Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mikail YAPRAK

Uğurlu bir köy



Ahirzaman Müceddidi’nin, Erek dağından ve Van Kale’sinden uzanan engin ve nurlu bakışlarıyla buluşarak huzur ve sükûna kavuşan Van Gölü’nün dalgalarını, şarkın yalçın kayalıklarının rüzgârlarını, Trabzon’un dere ve tepeleriyle kucaklaştırmak, maddî sebepler tahtında imkânsız gözükse de, bunun mânen gerçekleştiğini mânevî gözleri açık olanlar gördüler.

Trabzon’a seyahatlerimin üçüncüsü farklı ve anlamlı mesajlarla yüklü oldu. Bu mesajları ve çağrışımları bu seyahate yükleyen sebepler arasında, şahsıma ve kalemime düşen hisseler, Erhamürrahimîn’in gizli ve tükenmez hazinelerinde saklıdır.

Seyahat sözcüğüne bakarak, Trabzon’a turistik geziler yaptığımız akla gelebilir. Ama öyle değil, her üçü de öyle olmadı.

Birincisi bir “imtihan” bahanesiyle, bir dostumun evinde bir iftar yemeği ve bir gece misafirlik… İkincisi Trabzon’dan Van’a “gelin” getirme macerası… Bu sonuncusu da bir “taziye” münasebetiyle gerçekleşti…

***

Uğurlu Köyü’nün Yeni Mahalle’sinde, sıra sıra dizilmiş hanedân evlerinde, minareli camide ve hemen yanındaki aile mezarlığında hüzün, ümit ve iman iç içe ve göğüs göğüseydi…

Yeryüzü yaza vedaya hazırlanırken, hazan ve hüzün mevsimi de ekşi fakat merhametli sadalarıyla “Geliyorum, hazırlanın” diyordu…

Aslında bu “Hazırlanın” uyarısı kabrin arkası için olsa gerekti. Çünkü bu dünyada her kışın ardından gelen bahar ve yaz geçicidir ve bir sonraki güz ve kışın habercisidir. Ama kabrin arkasındaki bahara ve yaza nihayet yoktur. Ehl-i iman ve ehl-i saadet için orada fırtına ve kış da yoktur.

Bir hadis-i şerife göre her sabah bir melaike çağırıyor:

“Ölmek için doğarak dünyaya gelirsiniz, harap olmak için binalar yaparsınız.”

Bediüzzaman, sergüzeşt-i hayatının mühim bir levhası olarak gördüğü Van hatıratında bir zatın bir fıkrasına yer verir:

“Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin, alsın.”

İki yıldan beridir yakasına yapışan kanser hastalığına karşı iman gücüyle dayanan ablamız da, hasta haliyle en güzel ve ferahlı anlarını yine dost ve sevdikleri arasında geçirdi. Bir anlık ayrılığa tahammülü yoktu. Ayrı düştüğü anda ölümle yüz yüze geleceğini hissetmiş gibiydi.

Geçtiğimiz Hac mevsiminde, vakfımızca Hacca uğurlanan cemaat arasında o da vardı.

Tavaf ve sa’y vazifelerinde, Arafat’ta, Müzdelife’de, kâh hayat arkadaşı olan eşine, kâh mü’min kardeşi olan eşime dayanarak yürüdü, yürüdü…

Ve nihayet Hakk’a yürüdü…

***

Adı “Uğurlu” olan bu köy, bu adı aldığından bu yana böyle bir uğurlamaya belki ilk defa şahit oluyordu.

Sadece burasını değil, temas ettiği her karış yeri uğurlu ve nurlu yapan Peygamber vârisinin nuruydu, Kur’ân’ın nuruydu ki; ağaçlar ve tepeler arasında kaybolan ve daracık yolları olan bu beldeyi, farklı yörelerden farklı insanların uğrak yeri haline getirmişti.

Bediüzzaman, nasıl bir iman kardeşliğinin te’sisine çalışmış ki; Avusturya’dan, İstanbul’dan, Van’dan ve çeşitli yörelerden insanları küçük bir beldede, mü’min kardeşlerinin acılarına ortak ediyor, bir iman ve huzur ortamı oluşturuyor. Profesör muayenehanesini, iş adamı işini ve Doktor başka hizmetlerini bırakarak bu köyün taziyesine koşuyor…

Van’dan Burdur’a sürgünü esnasında Nur Müellifi’nin de yolu Trabzon’a düşmüştü…

İlk yola çıkışı jandarma eşliğinde kayıtlı ve kelepçeliydi… Karda, kışta ve Ramazan ayında… Öküzlerin çektiği kızaklarla… Jandarmanın hizmetkâr ve herkesin hayran olduğu bu mutlu mücahidin Van’dan Burdur’a kadar çetin ve zorlu sürgün yolu, kendisi ve insanlık âlemi için bir “Cadde-i Kübrâ-i Kur’âniye” yoluna dönüşecekti ve bu da kendisine ilham edilmişti ki, bu hadsiz muameleyi rıza ve teslimiyetle karşılamıştı. Hatta sürgünde yanında bulunan bir Paşanın oğluna şöyle demişti:

“Babana selâm söyle, bu bize yapılan muamelenin sevabını istemesin. Sabretsin, inşallah Sahabe-i Kiramın sevabını alır.”

Uzunluğu bir kilometreyi bulan sürgün kafilesinde bulunan şahitler şöyle anlatıyor:

“Van’dan ayrıldığımızda takvimler 10 Şubat 1926’yı gösteriyordu. Erzurum’dan sonra at arabalarıyla yollara devam ettik. Zigana geçidinde Ramazan Bayramı molası verdik. Trabzon’da yirmi gün kaldık.”

Bediüzzaman’ın yirmi gün kaldığı Trabzon, elbette ki “uğurlu” ve uğurluların uğrak yeri olacaktır.

Taziye:

Bursa’da Ali Çakmak Ağabeyin hanımının vefatı münasebetiyle, Cenâb-ı Hak’tan merhumeye rahmet ve mağfiret, kederli ailesine sabr-ı cemîl niyaz ederim.

12.09.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

İsabet de edilse mesul olmak



1. Meşrûtiyet’i çok kısa sürdüğü için dikkate almazsak, yaklaşık yüz senedir partiler marifetiyle yönetiliyoruz.

1950’ye kadar Halk Fırkasının tek parti sultası altında kaldık. Esas çok partili hayata geçiş, Demokrat Parti iktidarı ile başlar. O günlerden bugünlere iki ihtilâl ve iki muhtıra gördük. Her seferinde iktidarı sağ partilere kaptıran CHP, orduyu kışkırtarak ara dönemlerin yaşanmasına sebep oldu.

