Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Basireti bağlananlar



Hülya Avşar kendini reklam edebilmek için olmadık görüntülerle medyaya malzeme oldu. Ki, yeni programı için sansasyonel bir başlangıç yapması gerekiyordu.

M. Ali Erbil, “canlı yayın” rezaletinden sonra tekrar ekrana dönüş yaptı.

Ama her ikisinin programı da “tutmadı.”

Yeni yayın döneminin başlamasıyla birlikte Hülya Avşar yeni bir yarışmayla start alırken (atv), şovmen M. Ali Erbil de Çarkıfelek’i (Show TV) sunarak rating avına çıktı... Büyük umut, hayal kırıklığına dönüştü.

Efendim her iki sanatçı(!) şok yaşıyormuş.

Şimdi kara kara düşünüyorlar...

Neden?

Çünkü, programları “yerlerde sürünüyor”muş.

Yapımcılar, iş yapar diye medyatik isimleri düşündüler, ama akıllarına getiremediği bir nokta var:

Ramazan programları karşısında hiçbir yarışma tutunamaz.

İnsanlar iftar saatinde Hülya Avşar’ın “dekoltesi”ne de, M.Ali Erbil’in “sululuklarına” da tahammül edemez!

Mübarek Ramazan günü, uhrevî bir atmosferde, onların “zevzekliğini” kim izler ki Allah aşkına?

Basireti bağlanmış bunların.

YİNE BÜYÜLÜ DİZİLER

Hani çok izlenen “soruşturmacı, araştırmacı” televizyoncular vardır ya... Zaman zaman “büyücü”leri ekrana çıkarıp deşifre ediyorlar ya... Sonra da dönüp, “siz bu büyücülere, sihirlere” inanmayın diyorlar.

Peki, ekrana gelen “büyücü” diziler için niye ses çıkarmıyorlar?

Ne yazık ki, “büyülü, cadı”lı diziler yine ekranda cirit atıyor.

Biliyorum, bu yazıyı daha önce okuduk gibi geliyor diyebilirsiniz.

Maksat, bıkmadan usanmadan bu dizileri tekrar tekrar belli mahfillere hatırlatmak...

Ve yine ne yazık ki, bu diziler çocukları etkiliyor, ekrana bağlıyor.

Çocukların ilgi odağı haline gelen bu tür yapımlar ilk olarak; Kanal D’de “Sihirli Annem” ve “Ruhsar”, Star’da “Bücür Cadı ve Perili Ev”, Show TV’de Hamdi Alkan’ın yazıp oynadığı “En İyi Arkadaşım”la girdi çocukların dünyasına. Ancak alınan yüksek reytingler üzerine arkası geldi; Kanal D’nin ‘Acemi Cadı’yı yayına sürmesi üzerine atv ‘Selena’, Star ‘Taşların Sırrı’yla cevap verdi. Show TV ise ‘En İyi Arkadaşım’ı yeniden ekrana taşıdı.

Uzmanlar yine bu konuda bildiklerimizi tekrarlıyor: “Bu tür yapımlarda eski pagan inançlarından yola çıkılıyor” deniyor.

Bu iddiayı ortaya atan, Doç. Dr. Kemal Sayar (Psikiyatri Uzmanı)...

Diyor ki: “Sihir dizileri, insanların maneviyat konusunda kafalarının karıştığı bir zeminde, basit açıklamalarla, kendilerince görünmeyeni açıklıyor. Görünmeyen/bilinmeyen insanın ilgisini celp ediyor... Bu tür yapımlar Hıristiyan âlemine bir ölçüde nüfuz etmiş eski pagan inançlarından yola çıkıyor. Bizim kültürümüzde bunun bir karşılığı yok.”

Öte yandan Psikolog Mehtap Kayaoğlu, “Sihirli diziler tembel bir nesil yetiştiriyor” diyerek diğer bir tehlikeye dikkat çekiyor.

“Soruşturmacı ve araştırmacı” televizyonculara çağrıda bulunuyoruz, diyoruz ki:

Bu dizileri mercek altına alın ve yapımcılarını “deşifre” edin!

“TEKEL”Cİ MEDYA

Kanal D’nin satışı gündemde bu günlerde.

Üstelik alanlar, ne hikmetse Yahudi sermayeli bir grup.

Hatta, “el sıkıştıkları” iddiası da ciddi olarak yazılmış bir gazetede. (Bekir Hazar, Yeni Şafak)

Gerekçe:

Rekabet Kurulu “medyada tekelleşme var” diye bastırıyormuş.

Doğan Grubu ise birini elden çıkarmak istiyor, o da Kanal D...

Aslında öteden beridir medyada tekelleşme var, bunu sağır sultan bile biliyor.

Zaten 28 Şubat’a götüren en önemli etken medyanın “tekel”ci zihniyeti değil miydi?

Aynı ortam yine oluşturuluyor. Tekelci medya, dindarları karalıyor, askerleri “göreve”(!) çağırıyor.

Hoş, “Yahudi” sermayeli bir gruba satılsa ne değişecek ki? “Tekel”ci medya “demokrat” medya olacak değil ya?

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Kum taneleri



Siluetinde boy boy binalardan başka bir şey olmayan, gece her tarafın ışıklarla kaplandığı bir şehre bakınca insan ne hisseder? Teknolojinin vardığı noktanın göz kamaştırıcılığını mı? Ne kalabalık bir memlekette yaşadığını mı? Bu koca çölde bir kum tanesi olarak kaldığını mı?

Belki hepsi. Ama en çok yalnızlığı. İnsan selinden yürüyemediğin bir şehirde koskoca bir yalnızlığı. Milyonlarca çift göz arasında kimsesizliği…

İnsan en çok yalnız olduğunda hisseder, aslında yalnız olmadığını. Devasa ayaklar altında ezilen bir kum tanesi olduğu halde, tüm o ayakların, karşısında bir hiçe dönüşeceği büyük bir gücün bulunduğunu. Tüm güneşler batarken anlar insan, batıp gitmeyeni, yaratıcısını.

