Yazar Yalçın Küçük'ün en önemli işlerinden biri de, kafaları karıştırıcı söz ve davranışlarda bulunmaktır.
Onun, bugüne kadar kafalarda açıklığa kavuşan ve genel kabul gören herhangi bir sözlü, ya da yazılı açıklamasına rastlanılmış değil.
Söylediklerinin tamamının yalan yanlış şeyler olduğu elbette söylenemez. Öyle olsa, zaten kendisine hiç kulak veren olmaz.
Ancak, doğrularla yanlışları sık sık karıştırdığı ve bunları aynı paket içinde fikir piyasasına sürdüğü de, Yalçın Küçük için adeta bir "alâmet-i fârika" halini almış.
1990'lı yıllarda Suriye'ye giderek Öcalan'la görüşen ve onunla uzun uzun söyleşilerde bulunarak gündemin baş sıralarına gelen Yalçın Küçük, son yıllarda ise daha ziyade Sabetaycılarla ilgili yaptığı açıklamalarda kendinden söz ettiriyor.
Bir zamanlar komünist rejime duyduğu hasret ateşiyle de yanan Küçük'ün asıl maksadının ne olduğu bugün için tam olarak bilinmiyor. Bilinen en önemli hususiyeti ise, yukarıda da belirttiğimiz gibi kafa karışıklığına, yani "zihnî kargaşaya" yol açmaya çalışmak.
* * *
İki gün önce SKY-TURK tv'deki "Sabetaycılar" ağırlıklı bir programda konuşan Küçük, bir ara sözü dönüp dolaştırarak Kürt Teali Cemiyetine getirdi ve Said Nursî'nin de bu cemiyetin kurucuları arasında olduğu yalanını savurdu.
Bu şahıs Yalçın Küçük'tür; ancak iftirası pek büyüktür.
Sahiden de, bu tür bir iddia yüzde yüz yalan ve iftiradır. Bunu yıllardan beridir söylüyor ve yazıyoruz. Ortaya en kesin bilgileri, belgeleri koyup dizi dizi sıralıyoruz. (Meselâ, bakınız: Yeni Asya, 13–23 Temmuz 1999)
Hatta, Kürt Tealinin ilk kurulması aşamasında Bediüzzaman Said Nursî'nin o tarihlerde Rusya'da esarette olduğunu ve henüz Osmanlı topraklarına ayak basmadığını dahi kesin surette biliyor ve bunu resmî belgelerle de ifade ediyoruz.
Fakat, buna rağmen yalan katarının, iftira kervanının önüne tam olarak geçemiyoruz. Maalesef, bu kervana—işine öyle geldiği için—yeni yeni katılanlar da oluyor. Üstelik, belgelerdeki açık tahrifata, alenen ilmî sahtekârlığa ve tam aksi yöndeki müsellem bilgilere rağmen...
Bilirsiniz ki, yalan bir "lâfz–ı kâfir"dir ve iftira da bir tahriptir. Tahrip ve yıkmak ise, kolay ve basittir.
Ancak, mühim ve kıymet ifade eden şey, tamir ve inşadır; yani yapmaktır.
İşte, biz bunun için varız.
Çünkü, aslî vazifemiz yapmaktır, tamirdir, inşadır. Bu vazifeyi de, "Her şerde bir hayır olduğu gibi, vardır bu işte de bir hikmet" diyerek, tâ kıyamete kadar ifâya mecbur ve mükellefiz.
Dolayısıyla, başkası ne yaparsa yapsın, önemli olan bizim kendi vazifemizi bilmemiz ve bunları hakkını verek yerine getirmeye çalışmamızdır.
Gerisi, Cenâb–ı Hakk'a kalmış bir şey. Hâşâ, O'nun vazifesine karışmak, O'nun hikmetini ittiham etmek, bizim ne haddimize...
Günün Tarihi
Kerbelâ fâciası
10 Ekim 1920: Hz. Ali'nin (kv) evlâdı ve "evlâd–ı Resûl" olan Hz. Hüseyin, Kerbelâ'da şehit edildi.
Emevî Sultanı olduktan sonra Halifeliğini de ilân eden Hz. Muaviye'nin (ra) oğlu Yezit, bütün Müslümanların kendisine biat etmesini emretti.
Yezit, kendisine biat etmesini istediklerinin başında ise, Hz. Hüseyin geliyordu.
Yezit, Suriye bölgesinde babasının kurduğu saltanatı devam ettiriyordu. Hz. Hasan (ra) ise, Haremeyn–i Şerifeyn'de (Mekke–Medine) manevî hakimiyetini kurmuş ve halifeliğini ilân etmiş durumdaydı.
İslâm dünyası hilâfet ve saltanat meselesinde kelimenin tam anlamıyla ikiye ayrılmıştı.
Gerek ideal yöntemi ve gerekse liyakati itibariyle Hz. Hüseyin haklı elbette ki haklıydı.
Ne var ki, bölge ve dünya siyaseti itibariyle genel konjonktür, Müslümanları farklı bir istikamete sürüklüyordu. Liyakat yoluyla seçim sistemi, her yerde hüküm sahibi olmuş ağaların, kralların, sultanların, hakanların işine gelmiyordu. Bu sebeple, dahili ve harici bütün yönetimler, Yezid'in barajına su taşımayı tercih ettiler.
Hz. Hüseyin ise, bütün dünyada olduğu gibi, kendisini memleketlerine dâvet eden Kufeliler tarafından bile yalnız bırakıldı.
Zaten, karşılıklı kuvvet dengeleri arasında esaslı bir uçurum vardı.
Kerbelâ yakınlarında karşılaşan iki kuvvet arasında şiddetli bir muharebe başladı.
Bu savaşta Hz. Hüseyin başta olmak üzere, taraftarlarının çoğu şehit edildi.
Hicrî tarihe göre Muharrem ayının 10. günü meydana gelen bu feci vak'a, Milâdî takvime göre 11 Ekimde yaşandı.
İşte, o gün bugündür, hiçbir Müslüman kendi çocuğuna Yezit ismini vermedi.
10.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|