Demokrat Parti ve Menderes çizgisi, hürriyetleri esas alan, temel hakları sonuna kadar savunan hürriyetçi bir kimlikti. Dindar ve muhafazakâr kitlelerle lâik kesim arasında köprü vazifesi görüyordu. Âdeta tampon bir partiydi. Devlete hâkim olan güçlere karşı, vatandaşların hak ve hürriyetlerini koruyor, vicdan ve din hürriyetinin yaşanmasına imkân veriyordu. Onların tesis ettiği hürriyet ortamında dindarlar rahat bir nefes alıyor, dine hizmette kolaylık görüyordu. Onun devamı olan partilerin iktidarları zamanında da bu hava hep devam etti. İmam Hatiplerden İlahiyat Fakültelerine, Kur’ân kurslarından Yüksek İslâm Enstitülerine kadar dinî eğitim kurumları hep onların döneminde kuruldu. Dine bu sûretle hizmet ettiler.

Nur Talebeleri, onlara, İslâmiyet, Kur’ân ve bu vatan maslahatına hep yardımcı oldu, dost oldu, ihtiyat kuvveti hükmünde nokta-i istinad oldu. Çünkü, insanları dine meylettirmek ve dine taraftar olmalarını teşvik etmek ve dinî vazifelerini hatırlatmakla dine hizmet olur. Doğrudan siyasete girmekle bu vazifeleri yapmak nerdeyse mümkün değildir. Din, dahilde menfî bir tarzda kullanılamaz. Din, siyasete değil, kâinata bile âlet edilemez. Bu önemli prensipten dolayıdır ki, Nur Talebeleri din namına veya dindar bir kimlikle siyaset yapan partilere hep mesafeli durdu. Öyle olmaya devam da etmelidirler. Çünkü, ülke siyaseti genelde haricî cereyanların etkisindedir. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip asammâne (sağırcasına) tahribimizle eser-i telkini icrâ ederiz. Madem ki, menbâ Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfi veya müsbettir. Menfîye kapılan başkasındaki bir mânâya delâlet eder. Bütün harekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü irâdesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Bahusus menfî iki cihet zaaf ile hariç cereyanının kuvvetine bir âlet-i lâya’kıl (akılsız bir âlet) olur” (Sünûhat, s. 65)

Çok partili hayata geçtiğimizden bu yana, bahsi geçen tesbitleri yaşayarak geliyoruz. Hariç cereyanların şuursuz bir âleti konumunda olan, din veya ırkçılık temelli siyaset yapan partiler yüzünden merkez sağ siyasete çok zarar verildi. Bir denge unsuru ve ülkenin çimentosu olan Demokrat Misyonun zaafa uğratılması, ülkenin gerilmesine sebep oldu. Halbuki, Millet Partisinin, İslâmiyete hizmeti esas alan kanadına Bediüzzaman “Demokratlara yardım edin, muhalif ve muârız olmayın, başa geçmeye çalışmayın” talimatını veriyordu. Ama, bunun hep tersi yapılarak gelindi. Son seçimlerde, Demokrat Misyonun çok önemli bir rüknüne “Atın bir bacağını daha kır, bize gel, ülkeyi beraber yönetelim” teklifini başbakan yapabiliyordu. Bediüz-zaman’ın ortaya koyduğu temel prensiplere riâyet etmenin er veya geç bir bedeli olacağı göz ardı ediliyordu.

Din namına siyaset yapılmasının zararlı olacağını söyleyen Bediüzzaman, kendisine “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına ortaya çıkmak lâzım” diyenlere: “Evet, lâzımdır. Fakat, kat’î bir şart ile ki, muharrik aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik ve müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikelidir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’füvdür (affedilir). İkincisi isabet de etse, mesuldür” diyor. Şu tesbitler insanı titretiyor. Başarılı olunsa, zafer elde edilse, hattâ iktidara da gelinse, mesul olacak duruma düşmek gerçekten endişe verici. Hem inançsız insanların münafıklığa sevk edilmesi, hem dine hücum edilmesine sebebiyet verilmesi, hem daha birçok olumsuzluklara kapı açılması düşündürücü bir durum.

“Din gayreti mi, yoksa siyasetçilik ve tarafgirlik adına mı çıkıldığını nasıl anlarız?” diye sorulduğu zaman Üstadın tesbiti şu: “Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine sû-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.” (Sünûhat, s. 66)

Evet, Nur Talebelerinin işi siyaset değildir. Doğrudan iman hakikatleriyle hayatları bağlıdır. Bütün siyasetlerin üstünde müstakil bir cereyandır. Hiçbir cihetle tarafgirlik yapılmaz. Derste dost düşman tefrik edilmez. Müsbet hareket temel bir esastır. Ancak, akıllı ve gerçekçi bir siyasî tercih de temel bir prensiptir. Kitabî olmak ve satıra bağlı kalmak, vazgeçilmez bir özelliğimizdir.

12.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Şam üzerindeki kara bulutlar!



Velit Muallim apar topar niye Ankara’ya geldi? Aslında, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinden ve yeni hükümetin teşkilinden sonra Ankara’da beklenmekteydi. Zira, Suriye-İsrail arasında gizli kanallardan yürütülen görüşmelerin devamı kimin üzerinden sağlanacaktı? Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül arabuluculuğunu sürdürecek miydi, yoksa bu misyon halefi Ali Babacan’a mı intikal edecekti? Muallim bu konudaki sorulara mukabil topu Türkiye’nin sahasına attı. Muallim’in Türkiye’yi ziyaretinin arkasında iki neden olmalı. Birincisi, Suriye hava sahasının İsrail uçakları tarafından ihlâlini görüşmek ve Türkiye’nin desteğini tazelemek. İkincisi, Akdeniz üzerinden Suriye hava sahasına giren İsrail F-15 A tipi uçakların neden Türkiye üzerinden çıkış yaptıkları ve bu meyanda Türkiye’nin bu zincirleme ihlâle tepkisini ve dolayısıyla nabzını ölçmek. İsrail’in Türk hava sahasını ihlâl etmesinin iki sebebi olabililir. Birincisi ve en önemlisi, Suriye hava savunmasının tacizinden kaçmak için Türk hava sahasına sığınma ihtimali ve ihtiyacı. İkincisi de, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerde güven unsurunu zedelemek. Her iki ihtimal de varid. Türkiye de ihlâlin akabinde Ali Babacan’ın ağzından tavzih ve açıklama istemiş, ama İsrail tarafı bu konuda hem içeriye, hem de Türkiye’ye karşı suskunluğunu korumuştur. Arapların deyimiyle İsrail, temvih yani belirsizlik politikası (ambiguity) izliyor. Bunun iki nedeni olabilir, birincisi, Suriye rejimine korku salmak ve onu şaşkınlığa sürüklemek. İnsiyatifi ele geçirmek. İkincisi de, Lübnan savaşında kaybolan güveni yeniden sağlamak, yeniden güven kazanmak ve kendisini toparlamak.

