdü. Ruhu şâd olsun. Ruhlarımız hep onların hasretinde.

07.07.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mehir üzerine- 1



İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Ben beş aydır nişanlıyım. Bir iftiraya uğradım. Nişanlım ayrılmak istiyor. Bana takılan ziynetleri geri vermem gerekir mi? Nikâhım kıyılmadı.”

Genç bir okuyucumuz: “Nişanlımdan ayrıldım. Bende kabahat yoktu. Beni sohbetlerden alı koymayacağına söz verdiği halde, sözünde durmadığı ve beni derslerden alı koyduğu için ayrıldım. Bakara Sûresinin 237. âyetine göre benim mehir bakımından durumum nedir? Oğlanın bana verdiği mehri ona geri verecek miyim?”

Karabük’ten Ali Kılınç: “Mehirle ilgili dinimizin emirleri nelerdir? Düğün nişan gibi mesut günlerde hanım kızlarımıza erkek tarafından takılan takıların mülkiyeti kime aittir? Tasarruf hakkı kimindir? Dört mezhebe göre şerh ve izah eder misiniz? Mehrin asgarî ve azamisi ne kadardır? Nasıl ve neye göre vaz edilmiştir? İslâm tarihinden örneklerle izah eder misiniz?”

Nikâh kıyılmadan kadın mehri hak etmiş olmaz. Eğer nişanlılık sırasında kendisine mehir namına bir şey verilmişse, nikâh kıyılmadan ayrılık vaki olduğunda, ayrılığa sebep kim olursa olsun, kadın mehir namına aldığı şeyi geri iade eder. Eğer kendisine hediye namına ziynet takılmışsa ziyneti de geri verir.

Mehir, nikâh akdi sebebiyle erkeğin kadına ödediği veya ödemeyi taahhüt ettiği nikâh bedelidir. Nikâhı yapılan kadın için mehir bir hak; nikâh eden erkek için ise bunu ödemek farzdır. Peygamber Efendimizin (asm) ifadesiyle mehir, kocanın, ırzını kendine helâl etmesi karşılığında kadına vermekle yükümlü olduğu bedeldir.1 Mülkiyeti kadına aittir. Tasarruf hakkı kadınındır.

Kadına mehir namına olmayarak takılan takıların mülkiyeti de kadına aittir. Çünkü kadına takılmıştır. Kadın dilerse kendi rızasıyla bunu evi ve geçimi için harcar, dilerse harcamaz. Fakat kadın evi ve geçimi için harcamada bulunmaya zorlanamaz.

Mehir olarak verilecek mal ister belirlensin, ister belirlenmesin, kocanın onu vermesi gerekir. Hatta taraflar mehir verilmemesi konusunda anlaşsalar bile, erkek az veya çok kadının mehrini vermekle mükelleftir. Çünkü mehir Allah’ın emridir.

Kur’ân şöyle buyurur: “Evlendiğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin.”2 Peygamber Efendimiz (asm) bütün evliliklerde mehrin mutlaka verilmesini emretmiştir.

Mehir nikâhın bir unsuru veya şartı değil, bir bağış veya bir hediye değil, nikâh akdine rıza gösteren kadının hakkıdır. Nikâh esnasında bu hak hiç mevzubahis edilmese dahi kadın bu hakkını alır. Bu hak, nikâh esnasında verilebileceği gibi, kocanın bir borcu olarak daha sonra da verilebilir. Koca bu borcunu mutlaka vermelidir. Koca vermeyip, kadın da hakkını helâl etmediği takdirde, koca kul hakkı yemiş olur.

Mehir belirlenmiş olup olmama durumuna göre iki türlüdür:

1- Mehr-i Müsemma. 2- Mehr-i Misil

1- Mehr-i Müsemma: Nikâh akdi sırasında belirlenmiş olan, adı ve miktarı konusunda anlaşmaya varılmış olan mehirdir.

Âmir bin Rabî (ra) bildirmiştir: Fezare oğullarından bir kadın, mehir olarak bir çift ayakkabı karşılığında evlendi. Resûlullah (asm) kadına:

“Nefsinin karşılığı ve hakkın olduğu halde bir çift ayakkabıya razı oldun mu?” buyurdu.