Oysa, tuhaftır, o binalar ve o ışıklar, sanki insana Rabbini unutturmak içindir. Işıklar arttıkça, binalar yükseldikçe görünmez olur gökyüzü. Betonlar döküldükçe gözden kaybolur yeryüzü. Gökyüzü ve yeryüzü görülmeyince, Göklerin ve Yerlerin Sultanı da unutulacak sanılır. İnsan gökyüzünü göremeyince, ne eşsiz, ne uçsuz bucaksız, aklın hayalin alamayacağı ne büyük bir kâinatta yaşadığını unutacak diye hesaplanır. Hayatı taştan, demirden, elektrikten, baz istasyonundan ve cistak cistaklardan ibaret sanacak diye umulur. Bedeniniz çıkamıyor diye, siz de çıkamazsınız zannedilir, gökyüzüne. Bedenen çıkmayın diye, türlü oyuncaklar yerleştirilir, o taştan kulelere. Yerin onlarca metre derininden, yüzlerce metre üstüne kadar koca koca ayaklar inşa edilmiştir, kum tanelerini ezmek için, oyun ve eğlencelerle. Her katta biraz daha yükselip, kendisini de yükselmiş hissedecektir, hesapta. Daha büyük binalarda, daha da büyük olduğunu zannedecektir, güya.

Oysa büyük şehirlerin o yüksek kulelerinden, o neon ışıklarından insanın hissesine kocaman bir yalnızlıktan başka bir şey kalmaz.

Yalnız ve çaresiz bir insandan daha aç kimse yoktur, inanmaya.

Eğer dev ayaklar altında ezilen, katları çıktıkça yükseldiğini sanan, oyuncaklara kendini fazlaca kaptırıp, gökyüzüne hayalen bile çıkamayan biri değilse…

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nimete veya hikmete liyakat kesbetme



Dünyayı bir köşk gibi yapan, baharı o köşkün altına bir halı olarak seren, tavanını yıldızlarla yaldızlayan, ayı bir takvim, güneşi bir avize olarak takan, bitki ve hayvanları birer hizmetçi, bizi de en güzel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatıp o köşke efendi yapan, yeryüzündeki sayısız nimetlerini de önümüze bir sofra hâlinde seren Rabbimiz bütün bunlarla bize olan sevgisini göstermiş oluyor.

Bizim de itaatle ona şükranlarımızı sunmamız, nimetlerin devamının olduğu kadar artmasının da en önemli sebebi.

Bir makinenin, bir fabrikanın verimli çalışması ancak yapılış maksadına; kanun ve kurallarına, çalışma sistemine, kataloğuna uygun çalışmasıyla mümkündür.

İnsan denen canlı makinanın verimli çalışması da yaratılış kataloğu, kılavuzu olan Kur’ân’a uygun hareket etmekle gerçekleşir. Düzen, huzur, saadet başka nasıl elde edilebilir?

Şu kudsî hakikatlere bakın! Huzur ve mutluluğumuzun anahtarlarını vermiyor mu?

“Ey îmân edenler! Peygamberiniz sizi din ve dünyanıza hayat verecek şeylere dâvet ettiğinde, Allah’a ve Resûlüne uyun.” (Enfal Sûresi: 24.)

“Allah bu şanı yüce Kur’ân’a uyan milletleri yükseltir, uymayanları da alçaltır.” (Müslim, Müsafirin: 269; İbni Mâce, Mukaddime: 16.)

“Bir topluluk Allah’a ve Resûlüne olan ahitlerini bozduklarında şüphesiz düşmanları üzerlerine salınır. Onlar da el ve avuçlarındakinden bir kısmını çekip alırlar.” (İbni Hişam, Sire, 4:80.)

“Şunu hatırlayın ki, Rabbiniz size ‘Şükrederseniz daha çok veririm; nankörlük ederseniz bilin ki azâbım çok şiddetlidir’ diye bildirmişti.” (İbrahim Sûresi: 7.)

“Eğer o beldelerin ahalisi iman edip Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınmış olsalardı biz elbette onların üzerine gökten ve yerden bereket kapılarını açardık. Fakat onlar peygamberlerini yalanladılar. Biz de işleyip durdukları günahlar yüzünden onları azabımızla yakaladık.” (A’raf Sûresi: 94-96.)

“Allah, kendisinden korkanların heybetini her şeyin kalbine koyar. Allah’tan korkmayanları ise her şey korkutur.” (Feyzü’l-kadir, 6:27.)

“İnsanların en güçlüsü olmak isteyen Allah’a güvensin.” (Feyzü’l-Kadir, 6:149.)

“Allah’ın yasaklarından sakınan kişi, güçlü olarak yaşar ve memleketinde emin olarak yürür.” (Feyzü’l-Kadir, 6:27.)

“Kul salih amelinde kusur edince, Allah onu üzüntülere mübtelâ eder.” (Feyzü’l-Kadir, 1:417.)

“Bir kavim kendisine verilen kabiliyet ve nimetlerin yönünü değiştirip inkâr ve isyana sapmadıkça, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirip azâba çevirmez. Ve Allah herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla bilir.” (Enfal Sûresi: 53.)

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Deccal fitnesinden Allah'a sığınmak



Van’dan okuyucumuz: “Sûre-i Kehf’ten on âyet ezberleyenin deccalin fitnesinden muhafaza olunacağı ile ilgili hadis var mıdır? Sahih midir? Açıklar mısınız?”

Ebû’d-Derdâ radiyallahü anh bildirmiştir: Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Her kim Kehf Sûresinin başından üç âyet okursa Deccal fitnesinden korunur.”1

Ebû’d-Derdâ radiyallahü anhın bir diğer rivayetini de Müslim kaydetmiştir: Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Her kim Kehf Sûresinin başından on âyeti ezber ederse Deccal fitnesinden korunmuş olur.”2

Bu hadis, sıhhatli ve güvenilir ölçülere sahip Kütüb-ü Sitte hadislerindendir. Hem Müslim’de, hem Tirmizî’de yer alır. Tirmizî bu hadisi zikrettikten sonra: “Bu hadis, hasen-sahihtir” notunu düşmüştür. O halde, bu hadisin sıhhatinden şüphemiz yoktur.

Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Müslüman’lara âhir zamanın büyük fitnesinden olan Deccâl’den korunma yollarından birini gösteriyor. Bu yol duâ yoludur. Dehşetli bir fitneden Allah’a sığınma yoludur. Allah’ın himayesini ve korumasını talep etme yoludur.

Demek bu duâyı yapan, yani Kehf Sûresinin başından on âyet ezberleyen veya en azından üç âyet okuyan kimse, Deccalın fitnesinden Allah’ın himayesine, Deccalın dalâletinden Allah’ın hidayetine, Deccalın aldatıcı hevesâtından ve dayanılmaz desiselerinden Allah’ın doğru rehberine ve hak kılavuzuna Allah’ın izniyle sığınabilecektir.