Uçakların güney bölgesini değil de kuzey bölgesini tarassut etmelerinin ne anlamı olabilir? Kimi rivayetlere göre yeni Rus silâhlarını görmek için keşif uçuşu yaptılar. Bu mantıklı olmakla birlikte kimileri de mesajın İran’a yönelik olduğunu ileri sürüyor. Zira, 25 kadar en modern F-15 uçağının alınmasının temel nedeni İran’ın vurulması için hazırlık. Bu ihlâl aynı zamanda Bush’un, “Ortadoğu’da nükleer bir holukosta müsaade etmeyiz” demesi sonrasına rastladı. Uçakların menzili ve sahip oldukları yakıt tankları da İran’ı vurabileceklerini gösteriyor. Ayrıca Türkiye hava sahasını ihlal etmeleri de İran’ın Türkiye üzerinden aynı tip uçaklarla vurulabileceğinin bir göstergesi. Türkiye’nin izni olmadan da bir oldu bittiye getirerek bu işi pekalâ kotarabilirler. Niye olmasın? Hâlâ İsrail’in İran’ı vurması kuvvetli bir ihtimal olmasa da yine de masadaki seçeneklerden birisidir. İsrail, Irak’ın 1981 yılında bombalanan nükleer reaktörünü de Suudi Arabistan hava sahası üzerinden vurmuştu. Esasen İsrail, Suriye ile İran’ın bağlantısını kesmek istiyor. Suriye bunda direttikçe belâları artıyor. Zira bölgede Türkiye de dahil bunu isteyen tek bir ülke gösterilemez. Dolayısıyla ihlâl Suriye’ye bir gözdağı olduğu gibi İsrail açısından da bir güç denemesi ve caydırıcılık ortaya koymasıdır. Ve Suriye’nin seçenekleri de giderek azalmakta. Son sıralarda tecridi daha da koyulaşmıştır. Faruk Şara’nın Suudi Arabistan hakkında daha sonra redddilen ifadeleri iki ülke arasındaki ilişkilerin pek de tamir edilebilecek düzeyde olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla Suriye-İran mihverinde Şam halkanın zayıf tarafını teşkil ediyor.

***

İsrail uçaklarının Fırat Barajı üzerinde süzülmeleri de muhtemel bir savaş sırasında hedeflerden birisinin burasının yıkılması olduğunu gösteriyor. Zaten çılgın İsrailli bakanlar Mısır’la girişilebilecek bir savaşta Seddi Ali veya Asvan Barajı’nın yıkılması ve gökkubbenin Mısır’ın üzerine çökertilmesini savunuyorlar. Aynı tehdit Suriye cephesi için de geçerlidir. Bu durumda Suriye ile İsrail barış ile savaş arasında gidip geliyor. İki taraf da barış konusunda karşı tarafı samimî ve ciddî bulmuyor. Bu da seçeneklerden birini yani barış seçeneğini zayıflatıyor. İsrailli bazı istihbaratçı ve akademisyenlerin de dediği gibi, savaş güvensizlikten ve taktik barıştan doğar. İsrailliler, Şam rejiminin kendilerine teslim olmasını istiyorlar. Başka türlü güvenmeleri de mevzubahis olamaz.

Evet, Suriye üzerinde hiç olmadık düzeyde karabulutlar dolaşıyor. Bunlardan birisi Şam ile Riyad arasında Lübnan üzerinden soğuk savaşın başlamış olmasıdır. Bu itibarla Beyrut’taki Suriye yanlıları Suud Büyükelçisi Muhyiddin Hoca’nın rezidansı önünde gösteri ve tel'in mitingi tertip etmişlerdir. Her iki taraf da birbirinden Lübnan’dan elini çekmesini istemektedir. Birbirini başkalarına vekilharçlığı yapmakla suçlamaktadırlar. Şam’a göre Suudi Arabistan Washington namına hareket ederken Riyad’a göre de Şam Tahran namına çalışmaktadır ve hesaplaşma için de kılıçlar çekilmiş ve kınından çıkartılmıştır. Şam’ın üzerinde dolaşan kara bulutlardan ikincisi de İsrail’in gerilimi tırmandırma politikasıdır. Resmen Suriye’yi taciz etmektedir ve bunun karşısında Şam’ın seçenekleri çok değildir. Üçüncüsü de Rusya ve ABD' de dahil Şam üzerinde nüfuz savaşının katmerleşmesidir.

***

Bu tablo karşısında Beşşar Esad rejimini Cemal Paşa’nın akibeti mi bekliyor? Refik Hariri cinayetinden sonra Beşşar Esad, döneminin Cemal Paşa’sı mı oldu? Cemal Paşa ile Beşşar rejimi arasına benzerliğe dair üç neden sıralayabiliriz. Uluslar arası şartlar tamamen Beşşar’ın aleyhine dönmüş durumda ve bölgenin yalnız adamıdır. Arap ülkeleri de ya cephe almış ya da kaderine terk edilmiş bulunuyor. Öbür taraftan da Cemal Paşa gibi bir iç muhalefet yaşıyor. Cemal Paşa’nın kimi Lübnanlı ve Suriyeli Arap aydınları idam ettirmesi gibi Lübnan’daki bir dizi cinayetten de Beşşar Esad sorumlu tutulmaktadır. Bu anlamda Hariri cinayeti sonrası Beşşar Esad’ın durumu ve konumu Cemal Paşa’nın durum ve konumunu hatırlatıyor. Fethi Yeken gibi sadakatini sürdürenler veya onun cephesine katılanlar ise sonucu değiştirebilecek durumda değil. Fethi Yeken’in Beşşar Esad’la münasebeti olsa olsa Şekip Arslan’ın Cemal Paşa ile dostluğunu andırır. Bu dostluklar iyidir, ama genel dengeyi değiştirmez.

12.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Günahları eriten ay geliyor



Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Kim Ramazan ayının orucunu inanarak, Allah’tan sevap umarak ve bağışlanma dileyerek tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”1

Bu umumî bir af kânunudur. Kim bağışlanmak isterse, kim günahlarının kirinden arınmak isterse, kim mahşer günü mahcubiyetinden kurtulmak isterse, kim sırat köprüsü sıkıntısından kurtulmak isterse, kim Cehennem ateşinden âzâd olmak isterse, kim Resûlullah’ın (asm) şefaatine ermek isterse, kim Allah’ın rızasına nail olmak isterse, kim Cennete Reyyân kapısından girmek isterse Ramazan ayı orucunu tutmalıdır. Haber ve müjde böyle. Bu haberi bütün güvenilir hadis kitaplarında bulmak mümkündür. Yani haberin doğruluğunda şüphemiz yoktur. Yeter ki, bizim bağışlanma isteğimizden ve Allah’ın rızasını kazanma samimiyetimizden şüphemiz olmasın!