Kadın: “Evet!” dedi.

Bunun üzerine Resûlullah (asm) buna izin verdi.3

2- Mehr-i Misil: Mehrin miktarı nikâh akdi esnasında belirlenmemişse, kadın dengi olan kadınların aldığı kadar mehir almaya hak kazanır. Buna ortalama mehir veya rayiç mehir de denebilir. Eğer nikâh esnasında her hangi bir miktar üzerinde anlaşmaya varılmamışsa kadın mehr-i misil alır.

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Nesâî, Talak, 44

2- Nisâ Sûresi: 4

3- Tirmizî, Nikâh, 21

07.07.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Niçin çırpınıyordu?



“Ben cinleri de, insanları da, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”1 buyurur bir âyetinde Rabbimiz.

İnsanın ilk görevi Yaratıcısını tanımak, sonra da kulluk, yani emirleri istikametinde ömür sürmektir.

Biz bile ürettiğimiz bir makineyi maksadına uygun şekilde kullanmak istemiyor muyuz? Tersi hareket ettiğimizde makinenin bozulması için yeterli oluyor.

Allah da yarattığı insan denilen canlı makineyi önce Kendisini tanımamız, sonra da emirleri dairesinde ömür sürmemiz için yaratmıştır.

Allah’ın varlığı ve birliği hakikati kelime-i Tevhid’le, yani Lâ ilâhe illallah’ta ifadesini bulur. Bütün peygamberlerin en büyük emeli insanların bir olan Allah’a inanmalarıydı. En üstün söz ve hakikattir bu kelime. Bunu da Efendimiz (asm) “Ben ve benden önceki peygamberlerin en üstün sözü, bir olan, eşi, ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilâh yoktur ikrarıdır”2 hadisleriyle ifade eder.

Yolda bir bedeviye rastlıyor, “Bu bir bedevî! Ne anlar!” demeden ona Allah’ın varlığını, birliğini, kendi peygamberliğini anlatıyor, gerektiğinde mucize gösteriyor, kurtuluşuna vesile oluyordu.

Diğer peygamberlerin olduğu gibi Efendimizin (a.s.m.) bütün çırpınışları bunun içindi. Medenî, bedevî, fakir-zengin ayırt ekmeksizin herkese bu yüce hakikatlerden bahsediyordu. Çile ve ıztırap da çekse, sıkıntı da verilse, kötülüklere de maruz kalsa yine onların kurtuluşlarını isterdi.

Nitekim yaptıkları edepsizlik sebebiyle Tâif’ten acı, keder ve üzüntüyle dönen Allah Resûlü (a.s.m.), Karn-i Seâlib denilen mevkie geldiğinde Cebrail gelmiş, insanların ona söylediklerini, yaptıklarını Cenâb-ı Hakkın gördüğünü, her istediğini yapmak üzere dağlar meleğini gönderdiğini söylemiş, dağlar meleği de emrine âmâde olduğunu belirtmiş, ne isterse hemen yapacağını, dilerse Mekke’nin iki yalçın dağını birleştirip üzerlerine çöktürüvereceğini söyleyince, Efendimiz (a.s.m.) ise büyük bir sabır ve şefkat örneği gösterip, “Hayır, ben onların soyundan hiçbir şeyi ortak koşmayıp sadece Allah’a kulluk edecek bir nesil yetişmesini diliyorum”3 demişti.

Uhud’da da yaralanıp dişi kırıldığında, Ashabı, düşmanlara lânet etmesini istediğinde de, “Allah’ım, kavmime doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar”4 dememiş miydi?

Evet, bütün mesele insanların Allah’a imanın aydınlığı içerisinde huzuru bulmalarıydı.

Dipnotlar:

1- Zariyat Suresi: 56.

2- Muvatta, Kur’ân: 32; Daavat: 122.

3- Buharî, Bed’ul-Halk: 7; Müslim, Cihad: 11.

4- Buharî, İsticabe: 5; Enbiya: 54; Müslim, Cihad: 105.

07.07.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ebced/cifir metodu ve gaybı bilmek!



