Bir kardeşimiz, “Siz müessese ve cemaatin ileri gelenleri olarak kendinizi eleştirmeyecek, kendinize çekidüzen vermeyecek misiniz?” diye sordu. Bu soruya vereceğimiz ilk cevap, “Elbette, kimse kendisini lâyüs’el zannetmemeli!” şeklinde olacaktır. Hayatımızın her safhasının, her dakikasının hesabını vereceğimize göre; zaman zaman kendimizi muhasebe ve murakebeye çekmemiz imtihanın bir gereğidir.
Hayatımız hep güllük gülistanlık olmaz. Hele ehl-i iman ve ehl-i hizmet, şiddetli imtihanlardan geçmektedir. Dolayısıyla problemsiz, acısız, ıztırapsız, sıkıntısız, kimi zaman başarısız bir hayat düşünülemez. Bunlar imtihanın gereğidir. Musibetler, felâketler, yokluklar, inişler ve çıkışlar da hiç eksik olmaz. Zira, dünya zevk ve lezzet yeri değil; imtihan yeridir.
Hepimiz başta nefsimizle, insî ve cinnî şeytanlarla, deccalizmle, müstebit sistemle, günahlarla mücadele ediyoruz. Bunu ferden ve cemaat olarak da gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bu kararsız dünya deverânında kimi zaman mağlûp olur, kaybederiz. Ve bu kaybedişin sebebini, kendimizden çok yöneticilerimizde, üstlerimizde buluruz. Oysa, başarı elde edildiğinde hepimiz payımızı, hizmetimizi, emeğimizi düşünür, iftihar eder; ücretimizi alırız ve bekleriz. Kaybettiğimizde ise,—suçluluğun psikolojisiyle mi—hemen başkasına yöneliriz. Kimi zaman kaybedişimizde, kaderin ve başka hususların payını ona vererek; hata ve kusurlarımızı muhasebe, murakabe etmeli ve kendimizi özeleştiriye tabi tutmalıyız. Üstad’ın şu uyarısı hepimizedir:
“Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve, tenfîz-i ahkâm-ı şer’iyeye (şeriatın hükümlerini uygulamaya) daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinadla vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur (sınırlıdır). Cemaatin ise gayr-ı mahduttur (sınırsızdır).”1
Burada kendimizi sorgulamamız gereken husus; biz ne kadar cemaat şuuruyla hereket ediyoruz? Şahs-ı manevînin güçlenmesi, istikameti için ihlâs, gayret, sadakat, fedakârlık ve vefakârlığımızla ne kadar katkıda bulunuyoruz? Bir kalbin taşıması gereken, “iman, muhabbet, sadakat, hamiyet” gibi dört temel özellik bizde hangi seviyededir?
Keza Üstad hepimize sesleniyor: “Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risâlesini mâbeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız, bu memlekete medâr-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü bozmasın.”2 Kendimize soralım: Bu eserleri kaç günde, kaç haftada, kaç ayda bir okuyoruz?
Kusurları başkasına yükleme, yalnızca yöneticileri hatalı görme kolaycılığına kaçmadan kendimizi şu ölçülere vuralım:
“Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?”
“Doğruluk.”
“Daha?”
“Yalan söylememek.”
“Sonra?”
“Sıdk/dürüstlük, sadakat/bağlılık, ihlâs, sebat, tesanüddür/dayanışmadır.”
“Neden?”
“Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfî değil midir ki, hayatımızın bekası îmanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.”3
Kendimizi test edersek acaba nasıl bir sonuç alırız? Derin tetkike gerek kalmadan sonucu, ürettiğimiz
hizmetle ölçmeli değil miyiz?
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 87.; 2- Kastamonu, s. 172.; 3- Tarihçe-i Hayat, s. 77.
08.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|