Müjdelerden bir demet daha:

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdular ki:

* “Beş vakit namaz kendi arasında, bir Cuma namazı diğer Cuma namazına kadar, bir Ramazan diğer Ramazana kadar hep kefarettirler. Büyük günah işlenmedikçe aralarındaki günahları affettirirler.”2

* Muaz İbnu Cebel (ra) anlatıyor: “Bir seferde Resûlullah’la (asm) beraberdik. Bir gün yakınına tesadüf ettim ve beraber yürüdük.

“Ey Allah’ın Resulü” dedim. “Beni Cehennemden uzaklaştırıp Cennete sokacak bir amel söyler misin?”

“Mühim bir şey sordun. Bu, Allah’ın kolaylık nasip ettiği kimseye kolaydır; Allah’a ibadet eder, Ona hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılarsın, zekât verirsin, Ramazan orucunu tutarsın, Beytullah’a hac yaparsın!” buyurdular ve devamla: “Sana hayır kapılarını göstereyim mi?” buyurdular.

“Evet, ey Allah’ın Resulü” dedim.

“Oruç günahlara ve Cehenneme perdedir. Sadaka hataları yok eder, tıpkı suyun ateşi yok etmesi gibi. Kişinin geceleyin kıldığı namaz salihlerin şiârıdır” buyurdular.3

* Hz. Cabir (ra) anlatıyor: “Nu’man İbnu Nevfel bir gün dedi ki: ‘Ey Allah’ın Resulü! Farz namazlarımı kılsam, Ramazan orucumu tutsam, helâli helâl bilip haramı da haram tanısam ve bunlara hiçbir ilavede bulunmasam Cennete gider miyim?” Resûlullah (asm):

“Evet!” buyurdular.4

* Talha İbnu Ubeydillah (ra) anlatıyor: “Beli kabilesinden iki kişi Peygamber Efendimiz’in (asm) yanına geldiler. İkisi beraber Müslüman olmuştu. Biri diğerinden gayretliydi. Bu adam, bir gazveye iştirak etti ve şehit oldu. Öbürü, ondan sonra bir yıl daha yaşadı. Sonra o da öldü.

Talha (devamla) der ki: “Ben rüyamda gördüm ki: ‘Ben Cennetin kapısının yanındayım. Bir de baktım ki yanımda o iki zat var. Cennetten biri çıktı ve o iki kişiden sonradan ölene, Cennete girmesi için izin verdi. Aynı vazifeli zat, bir müddet sonra yine çıktı, şehit olana da Cennete girme izni verdi.

Sonra, adam benim için geri geldi ve: “Sen dön, senin Cennete girme vaktin henüz gelmedi!” dedi.

Sabah olunca Talha bu rüyayı halka anlattı. Herkes bu rüyada şehid olan zatın Cennete öbüründen daha sonra girmesine şaşırmıştı. Bu, Resûlullah’a (asm) kadar ulaştı. Peygamber Efendimiz (asm):

“Bunda şaşacak ne var?” buyurdular. Halk:

“Ey Allah’ın Resulü! Bu zat din için çalışmada öbüründen daha gayretli idi ve şehit oldu. Ama öbürü Cennete bundan evvel girdi” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (asm):

“Berikisi ondan sonra bir yıl hayatta kalmadı mı?” buyurdu.

“Evet!” dediler. Peygamber Efendimiz (asm):

“Ve o Ramazana ulaşıp oruç tutmadı mı, bir yıl boyu şu kadar namaz kılmadı mı?” buyurdu. Halk yine:

“Evet!” deyince, Resûlullah (asm):

“Şu halde ikisinin arasında bulunan mesafe gök ile yer arasındaki mesafeden fazladır!” buyurdular.5

Müjdeler olsun! Günahları eriten ve dereceleri yükselten ay geliyor. Rahmet ayı geliyor. Allah cümlemizi, bu gelen mağfiret ayının feyziyle yıkayıp arındırdığı kullarından eylesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Oruç, 1/678; Riyâzu’s-Sâlihîn, 1216

2- Müslim, Taharet 14, (223); Tirmizî, Salat 160, (214).

3- Tirmizi, İman, 8

4- Müslim, İman 16, (15)

5- Kütüb-ü Sitte, 1186. (3925) (7173)

12.09.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Kendini tanımama yanılgısı...



Yanılma şansı vermedik hiç kendimize. Gözümüzün yaşına bakmadan sorguladık her şeyi. En ufak hareketimizi, bakışımızı sözlerimizi… “Bunu neden böyle yaptım? Neden oradaydım? Neden şöyle baktım?” diyerek tükettik anları. Çakışıp durduk kendimizle, karşımızdaki başkasıymış gibi. Bu kadar yakın ve o kadar uzaktık yani. İki yabancı gibi söyleşip durduk hep. Bu yüzden beğenemedik hiç. Her yaptığımız suç, her söylediğimiz yanlış oldu. Keşkelerin sayfasını okumaktan, sabahlara kadar uyumadık. Hep hata yapan, bir türlü doğruyu bulamayan taraf olarak kaldık. Peki, bu kadar suçlu olmanın, eleştirmenin neticesi ne oldu: Kocaman bir hiç!

Her yanlışın ardından doğruyu yapmaya çalışmak yerine, cezalandırdık kendimizi. En büyük ceza ise, vazgeçmek oldu yaşamaktan. Zannettik ki, biz ara verince her şey bizimle beraber durur ve tekrar dönmemizi bekler. Yanıldık; hayat, zaman, gün, saat ve saniyeler koşar adım geçip gittiler. Mevsimler geçti, yıllar birbirine eklendi ve yaşımız, yüzümüz, boyumuz, halimiz o günkü gibi kalmadı; büyüdü büyüdü.

Biz neredeydik, hep aynı yerde. Geçmiş denilen duvarın önünde çömelmiş bekliyorduk. Gelen, geçen kimse görmesin diye elimizle kapamıştık gözlerimizi. Oysa yanıldık, deve kuşu misâli her gelen ve dönen gördü bizi. Sadece biz göremedik, geçerken hayat kapımızın önünden. Sandık ki; böyle beklersek yapılan yanlışlığın, hatanın, eksiğin, kırığın-döküğün hesabı bize sorulmaz. Tamamen aklanır, istediğimiz zaman döneriz kendimize.

Fark etmedik; beklemek daha da hatalı kıldı bizi. Ertelenenler yaşanmadığı zamanda kaldı, tekrar döndüğümüzde uzanıp alamadık. Ve birçok şey yaşanmadan geçti gitti. “Olsun yine de yaşarım ben” deyince de… Yaşamak istediklerimiz birkaç beden küçük geldi ve komik duruma düştük. Bu defada oturup beklediğimiz yılların hesabını sorduk kimi gördüysek. Suçlu tek değildi artık, tanıdığımız kişilerin hepsiydi.