Sosyolog İbn Haldun’a göre ilm-i cifr, bir disiplinden ziyade, şahsî kabiliyetle ilgili olup ilham ve keşif ilişkisi üzerinde durur.1

Kâinat, aynı zamanda Mukaddir, yani, her şeyi ölçüp, biçen, hesaplayarak yaratan Cenâb-ı Hakkın isminin tezahürüdür de. Bu muhteşem dengeye, düzene, hesaba ilgisiz kalamayan insanoğlu, matematiğe dayanan bir ilgi kurmuştur. Bu ilginin ve harf ilminin disiplin haline getirilmesinin ismi ebced/cifirdir.

Arap alfabesinin 28 harfi var ve her birisi bir değeri sembolize eder. Bu riyâzî (matematik) sistemin adı “ebced”dir. Arapça alfabenin (elif-ba’nın) ilk tertibi olan Ebced, aslında Arap harflerinin kolaylıkla hatırda tutulması için geliştirilmiş bir formüldür. Gerçekte bu kelimelerin anlamı yoktur ve ilk kelime “ebced” şeklinde okunduğu için bu isimle anıla gelmiştir.

Ebced formülünde yer alan kelimelerin tertibi; “Ebced (elif, be, cim, dal); hevvez (he, vav, ze); hutti (ha, tı, ya); kelemen (kef, lam, mim, nun); sa’fes (sin, ayn, fe, sad); karaşet (kaf, ra, şın, te); sehaz (se, hı, zal); dazığ (dad, zı, gayın)” şeklindedir.

28 harf ve altı kelime olan Ebced hesabına göre, Arapça alfabedeki her harf bir rakama tekabül eder. Bundan istifade edilerek çeşitli hesaplamalar yapılır. Buna da “ebced hesabı” ya da “hisab-ı cümel” denir. Cifr ilmi de bu metotlardan birisidir. Harflerin rakam karşılığı ise şöyledir:

Elif 1; Be 2; Cim 3; Dal 4; He 5; Vav 6; Zel 7; Ha 8; Tı 9; Ya 10; Kef 20; Lam 30; Mim 40; Nun 50; Sin 60; Ayın 70; Fe 80; Sad 90; Kaf 100; Ra 200; Şın 300; Te 400; Se 500; Hı 600; Zal 700; Dad 800; Zı 900; Gayın 1000.2

Bu rakamlarla, âyet ve hadîslerden önemli hâdiseler, sosyal dönüşümler, vak’alar meydana gelmeden önce tesbit edilebilir. Ki, bu gaybı bilmek değildir. Çünkü, Kur’ân ve hadislerde şifrelerle de olsa bildirilen, artık gayblıktan çıkmış, şehadet âlemine ayak basmıştır. Dolayısıyla, gerçek gayb değil, Allah’ın izin vermesiyle bazılarının bilebileceği izâfî gaybdır. Yani, bize göre gayb iken, harf ilmi âlimlerince gayp değildir artık. Tıpkı, yağmurun bir-iki gün önce meteoroloji tarafından; anne rahmindeki ceninin erkek veya dişiliğinin de tıp uzmanları tarafından tesbit edilmesi gibidir. Onlar da gaybı değil, gaybtan çıkıp şehadet âlemine ayak basmış olan bir hakikati biliyorlar.

İşte Ebced ve Cifr ile bilinen olaylar da, Kur’ân ve hadislerde haber verilen ve gayblıktan çıkmış olan meselelerdir. Ki, Cifr; istikbalde muhtemel olacak işlerden haber veren ilmin adıdır. Buna göre sembolik şekiller ve harflerin ebced sayı karşılıkları üzerinde yapılan yorumlar, bu sahayla meşgul olan kimselerin başvurdukları yollardan biridir.

Dipnotlar:

1- Mukaddime, II, s. 823; 2- Osmanlıca-Türkçe Lugat, Yeni Asya Neş.