Burada işaret olunan, şüphesiz, duâmızın kavlî cihetidir. Duâmızın fiilî ciheti ise, âhirzamanda Deccal’a yetişen Müslüman’ın Mehdî’ye intisap etmesi ve bu intisabın gereklerini yerine getirmesidir. Deccal’ın fitnesinden korunmak için, hiç şüphesiz, diğer duâlarda olduğu gibi, kavlî duâ ile fiilî duâyı birleştirmek lâzımdır. Duânın her iki ayağını da ihmal etmediğimizde inşallah duâmızla arzu ettiğimiz neticeyi Cenâb-ı Hak’tan istemiş oluruz. Allah’a gereği gibi sığındıktan sonra, Allah’ın bizi koruyacağı hakkında hüsn-ü zan ederiz. Takdiri ise Allah’ın hikmetine bırakırız.

Kehf Sûresinin başındaki on âyet meâlen şöyledir: “Hamd Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir. O kitabı dosdoğru indirmiştir–tâ ki, kâfirleri kendi tarafından gelecek şiddetli bir azapla korkutsun ve güzel işler yapan mü’minleri de Cennet gibi güzel bir mükâfatla müjdelesin. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bir de, ‘Allah kendisine evlat edindi’ diyenleri korkutsun. Onların da, atalarının da, bu hususta hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ise çok büyüktür. Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar. Onlar bu Kur’ân’a inanmıyorlar diye, sen onların arkalarından neredeyse kendini üzüntüden tüketeceksin. Yeryüzünde ne varsa biz dünya için bir süs olarak yarattık ki, insanlardan hangisi daha güzel işler yapacak diye onları imtihan edelim. Onun üzerindeki her şeyi Biz muhakkak kupkuru bir toprak haline getireceğiz. Yoksa bizim âyetlerimiz içinde Kehf ve Rakîm ashabının garip bir şey olduğunu mu sandın? O gençler mağaraya sığındıklarında, ‘Ey Rabbimiz!’ demişlerdi. ‘Bize Yüce Katından bir Rahmet ver. Ve işimizde Senin rızana erişmek için muvaffakıyet nasip et.”3

***

İstanbul’dan okuyucumuz: “Ben yirmi yaşındayım. Bu zamana kadar ki gerek adak, gerekse oruç borcumun sayısını bilmiyorum. Ödemek için nasıl bir yol izlemeliyim?”

Kula borcumuzda hassas davranıp, Allah’a borcumuzda duyarsız kalmamalıyız. Allah’ın affedici olması Allah’ın büyüklüğüdür, merhametidir, mağfiretidir, şefkatidir, sevgisidir; bu başka mesele. Bizim gerek Allah’a, gerek kula borcumuza karşı duyarlılığımız ise bizim özgün ve saygın kulluğumuzun güzelliğindendir, olgunluğundandır. Kullukta bilerek ihmalkâr davranmamalıyız. Bilmeyerek yaptıklarımızdan veya farkında olmayarak unuttuklarımızdan ise Allah’ın merhameti gereği inşallah muaf sayılmaktayız, yani sorumlu değiliz.

Bunu bize Kur’ân bir duâ üslûbu içinde şöyle müjdeler: “Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme! Ey Rabbimiz! Bizden evvelkilere yüklediğin gibi, bize de ağır vazifeler ve musîbetler verme. Bize güç yetiremeyeceğimiz şeyi yükleme. Günahlarımızı affet! Bizi bağışla! Bize merhamet et.”4

Allah’a olan borçlarımızı unutmamak için mümkünse yazı dilinden istifade edebiliriz. Yani borca konu olan ibadeti not eder ve kaza edinceye kadar notumuzu imha etmeyiz. Not etmek, unutmaya karşı bir tedbirdir. Notumuzda olmayan geçmiş ibadet borçlarımız için ise, galip kanaatimizi esas alırız. Çünkü dayanacak başka bir dalımız yoktur. Bizi bizden başkası bilemez. Kanaatimizi kullanırken yanılma payını da hesaba katarız. Yani üç gün mü, beş gün mü oruç borcumuz olduğunda tereddüt yaşıyorsak, ibadette ve hayırda israf olmaz düsturuyla, beş günü esas alırız. Galip zannımıza göre hesaplar ve hesabımıza göre amel ederiz. Unutmayalım: Şaşmaz yanılmaz bir Allah’tır. Biz doğru amel etme kaygısında olursak, inşallah yanılmalarımızdan dolayı Allah bizi affeder. Allah kabul etsin.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Kur’ân’ın Fazîletleri, 5 2- Müslim, Salâti’l-Misâfirîn, 44 3- Kehf Sûresi: 1-10 4- Bakara Sûresi: 286

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Şeytanları taşlamak



Her ne kadar asıl olan Kâbe’yi tavaf etmek ise de, şeytanı taşlamak da haccın vacipleri arasında zikredilir. Haccın vacipleri arasında şeytanları taşlamanın yer alması, bizlerin de hayatımızda bazı şeytanları taşlamamızın yerinde olacağı anlamına gelmektedir. Elbette bütün işimizi, gücümüzü bırakıp zamanımızı sadece şeytanları taşlamakla geçirmemiz doğru olmaz. Ama başta nefsimiz olarak, çevremizde insî şeytanlardan olduklarından şüphe etme-memiz gereken bazı şahsiyetleri de recmetme-miz gerekmektedir. Tâ ki, bu şeytanların yapmakta oldukları ve yaptırmak istedikleri kötülüklerden kendimizi ve çevremizi koruyabilelim.

Bildiğiniz gibi Rabbimiz Kur’ân-ı Azimüşşan’da insî ve cinnî şeytanların şerlerinden korunmamız gerektiğini ifade buyurmaktadır. Bizler cin cinsindeki şeytanları görebilme imkânına sahip değiliz. Ama etrafımıza dikkatlice baktığımız zaman insan sûretindeki şeytanları görebilmemiz pek zor olmayacaktır. Belki bunlar, insanlığı, iyilikseverliği, sevecenliği, vicdanlılığı kimseye bırakmazlar. Onlara sorarsanız dünyada onlar kadar iyi insan bulunmamaktadır. Ancak fiilleri hiçbir zaman onların söylediklerini doğrulamamaktadır.

İnsan sûretinde olup da toplum içinde yaşadıkları halde hemcinslerini hep gayr-i ahlâkî mecralara sürükleyen insanlar şeytandan başkası değildir. Bazı insanlar bunu bizzat yaşayarak yapmakta ve çevresindeki insanlara kötü örnek olmaktadır. Bazıları ellerindeki güçleri kullanarak şeytanlığını sürdürmektedir. Bu zamanda ne yazık ki, insî şeytanların en önemli silâhı medya denilen ve yazılı basın da dediğimiz gazeteler, dergiler ve TV gibi görsel yayıncılık yapan yayın kuruluşlarıdır.