Sorduğumuz soruların cevabı tatmin etmedi. “O zaman öyle gerekiyordu” cevabı yetmedi. Kararlarımızı sorguladıkça, çıkmazlara düştük. Oysa unuttuk; her yaşın kendine yakışan hataları, yanlışları ve kırgınlıkları vardı. İnsan daha büyük yaşlara bu kırıklarıyla ulaşıyordu. Düştükçe düşmemeyi öğrenen, bir yeri acıdığında “Ağlasam mı?” diye annesine bakan küçük bir çocuktu insan. Oysa biz; ne çocuk, ne genç, ne yetişkin hakkı tanımadık. Yıprandıkça yıprandık. Hükümsüz bir kayıp olarak kaldık geçmişin sokaklarında.

İnsanı en çok kendiyle kavgası yorardı. Mükemmel olmaya çalışmak ise, en zoruydu yaşananların. Çünkü insan bir anda mükemmelliğe ulaşamazdı. Bu gayrete düşmek, tıpkı hızlı bir trenin içinden geçerken, dışarıda gördüğümüz çiçekleri koparmak gibi yaralardı.

Kişi hatalarını ve yanlışlarını gülümseyerek karşılamalıydı. Deve kuşu gibi görmemezlikten gelmek değil, görüp bir dahaki sefere yapmama gayretine girmekti doğru olan. Elbet tercihlerimizi yaşardık, ama her tercihimiz doğru olacak diye bir kaide yoktu. Sonuçta Yaratıcı bizleri insan olarak yaratmış, hata ve yanlış yapabilme ihtimaline binaen affedeceğini sürekli hatırlatmıştı. Bu sebeple insan her dönüşünde Mevlânâ’nın sesine kulak verip; “Gel ne olursan ol gel nidasını” duymalıydı.

En suçlu anımızda tutunmalıyız kendimize sımsıkı. Yoksa düşeriz uçurumlardan aşağıya. Paramparça olur elimizde kalan; diğer yarısı hayatın. Her şeyi duymak, her şeyi bilmek, her şeyi görmek mahveder insanı. Unutmak ise akla damlatılmış rahmet damlası.

Oysa insan bazen oraya buraya savrulurdu. Bazen ayrılırdı kendinden dalını terk eden yaprak gibi. Bazen uzaklara sürüklenip giderdi, selin önüne takılan kum tanesi gibi. Ama bu hep böyle kalmazdı. Çünkü hep sert esmezdi rüzgârlar. Tekrar kavuşurdu terk ettim sandıklarına. Bu dönüş hep farklı olurdu; daha bilinçli, daha tanıdık, daha bilge ve daha şefkatli.

Dönüşlerde yerimizde olmamız temennisiyle…

12.09.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Darbe(ci)leri yargılamak



Türkiye'de son yüz yıl içinde vuku bulan darbelerin hiçbiri mahkemeye taşın(a)madı, hukuk ve adâletin önünde muhakeme edilmedi.

Dolayısıyla, yarım düzineyi bulan bu darbe ve muhtıraların failleri, bu dünyada cezasını alamadan gitti; geri kalanları da aynı şekilde gidecek gibi...

Zira, bu ülkede "geçmişi sorgulamak" var, ancak özellikle siyasîleri "hukuken yargılamak" diye bir adet, bir gelenek bulunmuyor.

(İttihatçıların yargılanması, daha ziyade "savaş yenilgisi" sebebiyle olmuş. Ki, o da çok sınırlı tutulmuş ve elebaşı durumundakiler ancak "gıyâben muhakeme" edilebilmişlerdir.)

Darbe yapanlar, keşke zamanında ve hak ettikleri şekilde yargılanabilseydi. O takdirde, bu tür ihanetler, fecâatler, felâketler hiç tekerrür eder miydi?

Darbeler kronolojisi

Bugün, "12 Eylül Darbesi"nin 27. yıldönümü. 1980'de "darbe cuntası"nı teşkil edenler, o zamanın kuvvet komutanlarıydı.

Bu cunta, elindeki yetkiler itibariyle orduyu temsil ediyordu. Ancak, vicdan ve hukuk açısından aynı temsil yetkisine sahip olduklarını savunmak imkânsız.

Demek ki, orduyu şeklen temsil eden "12 Eylül cuntası", aynı orduyu mânen temsil etmiyordu.

Dolayısıyla, orduyu emellerine âlet ettiler; onlar da ne yazık ki, "başka emeller"e âlet oldular.

Her ne ise...

Bu vesile ile, adâlet önüne çıkarıl(a)mayan ve hukuken muhakeme edil(e)meyen diğer darbe(ci)leri de kısaca hatırlamaya çalışalım.

« "12 Eylül"den önce "12 Mart" var. 1970'in 12 Mart'ında hükûmete yönelik bir "muhtıra" yayınlayan o zamanın komuta kademesi, istifa edip çekilmemesi halinde hükümeti silâh zoruyla devireceklerini ilân etti. Başbakan Demirel, "Parlamento yolunu açık tutmak" mülâhazasıyla, Çankaya'ya hükümetin istifasını sundu. Bu muhtıranın da, tıpkı diğer darbeler gibi ülkeye zarardan başka hiçbir faydası olmadı.

« 27 Mayıs 1960'ta tek başına iktidar olan Demokrat Parti hükümetini deviren askerî cunta, on yıllık demokrasinin de canına okudu. 600 civarındaki DP'liyi en gaddar bir mahkemede en ağır şekilde cezalandırdı. Seçilmiş dört vatan evlâdının (Başbakan, İç İşleri ve Dışişleri Bakanları ile Maliye Bakanı) kanına girdi.

« Cumhuriyet tarihinin iki kanlı darbesinin benzeri olan iki darbe de Meşrûtiyet devrinde yaşandı:

1) "31 Mart Vak'ası" bahanesiyle 27 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu, iş başındaki hükümet ile birlikte Sultan Abdülhamid'i de tahtından indirdi. Sayısız mazlûmu dârağacında sallandırdı.

2) İttihatçılar tarafından 23 Ocak 1913'te kanlı Bâbıâli Baskını gerçekleştirildi. Normal usûlle işbaşına gelmiş olan hükümet, silâh zoruyla alaşağı edildi.

« Bunların dışında, küçük çapta kalan, yahut başarısız kalıp bastırılan daha başka ihtilâl teşebbüsleri de oldu.

Gariptir, başarılı olan ihtilâlciler "kahraman" ilân edilip ödüllendirilirken, başarısız olanlar ise "hâin" muamelesi görerek idama mahkûm edildiler: Birinci grup için paşalardan Cemal Gürsel (1960) ve Kenan Evren (1980) ile ikinci gruptan albay Talat Aydemir ve Fethi Gürcan (1964) gibi...