07.07.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Farkları kavramak



Kavramlar arası farkları ve incelikleri iyi kavramalıyız. Yoksa kendi ayağımıza ateş ederiz. Sözgelimi, 7/7 saldırılarından sonra yine toptancılık üzerinden indirgemecilik veya indirgemecilik üzerinden toptancılık yapıldı. Sözgelimi İslâmî kesimlerin tamamına yakını Londra saldırılarını kınadılar. Bunlar arasında Karadavi gibiler de var. Ama birileri ‘Bu yetmez, Irak’taki eylemleri de, Londra eylemleri gibi kınamalısınız. İkisi arasında fark yok’ dediler. Fark olduğunu iddia edenleri de sözlü olarak linç etmek istediler. Aslında niyetleri sapla samanı karıştırmaktı. Kızıl Ken (Ken Livingstone, Londra Belediye Başkanı) gibi İngiliz muhalifler de, elbette Karadavi gibi Londra saldırılarıyla Irak saldırıları arasında ayırım gözetiyordu. Ama bu ayrım birilerinin işine gelmiyor. Irak’taki direnişi de Londra’daki teröre indirgemek istiyorlar. Bunun üzerinden de toptancılık yapıyorlar. Tehlike burada. Blair açısından, elbette ikisi birdi. Bu açıdan İngiltere’nin finanse ettiği bir mekânda Irak direnişi ile Londra terörü arasında bir ayrım yapmak zor. Terör direniş ayrımı gibi, aslında asimilasyon ile entegrasyon arasında da büyük farklar var. Bundan dolayı Müslümanlar müspet katılım diyebileceğimiz entegrasyona karşı değiller. Bunun karşısında da menfî katılım diyebileceğimiz yabancıları kendi kültürel zenginliklerinden soyutlayan eritme projesi var. Buna da asimilasyon diyoruz. Asimilasyoncular Müslümanları kıtada yabancı bir unsur (duhela) olarak tanımlıyorlar ve görüyorlar. Böyle bir tespit karşısında Müslümanların iki seçenekten birisiyle karşılaşmaları kaçınılmaz. Ya kimlik olarak yokluğu ve ademiyeti seçecekler, ya da fizikî olarak ademiyeti seçecekler. Endülüs’te her ikisi de yaşandı. Günümüzde Sırplar da Bosna ve Balkanlar’ı Endülüslüleştirmek istediler. Sırplar ve bazı Batılılar Boşnakları Müslümanlar olarak kıtanın yerlileri saymıyorlardı. Avrupalı Müslüman değil, Avrupa’da yaşayan Müslüman olarak görüyorlardı. Bu durumda Kradziç gibilerinin savunduğu gibi geriye iki şık kalıyordu: Bu yabancılar ya asıllarına dönecekler ve Hıristiyanlaşacaklar, ya da elimine edilecekler. Onları yerli değil de, yabancı göstermek için zaman zaman onların Türklerin bakayası ve kalıntıları olduğunu iddia ediyorlardı.

***

Bu itibarla Avrupa’daki asimilasyoncu anlayış Ferdinand, İzabella ve Miloseviç ve Kradziç’in anlayışıdır. İzabella ve Ferdinand’ın da tarih sahnesinde yargılanması gerekir. Çünkü yapılan bir fetih değil, genosit ve soykırımdır. Kimlikkırımdır. Bu tehlikeyi sezen Müslümanların Batı toplumlarında erime ile dışlanma arasında müspet katılım ve bütünleşme diyebileceğimiz entegrasyonu savunmaları tabiîdir. Bunun üzerinden yeni bir kimlik inşa etmek de mümkün. Tarık Ramazan gibilerinin savunduğu gibi, bu Avrupa Müslümanları kimliğidir. Yapılan istatistikler de gurbetçi Müslümanların bu eğilimde olduklarını ortaya koymaktadır.