Piyasada pespayeliği neşreden bir kısım gazeteler açık bir şekilde ahlâksızlığı irtikap etmekle, insî şeytanlardan olduğunu açık bir şe-kilde ortaya koymaktadırlar. Öte taraftan evleri-mizdeki körpe dimağları zehirleyen TV kanallarından büyük bir kısmı da açık bir şekilde şeytanların avaneliğini yapmaktadırlar.

Bizler, piyasada bini bir para şeklinde çoğalan şeytanların yaptıkları müptezellikleri sıralayarak bâtılı tasvir gibi bir duruma düşmeyiz elbette. Ama bunların insanlığa yaptığı zararlarını ve yayınlarıyla çirkef bir ahlâksızlık sergilediklerini sesimizin ve elimizin ulaşabildiği yerlere söylememiz gerekir. Bunların insî şeytanlardan olduğunu söyleyerek insanların onların tuzaklarına düşmelerini engelleyebilirsek insanlığa büyük hizmet etmiş olacağız. İşte böyle bir görev yapmak “şeytan taşlamak” olarak ifade edilebilir.

Toplumumuzda bolca bulunan şeytanlara karşı mücadele etmenin değişik yolları vardır. Bunların başında da onların silâhlarıyla silahlanmak gelir. Yani onlar hangi vasıtalarla toplumun içine fitne tohumlarını ekiyorlarsa, bizler de o vasıtaları kullanarak, insanların zamanımızın ahlâksızlık çirkefinden kurtulmaları için çalışmamız gerekmektedir. Bizim mesleğimiz başka ise ve bunu yapma imkânımız yoksa, o zaman bu görevi deruhte eden basın kuruluşlarına destek vermemiz gerekmektedir.

Zamanın şeytanlarıyla gerek şahsî planda, gerekse genel mânâda mücadele etmek, her ‘insanım’ diyen insanın görevi olmalıdır. İnsanın kendi nefsini ihmal etmesi doğru olmadığı gibi, ‘Nefsimle uğraşıyorum’ diye toplumun içindeki iman ve küfür mücadelesine bîgane kalması da doğru değildir. Evet en büyük görev dar dairededir. Yani en büyük savaş nefisle yapılacaktır. Ama asrımızın her adım başını istilâ eden şeytanlarını da görmezlikten gelmememiz gerekir. Böylece imtihan olduğumuz bu ölümlü dünyada Rabbimizin rızasını olabildiğince fazla kazanmaya çalışmış olacağız.

Hâsılı, dünyamızda insanlarla şeytanların savaşı vardır. Bu savaş ilk insanlarla başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. Durum böyleyken bizler, elimiz kolumuz bağlı bir şekilde sadece dünyanın nimetlerinden faydalanarak yaşayamayız. Bu savaşta tarafsız kalmak da insanî değildir. Çünkü tarafsızlık taraf-ı muhalif olan şeytanların tarafını tutmak anlamına gelecektir.

Aslında kurulduğu köşelerinde İslâmî değerlere saldıran bazı büyük şeytanları nokta atışı şeklinde taşlamayı düşünüyordum. Ancak insan bir tarza alışınca onu bırakmak zor oluyor. İnşallah böylesi daha hayırlı olmuştur…

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Küçük'ten büyük iftira



Yazar Yalçın Küçük'ün en önemli işlerinden biri de, kafaları karıştırıcı söz ve davranışlarda bulunmaktır.

Onun, bugüne kadar kafalarda açıklığa kavuşan ve genel kabul gören herhangi bir sözlü, ya da yazılı açıklamasına rastlanılmış değil.

Söylediklerinin tamamının yalan yanlış şeyler olduğu elbette söylenemez. Öyle olsa, zaten kendisine hiç kulak veren olmaz.

Ancak, doğrularla yanlışları sık sık karıştırdığı ve bunları aynı paket içinde fikir piyasasına sürdüğü de, Yalçın Küçük için adeta bir "alâmet-i fârika" halini almış.

1990'lı yıllarda Suriye'ye giderek Öcalan'la görüşen ve onunla uzun uzun söyleşilerde bulunarak gündemin baş sıralarına gelen Yalçın Küçük, son yıllarda ise daha ziyade Sabetaycılarla ilgili yaptığı açıklamalarda kendinden söz ettiriyor.

Bir zamanlar komünist rejime duyduğu hasret ateşiyle de yanan Küçük'ün asıl maksadının ne olduğu bugün için tam olarak bilinmiyor. Bilinen en önemli hususiyeti ise, yukarıda da belirttiğimiz gibi kafa karışıklığına, yani "zihnî kargaşaya" yol açmaya çalışmak.

* * *

İki gün önce SKY-TURK tv'deki "Sabetaycılar" ağırlıklı bir programda konuşan Küçük, bir ara sözü dönüp dolaştırarak Kürt Teali Cemiyetine getirdi ve Said Nursî'nin de bu cemiyetin kurucuları arasında olduğu yalanını savurdu.

Bu şahıs Yalçın Küçük'tür; ancak iftirası pek büyüktür.

Sahiden de, bu tür bir iddia yüzde yüz yalan ve iftiradır. Bunu yıllardan beridir söylüyor ve yazıyoruz. Ortaya en kesin bilgileri, belgeleri koyup dizi dizi sıralıyoruz. (Meselâ, bakınız: Yeni Asya, 13–23 Temmuz 1999)

Hatta, Kürt Tealinin ilk kurulması aşamasında Bediüzzaman Said Nursî'nin o tarihlerde Rusya'da esarette olduğunu ve henüz Osmanlı topraklarına ayak basmadığını dahi kesin surette biliyor ve bunu resmî belgelerle de ifade ediyoruz.

Fakat, buna rağmen yalan katarının, iftira kervanının önüne tam olarak geçemiyoruz. Maalesef, bu kervana—işine öyle geldiği için—yeni yeni katılanlar da oluyor. Üstelik, belgelerdeki açık tahrifata, alenen ilmî sahtekârlığa ve tam aksi yöndeki müsellem bilgilere rağmen...

Bilirsiniz ki, yalan bir "lâfz–ı kâfir"dir ve iftira da bir tahriptir. Tahrip ve yıkmak ise, kolay ve basittir.

Ancak, mühim ve kıymet ifade eden şey, tamir ve inşadır; yani yapmaktır.

İşte, biz bunun için varız.

Çünkü, aslî vazifemiz yapmaktır, tamirdir, inşadır. Bu vazifeyi de, "Her şerde bir hayır olduğu gibi, vardır bu işte de bir hikmet" diyerek, tâ kıyamete kadar ifâya mecbur ve mükellefiz.

Dolayısıyla, başkası ne yaparsa yapsın, önemli olan bizim kendi vazifemizi bilmemiz ve bunları hakkını verek yerine getirmeye çalışmamızdır.