Tarih mahkemesi

Yukarıda da sıraladığımız gibi, darbelerin hiçbiri hukuk önünde muhakeme edilmedi; edilecek gibi de görünmüyor.

O halde, yapılacak olan iş, yani yapılması gereken şey, özellikle yakın geçmişte yaşanmış olan ihtilâl ve muhtıraları fikren sorgulamak ve vicdânen yargılamaktır.

Bu da, darbecilerin tasarrufunu tanımamak, geçersiz saymak veya yaptıklarını geçersiz hale getirmekle olur. Meselâ:

1) Darbecilerin hazırlatmış olduğu anayasa değiştirilmeli, yeni sivil ve demokratik bir anayasayı yürürlüğe koymalı.

2) YÖK gibi yine ihtilâl tasarrufu olan kurum ve kuruluşlar, yeni baştan ele alınıp kâmilen ıslâh edilmeli.

3) Darbecilerin halka dayatmış olduğu "siyasî dizayn"ı yok saymalı, muktesep olan siyasî haklar sahiplerine iade edilmeli.

Şu 3. noktayı biraz daha açmakta fayda var...

Darbeciler, 27 Mayıs 1960'ta halkın helâl reyleriyle iktidara gelmiş olan Demokrat Partiye olanca kuvvetiyle kanlı bir darbe vurdu. Yeniden siyasî toparlanma beş yıl kadar sürdü.

Ne var ki, 12 Mart 1970'te, aynı siyasî misyonun başına ikinci bir darbe (muhtıra) vuruldu.

Bu ikinci darbeden sonra kısmî toparlanma 1977'de ve büyük toparlanma 1979'da tam tahakkuk etmişti ki, Demokratların yeniden iktidarına fırsat tanımayan aynı "cunta kafası" yeni ve büyük bir darbeyi (1980) daha gerçekleştirmiş oldu. "28 Şubat süreci"nde ise, önemli bir politikacının ifadesiyle "Cuntacılar, Demokratların altını oydu."

Netice itibariyle, Demokrat misyonu adeta biçip mezara gömmeye çalışan ihtilâl tasarrufçuları, bu millete yeni bazı partileri peşkeş etti ve iyi kamufle edilmiş zokaları halka yutturmaya yeltendi.

Şimdi, bu noktada durup düşünmek lâzım: Biz millet olarak bu ve benzeri tasarrufları hiçe saymadığımız müddetçe, acaba siyasetin muktesep hakkını ve dahi darbecilerin müstehak olduğu vicdanî cezayı hakkıyla vermiş sayılır mıyız?

Darbeciler, hiç istemedikleri—ve asıl korktukları—bir siyasî misyonu acımasızca biçecek, toprağa gömmeye çalışacak; buna mukabil, sahaya başka başka siyaset(çi)leri sürecek ve ben de kalkıp bu gayr–ı fitrî, antidemokratik yapılanmayı yutmak, yahut kabullenmek zorunda kalacağım, öyle mi?

Hayır, hayır... Onların dayatmalarını, yahut yönlendirmelerini aynen kabullendiğim takdirde, hukuken yargılanamayan darbecileri, ben de fikren sorgulamamış, vicdânen yargılamamış olurum.

Bu noktada demek istediğimiz şu ki: Darbecilerin 3–4 kez vurduğu, iktidardan indirdiği ve tümüyle yok etmeye çalıştığı bir siyasî misyonu ben geri istiyorum. İhtilâlcilerin siyasî tasarrufunu hiçe sayarak, milletim adına muktesep hakların iadesini talep ediyorum.

Madem ki, darbecileri mahkemeye çıkartıp cezalandıramıyorum, bari onları fikren yargılayıp vicdânen cezalandırmaya çalışayım.

Bunu da yapmazsam şayet, darbecilere ilâveten ikinci bir cezayı da kendi kendime vermiş olmaz mıyım?

12.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İhtilâl anayasasının son günleri mi?



12 Eylül ihtilâli, ihtilâl olmanın ötesinde; Türkiye’ye ‘hediye’ ettiği “1982 Anayasası” sebebiyle ülkemize en büyük kötülüğü yapmıştır. İhtilâli yapanlar, belki kısa sayılabilecek bir dönemde yönetimi sivillere devretmiş, ancak hazırladıkları anayasa ile gerçekte Türkiye’yi yönetmeye devam etmişlerdir.

12 Eylül yönetiminin hazırlattığı ve zorla kabul ettirdiği ihtilâl anayasası, aradan çeyrek asırdan fazla bir süre geçtiği halde Türkiye’nin ayak bağı olmaya devam ediyor. “Zorla kabul ettirildi” şeklindeki tesbite itiraz edenler olabilir. Evet, 12 Eylül ihtilâlinin ürünü 1982 Anayasası halk oyuna sunuldu ve yüzde 90’ın üzerinden bir nisbetle ‘kabul’ oyu aldı. Ama bu durum, o günkü referandumun adil ve serbest bir seçim olduğunu göstermez. Çünkü, propaganda süresince “Anayasaya hayır” demek resmen yasaklanmıştı. Anayasaya hayır pusulasının renginden bile bahsetmek yasaktı. Üstüne üstlük, tek kanallı televizyon marifetiyle millet ürkütülmüştü. Böyle bir vasatta yapılan oylamanın adil olduğunu söylemek mümkün mü?

Neyse, aradan yıllar geçti ve kabul edildiği günden bu yana tartışılan, değiştirilmesi teklif edilen “1982 Anayasası”nın değiştirilmesi ciddî anlamda gündeme geldi. Gazetelere yansıyan haberlere bakılırsa ihtilâl anayasasının değişmesi gündemde. Konuyla ilgili yeni taslağın hazırlandığı, yakında açıklanacağı ifade ediliyor.

Tabiî ki ihtilâl anayasasından kurtulmak-eğer mümkün olacaksa-hepimizi sevindirir. Ancak yine medyaya yansıyan bazı yorum ve haberlere bakılırsa, arzu etmesek de şunu ifade etmek durumunda kalıyoruz: İnşallah, gelen anayasa giden anayasayı aratmaz!

“Böyle bir ihtimal mi var?” diyenler olabilir. Görünüşte böyle bir ihtimal yok, ancak yine yapılan tartışmalara bakılınca ihtiyatlı olmak gerekecek. Elbette, yeni anayasa çalışması yapanlar “12 Eylül ihtilâl anayasasını aratacak bir anayasa yapalım” diye düşünmez. Ancak yerinde ve zamanında atılmayan adımlar, istenmese de böyle bir netice verebilir. Geçmişte anayasa ve TCK maddeleri üzerinde yapılan bazı değişikliklerin neticelerini hatırlamak lâzım... Buna, “İyilik zannıyla fenalık yapmak” diyebiliriz. Böyle bir hata yapılırsa, Türkiye’ye; en az ihtilâl anayasası kadar kötülük yapılmış olur.