Cuma günü, bugün Londra’daki 3 metro ile 1 otobüsü hedef alan ve 52 kişinin ölümüyle sonuçlanan 7 Temmuz saldırılarının birinci yıldönümü. Bu vesileyle son 1 yılın muhasebesini yapan İngiliz basınında, ülkedeki Müslümanların durumuna ilişkin haber ve yorumlara sık rastlanıyor. Times gazetesinin yer verdiği kamuoyu araştırmasına göre, Müslümanlar ve toplumun geneli birbirini yanlış anlama eğiliminde. Araştırmaya göre, kamuoyunun dörtte biri İslâm’ı İngiliz hayat biçimine yönelik bir tehdit olarak görüyor. Sahiden Bush, ‘hayat tarzımızı tehdit ediyorlar’ diyerek, Irak savaşını meşrulaştırmamış mıydı? Dolayısıyla İngiliz toplumumun bu yaklaşımı ırkçı olduğu kadar kaba ve çokkültürlülüğe kapalı ve onu reddeden bir yaklaşım tarzıdır. Marazi bir yaklaşım olduğu inkâr edilemez. Buna karşılık ülkedeki Müslümanların yüzde 36’sı da, İngiliz değerlerini İslâmî hayat biçimine yönelik bir tehdit olarak değerlendiriyor. Aslında buradaki tesbit daha umumi olmalıydı. O da şu: Batı hayat tarzı denilen tüketime dayalı materyalist anlayış, aslında bütün insanlık değerleri için ontolojik bir tehdittir. Dolayısıyla bundan sadece Müslümanlar değil, bütün beşeriyet kaygı duymalıdır. The Times’ın araştırmasına göre, Müslümanlarla toplumun geneli arasındaki en derin görüş ayrılığı, okullarda İslâmî kıyafet giyilmesi üzerinde odaklanıyor. Buna göre, Müslümanların yüzde 76’sı, öğrencilerin istedikleri kıyafeti giyme özgürlüğü bulunmasını savunuyor. Genel nüfusun ise, sadece yüzde 42’si böyle düşünüyor. Ancak tarafların birbirine yakın görüşlere sahip oldukları konular da var. Örneğin Müslümanların üçte ikisi, toplumun geneliyle entegrasyonlarını geliştirmeleri gerektiğini düşünüyor. Müslüman olmayan nüfusun üçte ikilik çoğunluğu da aynı görüşte. Müslümanların İngiltere toplumuna büyük katkıları olduğunda da, taraflar hemfikir. Bir de entegrasyonu taraflar nasıl anlıyor, onun analizi yapılmalıydı. O zaman daha berrak ve net bir görüntü ortaya çıkabilirdi.

07.07.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Alışırlar, alışırlar



Bülent Arınç, Meclisin geçen 1 yıl içinde yaptığı çalışmaları anlatmak üzere basın toplantısı düzenledi. Meclis Başkanının konuşması yarım saat sürdü. Arınç sözlerini bitirdi, soru cevap bölümüne geçildi.

İlk soru ne mi oldu? Meclis çalışmaları değil elbette ki... Cumhurbaşkanlığı seçimi soruldu. Zaten Arınç’ın basın toplantısına giderken, ‘acaba ne sorsam’ diye düşünen her gazetecinin kafasında cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. Şu günlerde cumhurbaşkanlığı sorusu banko.

Elektrik kesintisi diye söze mi başladı. Biz hemen en elektrikli konu olan, ‘Efendim cumhurbaşkanlığı seçimi de karanlıkta mı kalacak’ diye başlarız. Meclis Başkanı Arınç da cumhurbaşkanlığı makamının en güçlü adaylarından biri olduğu için, bu soru kaçınılmazdı. Önce kendisinin aday olup olmadığı soruldu.

“Daha önce bir açıklamamda ‘Kim öle, kim kala, daha bugünden o güne bir şey söylemek mümkün değildir’ demiştim. Bu ‘evet’ anlamına mı gelir, ‘hayır’ anlamına mı gelir, niyet okumaya da gerek yok“ yanıtını verdi. Ama bununla yetinmedi. Cumhurbaşkanının kim olacağından ziyade süresinin ve yetkilerinin tartışılmasını istedi. “Seçilecek olan cumhurbaşkanı, onu seçecek olan ise milletvekilleridir“ dedi. Ardından ilave etti: “Bu bir Kurtuluş Savaşı değil. 2007 Nisan ayını bekleyin.“

Ancak bizim beklemeye tahammülümüz yoktu. Bu kez Başbakan Erdoğan’ın, Reuters ajansına yaptığı açıklamada yer alan “Güçlü dini inançlara sahip olmanın” bir insanın cumhurbaşkanlığı adaylığını engellememesi şeklindeki sözleri hatırlatıldı. Arınç bu kez, “Ben televizyonların kadrolu yorumcusu muyum?“ diye tepki gösterdi. Ardından da Anayasa’da tarif edilen şartlara uygun olan herkesin cumhurbaşkanı adayı olabileceği şeklindeki resmi yanıtını verdi.