Gerisi, Cenâb–ı Hakk'a kalmış bir şey. Hâşâ, O'nun vazifesine karışmak, O'nun hikmetini ittiham etmek, bizim ne haddimize...

Günün Tarihi

Kerbelâ fâciası

10 Ekim 1920: Hz. Ali'nin (kv) evlâdı ve "evlâd–ı Resûl" olan Hz. Hüseyin, Kerbelâ'da şehit edildi.

Emevî Sultanı olduktan sonra Halifeliğini de ilân eden Hz. Muaviye'nin (ra) oğlu Yezit, bütün Müslümanların kendisine biat etmesini emretti.

Yezit, kendisine biat etmesini istediklerinin başında ise, Hz. Hüseyin geliyordu.

Yezit, Suriye bölgesinde babasının kurduğu saltanatı devam ettiriyordu. Hz. Hasan (ra) ise, Haremeyn–i Şerifeyn'de (Mekke–Medine) manevî hakimiyetini kurmuş ve halifeliğini ilân etmiş durumdaydı.

İslâm dünyası hilâfet ve saltanat meselesinde kelimenin tam anlamıyla ikiye ayrılmıştı.

Gerek ideal yöntemi ve gerekse liyakati itibariyle Hz. Hüseyin haklı elbette ki haklıydı.

Ne var ki, bölge ve dünya siyaseti itibariyle genel konjonktür, Müslümanları farklı bir istikamete sürüklüyordu. Liyakat yoluyla seçim sistemi, her yerde hüküm sahibi olmuş ağaların, kralların, sultanların, hakanların işine gelmiyordu. Bu sebeple, dahili ve harici bütün yönetimler, Yezid'in barajına su taşımayı tercih ettiler.

Hz. Hüseyin ise, bütün dünyada olduğu gibi, kendisini memleketlerine dâvet eden Kufeliler tarafından bile yalnız bırakıldı.

Zaten, karşılıklı kuvvet dengeleri arasında esaslı bir uçurum vardı.

Kerbelâ yakınlarında karşılaşan iki kuvvet arasında şiddetli bir muharebe başladı.

Bu savaşta Hz. Hüseyin başta olmak üzere, taraftarlarının çoğu şehit edildi.

Hicrî tarihe göre Muharrem ayının 10. günü meydana gelen bu feci vak'a, Milâdî takvime göre 11 Ekimde yaşandı.

İşte, o gün bugündür, hiçbir Müslüman kendi çocuğuna Yezit ismini vermedi.

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Engellilerle



“Hiçbir engel Allah’a kul olmaya engel değildir. Engelsiz yarınlara hep birlikte.”

Yukarıdaki satır, engelli kardeşlerimizin bizzat organize ettiği iftar programında takdim edilen plakette yazılmıştı.

www.engellininsayfasi.com ile “Ağlarken Gülebilmek” radyo programının birlikte yaptığı organizasyon, Ankara Keçiören’de çok sayıda ailenin katılımıyla gerçekleşti.

Takdimci Sultan Hanım, aynı zamanda Radyo Arifan’daki programın sunucu ve yönetmeni. Eşi Hanefi beyle birlikte yıllardır başarıyla ve engel tanımayan bir şuurla engellilere hizmet ediyor. Düşünce engellerini aşmalarına çeşitli vesilelerle ve programlarla katkı sağlıyor. Aldığı psikoloji eğitimi, bu sahada ciddî bir boşluğu doldurmasına sebep oluyor.

Hafta sonu, engelliler ve aileleriyle iftarda buluşmak, bir nebze de olsa onların dünyasını müşahede etmek ve anlamaya çalışmak, benim açımdan öğreticiydi. İnsanlar engelleriyle birlikte yaşamayı ve kendilerini bu şartlara göre planlamayı kabullenmişler.

Bizimle paylaştıkları iftar boyunca, günün anlamına uygun konuşmalar vardı. Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi ve “Âyet ve Hadisler Işığında Engelliler” isimli kitabın da yazarı olan Doç. Dr. İsmail Karagöz, dinî yönüyle engellilerin dünyasına hitap etti. Diyanetin böyle bir konuya el atmış olması sevindirici. İsmail Hocadan öğreniyoruz ki, her ilde engellilerle ilgili konferanslar vermeyi planlamışlar. Gayretlerini tebrik ediyoruz.

Ülkemizde, her on kişiden birinin engelli olduğu düşünüldüğünde, hizmet görmesi gereken ciddî bir kitle var. Bunlara sunulan eğitim hizmeti yüzde 3’ü geçmezken, istihdam imkânı ise yüzde 1 mertebesinde.

Alışılmış ifadeyle, sakat diye tanımladığımız veya bir kısmına âmâ dediğimiz, resmî ifadeyle özürlü kabul edilen farklı özellikte ve kısmen bedenî ve zihnî yetersizlik yaşayan insanlarımıza, daha yumuşak ve insanî bir hitap ve tanım olan “engelli” ifadesinin kullanılması, son yıllarda tercih edilmeye başlandı.

Yıllar önce, Özürlüler İdaresi Başkanlığında bir yetkiliye, “Özürlü tabiri yerine günümüze hitap eden ve psikolojik açıdan yaralayıcı olmayan bir isimle kurumunuzu daha farklı yansıtamaz mısınız?” demiştim. İlgili, hak vermişti. Ancak, isimlendirme aynen devam ediyor.

Gerçekten, “özür” kelimesi, aynı zamanda davranış bozukluğu veya kusur anlamında da kullanılmaktadır. Bir hata veya yanlış çağrışımı yapıyor. Yaratılıştan gelen veya sonradan bir kaza veya hastalıkla maruz kalınan durumu, aynı eş anlamda bir kusur gibi algılamak doğru değildir. Maddî sonuçlara/hastalığa, manevî hastalık gibi muamele etmek maksadı aşan bir tabir olmaktadır.

Aileler, alışılagelmiş toplum psikolojisi, dışlanma endişesi, özgüven eksikliğinden kaynaklanan değişik sebeplerle çocuklarını ya da yakınlarını özürlü şeklinde takdim etmek veya yine çift anlamlı kullanılan sakat kelimesi ile tanımlamakta zorlanıyorlar. Sağlıklı bir iletişim tabiri görülmemektedir. Çünkü düşünce ve davranış boyutunda eleştirdiğimiz veya yanlış yaptıklarına inandığımız insanlara da mecaz anlamıyla “sakat” diyoruz.

Bu yüzden engelli tabiri, bugüne kadar kabul görmüş ve gittikçe yerleşen bir kavram olmaya başladı. Yine de galat-ı meşhur kabilinden özür/sakat, v.b yerleşik tabirler bilinse de engelliler ifadesi engel tanımadan yerine oturuyor.

Kendi kendime düşündüm: Hangimiz engelli değiliz ki? Sınırlı ve tanımlı bir alanda hepimiz yolcuyuz ve engellerimiz var. Tek fark, bu kardeşlerimizin bize göre biraz daha mahrum kaldıkları alanlar var.

Esas engelli, düşünce mahrumiyeti yaşayan, zihnî açmazlarını aşamayan, sabır ve şükürden habersiz nefsin emirleri ile kendini bağlamış olanlardır. Kur’ân’ın tesbitiyle hakikatten yüzünü çeviren insanlar “kör, sağır ve dilsiz”dirler.

Engellilerle düşüncelerimizi paylaştığımız bu güzel ortamda, sevecen ve gayretli organizasyonculardan Hanefi kardeşime ve konuşma yapan Mustafa Beye tebriklerimi, teşekkürlerimi sunuyorum.

Engellilere ve ailelerine de, kabullenme ile pozitif bakış, sabır içinde şükür ve şartlarına göre düzenledikleri hayatlarında eksilmeyen bir mutluluk ve tebessüm diliyorum. Bunun mükâfatı, hem dünyada hem de ahirette kat be kat kendilerine dönecektir inşaallah.

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İslâmın ve laikliğin irticası



Her düzenin, sistemin kendisine göre mürtecileri, gericileri ve tekfircileri var. Dinin siyasallaşmasından ve bu meyanda tekfircilikten bahsedenler çok oldu. Hâlâ da Seyyid Kutup ve Mevdudî gibi zevatın modern dönemlerde siyasal İslâmı ve buna bağlı tekfirci zihniyeti ve akımları hortlattıklarını düşünenler var. Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin bu akımlara katkıları hâlâ tartışılıyor. Tekfirciliğin nedenleri arasında katıksız idealizm vardır. Haricilerin çıkış noktası burasıdır. Son dönemlerde Mısır’daki tekfircilerin kalkış noktası da yine burasıdır. Katıksız idealizm kurutucu etkisiyle insanları teröre bulaştırıyor. Bunun karşı ucu olan realizm de insanları Çetin Altan’ın perspektifine yani hedonizmi ve bu da zamanla absürdizme hapsediyor. Birisi şiddete, diğeri ise hayatın anlamsızlığına dolayısıyla intihara sevk ediyor. Birisi umutsuzluk üzerinden dahili şiddete, diğeri de idealizm ve tekfir üzerinden harici şiddete götürüyor. Gerçeklerle idealizm arasında denge yakalanmadıkça med-cezir halleri (gel-gitler) ve ifrat ve tefritler yaşanmaya devam edecektir. İşin bir noktası bu.

İslam yeni bir anlayışla gelmiş ve eskiye sünger çekmiştir. Kendisinden önce sibkat eden ve geçen döneme de cahiliyet demiştir. Bu mânâda, İslâmın sildiği ve anladığı irticaî dönem cahiliyettir. Binnetice, İslamı aşarak geçmişe dönmek cahiliyete yani irticaya dönmek demektir. İslam ortadan kalktıkça, haliyle, yine İslam öncesi dönem başını uzatmıştır. Tabiat boşluk kaldırmayacağına göre daima bir kötülük kalktığında yerini iyilik ve iyilik kalktıkça da yerini kötülük dolduracaktır. Hakeza devalik. Bu mânâda eskiler, bir sünnet kalkarsa yerini bidat, bidat kalkarsa yerini sünnet alır demişlerdir. Seyyid Kutup gibiler de bu İslam öncesi eskinin yeniden revaç bulduğu yeni döneme yeni cahiliyet dönemi demişlerdir. Modernizm bu mânâda bir yönüyle geriye gitmektir. Bundan dolayı kimi mutlak modernistler bu zaviyeden Seyyid Kutup’u tekfircilikle suçlamışlardır.

***

Ama tersinden baktığınızda, modernistlerin, seküleristlerin de değerlerden ziyade zamana bağlı olarak kullandıkları kendi cahiliyet kavramları var. Buna da irtica yani geriye dönüş diyorlar. Bazı laik kesimlerin değişmeyen gizli gündemi irticadır. Bu ‘irtica’ gizli gündeminden dolayı Fethullah Gülen Hoca, ‘küfrün takiyyesi ‘irtica’dır’ demiştir. Ülkemiz, çıkış noktasına göre zıt anlamlar yüklenen, ama gerçekte literal olarak aynı manaya gelen cahiliyet ve irticanın kavgasına sahne oluyor.

Bu kavga, zaman zaman öyle anlamsız bir hale geliyor ki, dışarıdan seyreden Wilson gibi elçilere bu kavga palyatif ve kakofoni gözüküyor. Amerikan elçisi Ross Wilson’ı bile bıktıran bu anlamsız tartışmalar ona “Türkiye’de irtica yok, kakofoni var” dedirtmiştir. Bununla birlikte İslam’ın irticası cahiliyet devri ise, sekülerizmin veya modernizmin irticası ise din veya İslam’dır. Din konusunda gizli gündem taşıdıklarından dolayı laik kesimler irtica kavramının yerine aşırılık kavramının kullanılmasına itiraz ediyorlar. Yorumlara ve darbelere açık belirsiz ve gayri muayyen bir alanın kalmasını kasıtlı olarak istiyorlar. Bundan dolayı dahilde irtica, laiklik, hariçte ise terör gibi kavramlara nihai bir tanım getirilmesi istenmiyor. Çünkü bu durumda insanlar mahzurlu alana düşmekten kaçınacak ve hukukilik ve sukunet sağlanacaktır. Halbuki kavramlara nihai tanım ve tarif getirmek istemeyen çevrelerin karşı çıkma nedeni tanımla birlikte keyfiliğin ortadan kalkmasıdır. Keyfilik ise gerektiğinde avlanılması gereken bulanık sudur.

***

Öyleyse neden Seyyid Kutup gibilerin cahiliyet tanımı için yeri göğü inletenler ve hop oturup hop kalkanlar mesele tersinden irticaya gelince aynı hassasiyeti göstermiyorlar da yaygarayı basıyorlar? Acaba Seyyid Kutup irtica diyenlerin karşısına cahiliyet kavramıyla çıkarken haksızlık mı yapıyor? Biz ise gerçekte mürteci değil, dinin gurbete çıktığı asrın garipleri ve gurbetzedeleriyiz.

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Türbansız Türkiye özlemi



İrtica tartışmalarıyla birlikte ‘başörtüsü’ yeniden gündeme geldi. Tunus’u ziyaret eden bazı gazeteciler, aktardıkları ‘not’larla, “başörtüsüz Tunus”u örnek göstererek “başörtüsüz Türkiye” hasretini dile getirdiler.

“Türbansız Tunus” başlıklı haberde şöyle denilmiş: “Tunus’u baştan sona dolaştık, ancak tesettürlü kadına rastlayamadık. Çünkü siyasal İslâmı temsil edecek şekilde tesettüre girmek yasak. Hem Cumhurbaşkanı Binali, hem de laik iktidar, kadın haklarını korumak ve özgürlük adına tesettüre karşı.” (Hürriyet, 7 Ekim 2006)

Türkiye’de uygulanan ‘kanunsuz başörtüsü yasağı’nı savunmak için Tunus’u örnek göstermeleri, ‘yerli yasakçı’ların çaresizliğini göstermiyor mu? Başka konularda Tunus’u örnek görmeyen ve göstermeyenleri, başörtüsü yasağı konusunda onları örnek görmesi ve göstermesi tam bir çelişki.

Tunus’un Türkiye’nin ‘şartları’ ayrı olabilir, ama ortada ‘ortak’ bir payda var. Haberden de anlaşıldığı üzere Tunus’da uygulanan yasak da ‘zorla’ tatbik ediliyor. Tunus sokaklarını baştan başa dolaşanlar, “Kadınlar kendi istekleriyle başörtüsü takmıyor, tesettür tercih edilmiyor” demiş olsalardı, belki bu anlamsız sevincin bir mânâsı olabilirdi. Anlaşılan Tunus sokaklarında gezen kadınlar, kendi istedikleri için değil, ‘zorla’ başları açık olarak dolaşıyor. Peki bu durum, temel bir insan hakkını ihlâl anlamı taşımıyor mu? Sokakta başörtülü dolaşmayı yasaklamakla ‘medenî/çağdaş’ olunuyorsa, ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşan bütün ülkeleri—başta Avrupa olmak üzere—’çağ dışı ilân etmek’ gerekmez mi?

Haberin devamında, insan hakları örgütlerinin, türban yasağı sebebiyle kız öğrencilerin zulüm gördüklerini söyledikleri de ifade edilmiş. Demek ki tartışma Tunus’da da devam ediyor ve edecek.

Tunus’u Türkiye’ye örnek gösterenlerin hedefi, başörtüsü yasağını Türkiye’de de sokaklara taşımaktı. Nitekim, bu düşüncesini beyan edenler de çıkmıştı. Dönemin Millî Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu, “İsteyen evde takabilir, evlere karışmıyoruz” anlamında “Türban sadece evde serbest” demişti. (Sabah, 28 Şubat 2002) O zaman da, bu zaman da bu ifade, yasakçıların asıl niyetini ortaya koyması bakımından orjinalliğini koruyor.

Başörtüsünün ‘zorla’ taktırılmasına karşı çıkanların, ‘zorla’ açtırmak istemesi ve bunu yapanları da savunması her halde ‘ahir zaman alâmeti’ olsa gerek. ‘Zorla’ başörtüsü taktırmakla bu işler olmayacağı gibi, başları ‘zorla’ açtırarak da bir neticeye varılması mümkün değildir.

Kalıcı başarı, ancak ve ancak kalpleri fethetmekle mümkündür. Yasakçıların bunu anlaması için Türkiye ‘nice yıllar’ını kaybetmek zorunda mı?

*

Tahammülsüzler

Kanunsuz başörtüsü yasağını savunanların bir özelliği de tahammülsüz oluşlarıdır. Televizyonlarda sabah programı yapan bir san'atçının, programa gelen misafirinin hediye olarak getirdiği başörtüyü ‘5 dakika’lığına takması ve programı bu şekilde devam ettirmesine hayli tepki göstermişler.

“Yasakçılara da bu yakışırdı” mı diyelim?

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Raltson’la değil Ağar’la



Fransa ile girilen, “soykırım” tartışmaları, Cumhurbaşkanı Sezer ve askerlerin meydana getirdiği gerginlikler arasında, son zamanların en ciddi önerisiydi DYP lideri Mehmet Ağar’ın, PKK’ya genel affa destek vereceğini ilân etmesi.

Ağar sadece PKK’ya affa destek vermekle kalmayıp, hükümete de bu konuda riski üstlenmeye hazır olduğu taahhüdünde bulundu.

Bir anlamda üstü Mehmet Ağar yazılı bir açık çekti bu.

Şimdiye kadar yaptığı görevlerde doğru ya da yanlış, yiğitliği ve sözünün eri olarak tanınan bir Mehmet Ağar bunu söylediyse, üstüne bir kat daha düşünmek gerekiyor.

Ama asıl düşünülecek olan nokta bu değil.

Terörle mücadelenin en şiddetli olduğu dönemde görev yaptı Mehmet Ağar.

PKK’yla kimi zaman devletin gücünü kullanarak, kimi zaman ise devlet dışı güçlerin yöntemleriyle mücadele ettiği söylendi.

Bu anlamda bir sembol isim oldu.

Bunların hepsi doğru olabilir. Hatta bunların bir kısmı Ağar gerçeğini ifade etmekte yetersiz kalabilir. Ya da yanlış tanımış olabiliriz.

Ancak bu bir realite.

Bunu yok sayamayız.

Aslında saymamamız da gerekiyor.

İşte bu Ağar gerçeğinin üzerinden bu öneriyi geliştirmemiz gerekiyor.

Ağar gerçeğini yok sayarak, yeni bir sayfa açarak hem inandırıcı olunmaz, hem de bu işin sırrı ortadan kalkar.

“Dağda silâhla gezeceğine, ovada siyaset yapsın” önerisi, hükümetin getireceği genel affa destek vereceğini ve bir riski varsa bunu üstlenmeye hazır olduğunu ilân etmesi, Ağar’la birlikte daha bir anlam kazanıyor.

Bu teklifin Erkan Mumcu’dan, Murat Karayalçın’dan, ya da Zeki Sezer’den gelmesi o denli anlamlı olmazdı.

PKK’ya bir hedef tahtası yaptıracak olsanız, ilk 10’un birinci ya da ikinci sırasında Mehmet Ağar gelir.

Eğer bu adam Diyarbakır’da, Mardin’de, Şanlıurfa’da binlerce kişinin katıldığı programlara iştirak edebiliyor, böylesine cesur öneriler getirebiliyorsa ve bu öneri en karşıtları tarafından da dikkate alınıyorsa, demek ki çözüm önerileri sunulduğu, samimi adımlar atıldığı takdirde, ABD’ye ihale etmeden de çözebileceğimiz şeyler var demektir.

Cerahat olgunlaşmış, artık boşaltılmayı bekliyor demektir.

İşte bu noktada Türkiye’nin liderliğe ihtiyacı var.

Şimdi bu noktada AKP, Ağar’ın geçmişini hatırlatmakla, bekâra karı boşamak kolaydır havasını verip, muhalefette böyle konuşuyor triplerine girmekle bu işi savuşturabilir. Ama doğru yapmaz. Dün Ankara’da iki şey konuşuluyordu. Biri Fransa’nın Soykırım küstahlığı, diğeri ise Ağar’ın önerisi...

Hitler’in orduları Fransa’ya girdiğinde Paris’in dışına çıkıp, ulusal güçleri örgütleyen De Gauller bağımsızlık mücadelesini sürdürmüştü. Birçok general, politikacı, düşünür vardı ancak Fransa’nın tek bir de Gauller’i olduğu o gün ortaya çıktı.

Fransa 1960’larda iç savaşın eşiğine geldiğinde Fransa gitti yine De Gauller’i buldu getirdi. Ülkeyi iç savaştan çıkarıp, Beşinci Cumhuriyeti ilân edip, Fransa’yı tekrar eski Fransa yaptı.

Alman orduları Fransa sınırına doğru ilerlerken İngiltere’de Başbakanlık koltuğuna Winston Churchill oturdu. Dünyanın süper gücü olmasına, güneş batmayan imparatorluk olarak anılmasına rağmen İngiltere’nin durumu pek parlak değildi. “Size kan, ter ve gözyaşından başka vaat edecek bir şeyim yok” dedi.

Avrupa’dan başlayıp Rusya’nın içine kadar ilerleyen Hitler’i işte bu Chirchill’in dehası durdu.

Bir de Gauller ya da Churchill beklemek düşüncesinde değilim.

21. yüz yılda ayaklarımıza vurulmuş en acımasız pranga etnik terör. Kürt sorununu çözerek bundan kurtulabiliriz. Bunun için kolektif akla ihtiyacımız var. Bir de iradeye...

Ağar’ın teklifini yok saymak, nisyanla malul etmek günü kurtarmaya yetebilir ancak, geleceği kurtarmaz.

DYP liderinin teklifi bu konuda hükümetin elini güçlendirip, milliyetçi bir dalganın kabardığı bir dönemde psikolojik bir zemin hazırladı.

Mehmet Ağar’ın önerisine, en azından ABD’nin PKK ile mücadele konusunda atadığı temsilci Raltson’a açtığımız krediyi açabilelim.

Çözüm Raltson’da değil, Mehmet Ağar gibi bizim üreteceğimiz sivil çözümlerde olduğu unutulmasın.

Hele bir zamanlar dağda kurşun sıkan adam bu teklifi getiriyorsa, onu daha fazla ciddiye alıp geliştirmek gerekiyor.

10.10.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Gidişatın yönü



Başbakanın tartışmayı kapalı kapılar ardına taşıma teklifinden sonra irtica “kakofoni”sinin ateşi düşmüş görünüyor. Ama konunun ay sonunda, 31 Ekim günü yapılacak MGK toplantısına gelmesi bekleniyor.

Taraflar, yani hükümet, asker ve Köşk, irticanın tarifi başta olmak üzere ilgili bahisler için sıkı bir hazırlığa şimdiden girişmiş olmalı.

Gerçi özellikle Çankaya’nın irticayı tarif” gibi bir problemi olduğunu zannetmiyoruz.

“Laikliği korumak için temel hak ve özgürlükler sınırlanabilir” sözüyle, 12 Mart’ta “Kriz dönemlerinde hürriyet heykelinin üzerine şal örtmek lâzım” dediği için adı “şalcı başbakan”a çıkan Nihat Erim’i yad ettiren Sezer, tarifin ötesinde çareyi de bulmuş görünüyor!

Sezer Merkel’in yanında Ali Babacan’ı azarlarken sergilediği asabî tavırla da, bu çözümü uygulama yöntemini gösteriyor olsa gerek...

Sezer’in benzer bir tavrı, beş buçuk sene önce bir MGK toplantısında—kendisini Köşke çıkaran—Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatarak ortaya koyduğunu ve akabinde olanları da hatırlamazsak, bu bahis herhalde noksan kalır.

Gelelim askerî cenahtaki tabloya. Orada iş bir hayli karışık ve netlikten uzak görünüyor.

“Gizli anayasa” olarak bilinen ve hükümetin onayı ile yürürlüğe giren Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde irticaî faaliyetin tarifi şu:

“Devletin anayasada belirlenen demokratik, laik, sosyal, hukukî, siyasî ve iktisadî yapısını ortadan kaldırarak dinî esas ve prensiplere dayanan bir devlet kurma amacını güden faaliyetler.” (Sabah, 6 Ekim 2006)

Bu tarif, TCK’nın on altı sene önce kaldırılan 163. maddesindeki ifadelerle örtüşüyor.

Bu ifadelerin, 163 yürürlükteyken yine su-i tefsir yoluyla her nevi dinî hizmet ve faaliyetin takip ve tacizi için kullanıldığı mâlûm.

Buna rağmen, gizli anayasadaki tarifin, “İrtica nedir, ne değildir?” tartışmasında baz alınabilecek bir ölçü getirdiği farz edilse dahi...

Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Başbuğ’un irtica için “devrime karşı hareket” gibi hukuken belirsiz bir tanım yaparken, bu bağlamda cemaatlerle tarikatları devrim karşıtı hareketin odağı olarak nitelemesine ne demeli?

Daha da ötesinde, Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Karahanoğlu’nun, işi Türkçe ezan meselesine kadar götürmesinin izahı ne?

Bakalım, konu MGK’ya nasıl getirilecek?

Bir taraftan havayı soğutmaya çalışan iktidarın, diğer taraftan “Askerin tepkisi haklı. Kanunlarda irtica suçu yok, ama irticaî faaliyet suçu var” gibi söylemlerle dümen kırma sinyalleri veren fiilî icraatı ise kaygıyla izleniyor.

Önce TESEV’in güvenlik almanağına yazı yazan Polis Akademisi öğretim üyeleri hakkında inceleme ve soruşturma başlatılıyor.

Sonra, 9. reform paketinde yer alan ve askerî harcamaların Sayıştay denetimine alınmasını öngören düzenleme, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu Başkanının “Acelemiz yok” beyanlarıyla sessiz sedasız askıya alınıyor.

Ve kulislerde, Erdoğan’ın askerle arasını bulacak emekli paşa arayışına girdiği, ayrıca “Devlet kadrolarındaki bazı cemaat mensupları azaltılsın” talimatı verdiği iddia ediliyor...

10.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004