Her 12 Eylül yıldönümünde ihtilâl anayasasının değişmesi gerektiğini tartışıyoruz. Umalım ve dileyelim ki, önümüzdeki 12 Eylül’den önce yeni ve özde sivil bir anayasaya kavuşmuş olalım. Ve unutmayalım: Anayasayı hazırlayanların ‘sivil’ olması, tek başına o anayasanın sivil olduğunu göstermez. Anlayış, zihniyet, bakış açısı ‘sivil’ olmalı.

12.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Eylül’ün iki günü



Türkiye, bir tarafta kalkınan, bir tarafta darbelerin izini silmeye çalışan bir ülke. Kişi başına millî gelirin 2 bin dolara düştüğü 28 Şubat post modern darbe sonrası kriz çatlağının yaralarını sarmaya başlayan bir ülke.

Kişi başına 5 bin dolar gelirin ortalama değeri, ne yazık ki fert başına gerçek değer değildir. İstatistiğin bu rakam hakimiyeti, açlık sınırındaki bir çok aileyi kapsamıyor.

Kremalı bir tabaka var, sermayenin uluslar arası entegrasyonuyla hareket etmekte. Rekabetin iç yetersiziliği, evrensel ölçekteki ekonomiye bizi bağlamakta. Orta ve küçük boy işletmeler, bu küresel ekonomi karşısında bocalamaktadırlar.

AB sürecinde, rekabete açık olmayan düşünceler, bilhassa resmî ideoloji, fikirlerin altyapı zenginliğini engellemektedir. Kapalı devre bir sistem içinde, rekabetin nitelikli kuvveti zayıflatmaktadır.

Millî hassasiyetin, maddî kalkınma karşısında gerilediği vahim durum, muhafazakâr kılıfında muhtevasız bir sonuca sürüklemektedir.

Dayatma psikolojisi, şuur zaafiyetinin ve direnme kapasitesindeki boşlukların yansımasıdır. Düşünerek, okuyarak ve beraberce müzakere edilerek ortak duygunun eseri millî fikirler, elbette dünyevileşen dönemlerin emniyet supabıdır.

Aksi halde, fizikî büyüme ve kalkınma, idrakle büyümedikçe Batının menfi tasallutu karşısında duramamaktadır.

Toplumu saran maddeci ve menfaatçi yapı, ruh ve mânâ basiretinin ne kadar ihtiyaç olduğunu göstermektedir. Kendi fikir kaynaklarıyla büyüyen, tarih perspektifinden nasiplenmiş bir toplumun, yenilenme ve demokratikleşme adımları anlamlıdır.

İnançlara, değerlere ve insana saygı tabanlı gelişmeyen, ahlâk rafinerisini kurmayan hammade atıkları ile istenen gelişme yakıtı üretilemez.

Yakıtı, samimiyet ve insan eksenli demokratikleşme olan ve tahakküme direnen asil fikirlerin meydan aldığı bir ülkede, demokrasinin çıtası ekonomik büyümeyle birlikte anlam ifade eder.

O zaman 11 Eylül evrensel fitnesi ve 12 Eylül darbeci kültürü, bu günümüzü bu denli tahrip edemez. En azından çelikten iradeler geçit vermez.

Yoksa, dünyevileşmenin yanıltıcı ve uyutucu girdabından kurtulmak imkânsızlaşır. Mutlaka bir basiret, bir projeksiyon ve idrak farkıyla ve fikir derinliğiyle teşhis koymak gerekir.

İslâm dünyası, ecnebi oyunlarına ve bozguncu kuvvetlerine dayalı senaryoları altında inlettikleri insanımız/insanlarımız rahat yüzü görememektedir.

Bu durumda, yanlışa hayır diyemeyen, siyasî menfaatlerle susturulan ve mevsimlik dönemlerin her şeyi güç ve para odaklı bir iktidarla teslim aldığı bir ahenksizliğin bunaltıcı manevî kasavetinden kurtulmak zorlaştırmaktadır.

Sosyal taleplerdeki dengesizlik, maddî tatminsizlik ve beşerî kifayetsizlikle elde edilen makam ve mansıpların, din ve mukaddesat üzerinden topluma yansıyan hataları, ciddî bir endişe boyutudur.

Darbeler bunun altyapısını hazırlayan ve fikir civatalarını gevşetecek rol üstlenmişlerdir. Bunların en uzun soluklu etkisi ise 12 Eylül’ün hâlâ devam eden izdüşümleridir.

İnkişafa dönüşmeyen bir gelişme, mânâyı cesaretlendirmeyen bir madde, yenilenmeyen bir statüko ve demokratikleşmeyen bir icra, çoğunluğun tasvibinde olsa da, derinliksiz duruşuyla her an beklenmeyen tavizlere açıktır.

Bunları dokumak, kendi insanî niyetimizle sorgulamak, akla ve kalbe ortak yatırım yapmak, telâfisi imkânsız sosyal yaralara ve bunalımlara engel olmanın bir yoludur.

12 Eylül’ün yıldönümünde, bir gün öncesinin küresel terör senaryosu olan 11 Eylül’ü düşünürken, yukarıdaki anlamlar zinciri beni sardı.

Bediüzzaman’ın “müteharrik-i bizzat” olmayan hareketlere dikkat çeken teyakkuz hali ve imanî dürbünü, bugün de yarın da “ifsat komiteleri”ne mukabil Kur’ân kalesinden bir zırhla korunma metodudur.

Beşerin zalim eliyle ihtirasların uygulama alanı bulduğu ve insanlık kaybının en üst düzeyde yaşandığı savaşlar ve katliâmlar sürmektedir. Bilhassa İslâm dünyasını kavuran bu yangına sessiz kalan hükümet ve iktidarlar, zalimlerin vicdanları sızlatan zulmü karşısında acınacak bir haldedirler.

Eylülün 11’ini zulmün evrensel senaryosu ve devam eden işgallerin başlangıcı görürsek, geçici ve tuzaklarla dolu heveslerden ve zahiri galibiyetlerden uzak dururuz.

Köprü dergisinin sloganı olan “İlme, irfana, ümrana” ihtiyacı, kat be kat artmaktadır.

11-12 Eylül bu gözle okunmalı. Ve insan, imanla şuurlanmalı. Siyasette, sebepler sükût ettiği yerde, tevhide yol açılır.

12.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bu defa zor



Seçim sonuçlarından memnun olmayanların, sonraki süreçte rahatsızlıklarını izhar etmek için askeri ve basını öne sürdükleri yönünde bir tesbit var (Ardan Zentürk, Star, 23.8.07).