Meclis Başkanına üç soru soruldu, ikisi Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgiliydi. Bu nedenle Arınç, “Keşke Meclis çalışmalarını sorsaydınız“ demek durumunda kaldı. Uluslararası piyasa okuyucuları dahi artık Türkiye’nin seçim sürecine girdiğini belirtiliyorlar. Ünlü spekülatör Soros, “Önümüzde iki seçim var. Biri Cumhurbaşkanlığı seçimi diğeri genel seçim“ demedi mi?

1.5 yıl önceden bir ülkenin gündeminin iki konuya endekslenmesi hoş bir şey değil sadece gündem değil, piyasalarda seçim alınıp seçim satılacak. Siyaset sadece iki ana eksen üzerine oturacak. Bakın kanayan yaramız olan yüksek öğrenim sorunuyla ilgili olarak YÖK doğru ya da yanlış bir reform taslağı ortaya koydu. Tartışan var mı?

Bunun yanısıra uçuk kaçık bir çok formül de, dahiyane birçok öneri de kulağınıza gelecek. Yok efendim AKP 5 artı 5’i tartışıyormuş, yok Cumhurbaşkanını halkın seçmesi için hazırlık yapılıyormuş. Bunları bir kalemde geçiniz. Benim tavsiyem kulaklarınıza uygun iki adet tıkaç almanız yönünde.

Ciddiyeti olmayan ama konuşulan bir formül daha var. Onu da üzerinde durmamanız çekincesi düşerek aktarıyorum. Güvenilir bir milletvekili bulunacakmış. Bu milletvekili yazılı olarak taahütde bulunacakmış. 1.5 sene cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra istifa edecek, yerine Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçilecekmiş. Peki bu formüle neden gerek duyuluyor? Erdoğan partinin başında olmazsa AKP’nin seçimleri kazanamayacağını düşünenlerin formulü bu.

Peki Erdoğan’ın kafasında bu tür formüller var mı? Bu yüzden kulaklarınızı tıkayın, gereksiz formüllerle zaman kaybetmeyin diyorum. Hani meclis kapanmadan CHP sine-i millete gidecekti? Meclis kapandı, sine-i milletçiler nerde? CHP’yi gaza getirip, sine-i millete götürüp, siyaseti toz duman etmek isteyenlere, o yönde çarşaf çarşaf haber yazıp, köşe yazısına konu edenlere ne oldu? Niye susuyorlar? Çünkü o zaman CHP’nin de öyle bir formülü yoktu. Sine-i milletle kandırmak istediler olmadı. Hani bir de “4 yılda bir seçime gidilir, bu ülkenin tarihinde 5 yıl devam eden parlamento olmadı” diyorlardı. Evet doğru 5 yıl devam eden olmadı. Ama haber kaynaklarına güvenenler bunların 5 yıl devam edeceğini yazdı. Şimdi meclis kapandı. Anayasa’ya göre 1 Ekim’de açılacak. O gün karar alınsa dahi YSK’nın 60 günde seçimleri yetiştirmesi mümkün değil. Böylece 5 yıl devam etmiş olmayacak mı?

Temmuz’da sine-i millet olmadı. Şimdi tüm çaba 16 Mayıs’ta Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını engellemek. Bu da olmayacak. Özal’ın bu tür durumlarda bir sözü vardı. “Alışırlar, alışırlar” derdi. Önce celallenip, ortalığı birbirine katanlar da, öngörüleri bir bir çürüyence, öyle birşey dememişler gibi davranıyorlar ama aslında alışıyorlar.

Böyle ‘Zihni Sinir’i dahi güldüren kılavuzlarla muhalefet yapılamaz. Zaten Mehmet Ağar ve Devlet Bahçeli gibi muhalefet liderleri de bunlara itibar etmiyor. AKP’nin asıl sorunu kendisiyle. AKP’nin asıl zaaf noktası kabine ve bir türlü yönetemediği bürokrasi...

Kabinede hükümetle bağını koparmış en az iki bakan var.

07.07.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004