Bunun son örneği 28 Şubat. İş başındaki hükümete karşı askerin inisiyatifiyle başlatılan süreçte medya da aktif rol üstlenmiş; basın organlarının yöneticileri Genelkurmay brifingleriyle yönlendirilmiş; hattâ bununla da kalınmayıp, bir ara bazı gazeteler üst düzey generallerin telefon talimatlarıyla yönetilir hale getirilmişti.

İstenen çizgiye uymayan yönetici ve yazarlar ise değişik yöntemlerle devredışı bırakılmıştı.

Kamuoyunu sürece hazırlamak için askerle medya arasında uygulanan rol paylaşımı da ilginçti. Çoğu asker kanalıyla medyaya iletilip manşet yaptırılan irtica konulu haberler, bilâhare MGK’da komutanlar tarafından kalın dosyalar halinde başbakanın önüne konuluyordu.

Ve bu işte özellikle Oramiral Güven Erkaya son derece aktifti.

Şimdi de bazı medya organlarının takip ettiği çizgiye bakıldığında, sanki benzer bir senaryonun bir defa daha vizyona konulduğu izlenimi doğuyor.

Özellikle Doğan grubuna bağlı televizyon ve gazetelerin yayınları, AKP’nin 22 Temmuz’da yeniden iktidar olması ve sonra Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi ile Türkiye’nin tekrar “irtica” ortamına girdiği gibi bir hava estirilmek istendiğini düşündürüyor.

Tesettür oteli ve haşema konularının aşağılayıcı ve suçlayıcı bir üslûpla gündemde tutulması, Antalya’daki müstehcen heykel tartışmasının tırmandırılması, şehirlerarası otobüs yolculuklarındaki namaz molasının “Namaz kılanlar kılmayanlara psikolojik baskı yapıyor” iftirası için kullanılması, bunun en son örnekleri.

TÜSİAD Başkanı ve Aydın Doğan’ın kızı Arzuhan Yalçındağ’ın, dernek üyelerince de paylaşılmayıp tepki gösterilen son çıkışında Gül’ü ve hükümeti “Atatürk ilkelerine bağlılık” konusunda sıkıştırmaya çalışırken, “irticanın aldığı mesafe”ye örnek olarak, Diyanet çalışanlarının başka kurumlara geçişindeki artışı göstermesi de bir başka örnek. Ama yanlış ve temelsiz.

Diyanet’i devlet içerisinde bir “irtica odağı” olarak gösteren bu talihsiz suçlamaya öncelikle ve özellikle cevap vermesi gereken kurum Diyanet’in kendisi.

Diyanet çalışanları arasında başka kurumlara geçiş talebinin artışında, iddialarla hiçbir ilgisi olmayan sebeplerin yanı sıra, kurum içindeki huzursuzluğun da büyük payı olduğu belirtiliyor.

Nitekim biz işin o cihetine iki yıl önce manşetten dikkat çekmiş, Diyanet çalışanlarının “Kurum yönetimi bazan dinî kisveyi, bazan otoriteyi kullanarak kesin itaat istiyor. Diyanet’te çok katı bir emir-komuta zinciri var. Din görevlileri rahat değil. Sürekli azar işitiyor, baskı görüyorlar” şikâyetlerini duyurmuştuk (Yeni Asya, 23.8.05).

Hadisenin asıl üzerinde durulması gereken tarafı bu iken, hiç alâkası olmayan temelsiz çarpıtmalarla işin çok başka yerlere kaydırılmak istenmesi, elbette ki hiçbir şekilde ciddîye alınamaz.

(Yeri gelmişken, Diyanet’teki bu sıkıntılı duruma yeni Bakan Prof. Dr. Mustafa Said Yazıcıoğlu’nun bir an önce neşter atması beklentimizi ifade etmiş olalım.)

Netice: Asker suskun. Bir kısım medya işi karıştırmak istiyor, ama askerle 28 Şubat tarzı bir ilişki kurulduğunu gösteren bir işaret şimdilik yok. Ve bu bu defa iş çok zor.

12.09.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Din savaşçıları



CNN International Dünya Haberleri Baş Muhabiri Christian Amanpour’un “Din Savaşçıları Belgeseli”nin ilk bölümünün bir kısmını izledim (CNN Türk). Üç bölümden oluşuyor.

İlk bölümünü “Musevilik” bölümüne ayırmışlar. Aynı zamanda Müslüman ve Hıristiyan temsilcilerden de görüş almışlar.

Dinci Yahudilerin cumhurbaşkanlarını bile katlettiği görüntüler ve barbar Şaron’un Mescid-i Aksa'ya fütursuz dalışı bir hayli düşündürücüydü.

Eli kanlı Şaron’un hâlâ komada olması bir hayli düşündürücü. Programı hazırlayan Amanpour’un derdi şu: Din savaşçıları önemli bir siyasî güce dönüşüyor. Bu dönüşümde de savaşçılar, aç gözlülük ve dünyayı kurtarmak için yürütülen siyasî mücadelede nasıl öfke, bölünme ve korkuya yol açıyor...

Umarım Amanpour, diğer bölümlerde “taraflı” bir yayın politikası izlemez.

NEO NAZİ YAHUDİLER

İsrail’de, Rus Yahudi göçmenlerin kurduğu bir Neo-Nazi çetesinin çökertildiği haberi de ilginçti. Çünkü, yabancı işçi, dindar Yahudiler ve sinagoglara saldırı düzenlemekle suçlanan çete üyeleri, ülkeyi şaşkına çevirmiş.

İsrail gazetesi ise, İsrailli Neo/Nazileri: “İnanılacak gibi değil” manşetiyle duyurdu. Anlamakta zorlandığım husus şu: İsrail tâ kurulduğundan beridir Filistinlileri sistematik bir şekilde “katlediyor.” Yetmiyor: Ortadoğu’yu cehenneme çevirerek, dünya ülkelerine kafa tutuyor.

Sadece Müslümanlara değil, Hıristiyanlara karşı da acımasız bir politika izleyerek “şiddet”in en âlâsını uyguluyor. Neo Nazi taraftarı bu gençler şiddeti kimden öğrendi dersiniz?

MEDYADA KAPIŞMA

Aydın Doğan ile Mehmet Emin Karamehmet grubu arasında kıyasıya çarpışma yaşanıyor.

D-Smart ve Digitürk “süper lig yayın hakları” konusunda anlaşmazlığa düştü. Hükümete yansıyan kısmı ise, Doğan’ın sahip olduğu gazete manşetlerinden anlaşılıyor. Rota döndü ve hükümet aleyhine yayınlar yapılıyor.

Medyada ne zaman tartışma yaşansa, vergi kaçakçılığından tutun POAŞ meselesine kadar bir dizi iddialar manşete taşınır...

Ama ilgili merciler nedense harekete geçmez ve tartışmalar bıçak gibi kesilir. Bakalım bu tartışma nasıl “son” bulacak? Görünen şu ki: Medya savaşları ilk değil, ama son da olmayacak.

12.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri