Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin EREN

Açılmak



Fethe beşiklik etmiş şehir Bursa’da yeni hizmet filizlenmeleri, güzel geleceğin habercisi… Emareler düşlerin gerçeğe dönüşeceği yönünde… Kozadan kelebeğe ipeksi yürüyüşler gözleniyor hizmet hamlelerinde…

İmanı hayata taşıma gayretiyle yürünüyor şehrin içlerine doğru… İçine hizmet işlemiş erlerin fedakârlığıyla açılan bina, yükseklerde dalgalanacak hizmet bayraklarla şehri şenlendirecek güzellikte…

Cumhuriyet gibi işlek bir caddede dış cephesi cam, içi şık bir dizaynla donatılmış dört katlı yapı, yeni hizmet hamlelerine sahne olacak evsafta; bodrum ve asmakatıyla giriş “Bizim Kitap Mağazası” na ait…

Risâle-i Nur ve onun etrafında halelenmiş kitap ve CD’lerle zengin bir görüntüyle karşılıyor gelenleri… İlgisini çeken kitapları asma katta oturma masalarında inceleyebiliyor, nezih ortamda sohbet edebiliyor…

“Bizim Kitap” yurt sathını bir mektep yapacak mağazalar zincirinin ilk halkası… Yeryüzü vatanına yayılacak halkalar; hamiyetli omuzlarca uzaklara taşınacak… Azim, gayret, sebat; bu yolda yürüyeceklerin yol arkadaşı…

Birinci kat işadamları ve gençlerin birlikte kullandıkları kültür katı… Gençler, faaliyetlerle seminer salonunu dolduruyor şimdiden; küçük alanda yaptıkları çalışmalar yarın büyük meydanları dolduracak olgunlukta…

İkinci kattaki gazete temsilciliği hizmet katmanında önemli bir yere sahip; dışa açılmanın uç aracı… Yeni dönemde yeni yerde yeni açılımlar gösterecek yapılanma içerisinde… Uzak ufukları yakın pencereden seyredebilme; özlenen tablo… Özlü çalışmalar; bu yakınlaşmanın taze haberi…

Risale-i Nur Enstitüsü; adı yetiyor… Hizmetin hem kökü, hem meyvesi… Ağacın dalları şehri saracak, ilim ve irfan yaprakları Bursa’yı yeniden yeşillere bürüyecek…

“Sırr-ı uhuvvet ve ittihat-ı maksat ve ittifak- ı vazife ile tevafuk”la vücud bulan şeffaf bina, “sırr-ı ihlâs ile iştirak ve sırr-ı uhuvvet ile tesanüd ve sırr-ı ittihat ile teşrikül mesai” dersinin mücessem şekli…

Şeklin, siretlere işleyişini seyredecek şehir; suretler ve siretler muhabbet tebessümlerle buluşacak…

Bulunduğu yeri yeterli bulmayan hizmet ehli, yarının daha ehillerine teslim etmek için bu binayı hazırladı; yarınlar istikbalin yüksek dağlarında dalgalandıracak bayrağı… Yarış yeni bir ivme kazandı Cumhuriyet caddesinde… Bir bakarsınız kuşe-i kabrimizde sürurla seyrederiz hizmet faaliyetlerini…

Uzak olan ne ki? Ömür apartmanı hızla yıkılıyor, yıkılış üzerinde dikilen iman ve Kur’an hizmeti; sonsuzluk ikliminin yakın kokusu… Değil mi Hz Üstad, değil mi Zübeyir ağabey, değil mi Hafız Ali, değil mi Hasan Fevzi, değil mi Tahiri ağabey, değil mi kıyamete kadar gelecek Nur’un kahraman talebeleri…

İçim açıldı neyleyim binayı? Binalarla başlamayan hizmet gerekirse gökdelenlere taşınacak, aya yıldızlara ulaşacak… Yıldızlardan seyredilmediğimizi kim diyebilir ki?

Yerden yıldızlara yükselmeyen açılış, açılış mıdır? Yürüyoruz şehrin içlerine doğru; çalınmadık kapı, uğranılmadık kalp bırakmama niyetiyle… Niyetlerimizi temiz, amelimizi ihlâslı kıl Ya Rabbi… Açılan dua ellerimizle kapına kapaklanıyoruz; Bizi muvaffak kıl, hizmette hadim eyle… Ömür sayfamız kapanırken, ölümün siyah peçesini sürurla açmayı nasip eyle.

Açılmak ne ki?

24.12.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Gerçek hürriyeti düşünürken



Şimdiki bir kısım insanlarımız “hürriyet” yerine “özgürlük” kelimesini kullanmaktadırlar. Kelimelerin de gerçekleri anlatmada aslında önemli anahtarlar olduğunu biliyoruz. Ancak bizler şekillerden çok mânâlara dikkat etmek zorundayız. Kelimeleri itina ile seçmek önemli olmakla birlikte, asıl olan, kast edilen mânâların en anlaşılır bir şekilde ifade edilmesi olmalıdır aslında.

Burada insanların kendi yaratılış mahiyetlerine göre serbestiyet içinde olup olmamalarından bahsetmek istemiştim. Kelimeleri hazinelerin kapısını açacak birer anahtar olarak sunmanın ustalığı bizde yoksa da, işaret edilen rahmet hazinelerinin kapısını çalacak azme ve iradeye sahip olan okuyucularla hasbihâl ettiğimi biliyorum. Bu durum işimi kolaylaştırıyor şüphesiz.

Bizler, öncelikle hakikatleri nefsine anlatan yüce insanların gösterdiği yolları takip etmek emelindeyiz. Bu geleneği devam ettirme yolunda bir katkı sağlama imkânını elde edebilirsek yüce bir gayenin tahakkuku yolunda önemli bir adım atmış olacağız. Bu durum da, insanlık cevherimizin kir ve paslardan temizlenmesi için küçümsenemez bir sebep olacaktır.

Maksadım insanların hür olma sınırlarının nerelerden başlaması gerektiğini öncelikle hatırlamak ve hatırlatmaktır. Aslında bu gerçekleri hatırlama ihtiyacını kendi iç âlemimde hissetmiştim. Bu ihtiyacımı giderme yolunda söyleyeceklerimi, belki bazı gerçekleri hatırlama ihtiyacı içinde olan kardeşlerim de duymak isteyecektir. Bu sebeple hissettiklerimi yazıya geçirerek bir nevî sesli düşünme metodunu uygulamış oldum.

İnsanların çoğu zaman özgür olma ismi altında aslında hürriyetlerini kaybettiğini, şeytanlara kul-köle olduklarını görüyoruz. Biz insanların bu konuda çok ciddi bir imtihan yaşadığımız da bir gerçektir. Önümüzde iki ihtimal bulunmaktadır. Birincisi, Allah’a kul olup, yaratılanlara karşı hür olmak; ikincisi de, nefsin kölesi olup zahirî bir hürriyet perdesi altında aslında nefis ve şeytanın esareti altında yaşamaktır.

Büyük ve ehemmiyetli maksatların tahsil edilmesi için yaratılan insanların, yaratılış kanunlarının tam aksine hareket ederek yüce istidatlarını şeytanların gösterdiği karanlıklı yollarda harcaması doğrusu insanlık adına çok vahim bir durumdur. Oysa yakînen biliyoruz ki gerçek hürriyet, gerçek özgürlük Allah’a kul olmakla elde edilebilir.

Nefsimizin akıl, ruh ve kalbimize prangalar vurmasını hür olmakla eşdeğer olarak kabul etmemiz, esareti özgürlük olarak kabul etmek anlamına gelecektir. Biz insanların en büyük meselelerinden bir tanesi, nefsin esaretinden kurtulmak ve insanî duygularımızın dumura uğratılmasına meydan vermemektir.

Aklımızın düşüncelerle dünyamızı zenginleştirmesi için, kalbimizin güzel duygularla hayatımıza güzel esintiler sunması için, ruhumuzun dimdik olarak varlığını gerçek mânâsıyla devam ettirmesi için, bütün duygularımızı nefsin esaretinden kurtarmamız gerekecektir. Ancak bu şekilde hür olmanın tadını alabiliriz. Ancak böyle zamanlarda insanca yaşamanın ne kadar zevk verici bir şey olduğunu anlayabiliriz.

Ancak Allah’a yöneldiğimiz zamanlar, Rabbimizin bizler için yaratmış olduğu kâinattaki mükemmel nizam ve intizamı düşündüğümüz zamanlar ve sadece Rahman ve Rahim olan Rabbimizin dergâhına yüz sürmeye muhtaç olduğumuzu anladığımız anlar, hür bir dünyada yaşamanın insan hayatı için ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlayabiliriz. Elbette dünya hayatının esas alındığı gafletli hâletlerle yaratılışın gerçek mahiyetini anlayamayız.

Nefsin bizi korkunç esaretlere sürükleyen arzularını yerine getiren insanların bu dünyada hürriyet nimetini tatması mümkün değildir. İstikametini şaşırmış insanların hürriyet ismi altında aslında küfür ve günah zindanlarında can çekiştiklerini biliyoruz. Bu bilme ve farkında olma hadisesi eğer uyanmamıza sebep olursa ne âlâ... Aksi takdirde bildiği halde doğruya yönelmemenin cezası ile kıvranacağımız günler bizim için pişmanlıklarla dolu zamanlar olacaktır. Akıbetimizin hayırlı olması için gerçekleri görüp yaşamamız gerekir...

NOT:

Mubarek Kurban Bayramınızı tebrik ediyorum.

24.12.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Kurban psikolojisi



Kurban psikolojisini belirleyen en önemli iki boyut acziyet ve fakrının farkına varmak ile birikmiş gerilimlerin ve gadap duygularının topraklanması ya da rahatlatılmasıdır. Bütün dinler ve hepsinin temel kaynağı olan İslâm gerek sosyal hayatta ve ferdi hayatta kurallarını yerleştirirken ve gerekse uygulamalarında insan psikolojisini nazara alan bir esneklik hali hep gözlenmektedir.

Bütün fiillerin şekli kısmı bir çerçeve çizmek açısından önemli olmakla birlikte o fiilin aslını ve özünü teşkil eden manalar ve bu anlamda Rabb-ı Kerim ile kul arasındaki sıcak ve samimi ilişki ve muhabbet bağlantısı hep ön plandadır. Bu anlamda Alemlerin Rabbı’na karşı içten olmak, samimi olmak, O’na muhabbetini her şeyin üstünde tutabilmek çok önemlidir. Bu yönüyle bakıldığında amellerin, yani kulluğu ifade amacı ile işlenen fiillerin niyetlere göre hüküm alması daha iyi anlaşılacaktır. Bu kesinlikle, kulluk vazifelerini yapmadan “Benim kalbim temiz” türünden ifadelerle ibadetlerde tembellik ya da umursamazlık anlamına gelmez.

Zaten, işin aslını samimiyet oluşturacaksa bu tavırların hiç birinde gerçek samimiyetin olduğundan bahsedilemez. Gerçek samimiyet, elinden gelen hassasiyet içinde kulluk vazifelerini yerine getirip bunun ardından ortaya çıkabilecek, net olarak belli olmayan şüphe düzeyindeki eksiklik ve noksanlıkları düzelteyim derken kulluk vazifesini asli mecrasından uzaklaştırmamak olmalıdır. Böyle bir durumda Rabb’ül Alemin ile kul arasındaki sıcak bir iletişimin ve muhabbeti ifadenin zemini olan ibadetler, sadece şekli unsurların ön plana çıktığı ve bütün sıcaklığını kaybetmiş, duygu boyutundan uzaklaşmış mekanik bir yapıya dönüşebilmektedir. Esas mesele bu ibadetleri emreden ve bu vesileyle kulun kendisine yönelip yakınlaşmasını arzu ettiğini bildiren Zat-ı Zül’cemal’i razı etmek, O’na muhabbetle yönelip muhabbetini celbetmek olmalıdır. O’nun huzurunda iken bütün alemlerin Rabbı’na dayanmış olmanın, Kâinat Sultanı’nın kendisi ile muhatap olup ilgilenmesinin ve huzuruna kabul etmesinin tarif edilmez mutluluğunu ve emniyet hissini yaşaması gereken kul, yersiz vehim ve vesveselerle bu mutluluk anını bir azaba dönüştürebilmektedir. Kurban ile ilgili sadece mülk alanında ya da planda ortaya konan tanımlamalarda da böyle bir sıkıntı ya da huzursuzluk ve vesvese hali kulun alemine yansıyabilmektedir. İbadetler yerine getirilirken kulun aleminde bir huzur ve rahatlama yerine huzursuzluk, endişe, sıkıntı hali varsa, bu durum tek başına ibadet esnasında şeytanın müdahalesinin işaretidir. Böyle bir durumda şeytanı devre dışı bırakmanın ve susturmanın en güzel yolu dinde zorluk olmadığını hatırlayıp, böyle bir zorluğun dinden değil şeytandan kaynaklandığını düşünüp düzeltme yönünde bir gayret içine girmemek ve oralı olmamak en akılcı yoldur.

Kulluğun en güzel yönlerinden biri de insanın Yaratıcı karşısında hep aciz ve eksik hissetmesi, O’na karşı sürekli boynu bükük ve mahcup vaziyette bulunmasıdır. Bu tarz bir ilişkide bu alemin yaratılış gayesini de yansıtan latif bir sıcaklık ve ince bir nezaket vardır. Kul açısından da ince ruhluluğun, kendini bilen bir konumun ve edep timsali bir duruşun tezahürüdür. O yüzden yaptıklarından ve ibadetlerinden emin olmayan, sürekli bir eksikliğin var olabileceği düşüncesi ile hep boynu bükük ve ama o huzurdan başka da gidecek yer olmadığının ve Zat-ı Zülcemal’i razı etmekten O’na dayanmaktan ve bütün yüreği ile O’nu sevmekten başka çaresinin olmadığının farkında bir duruş. Güven hissini amelinin eksiksiz oluşundan değil Gafur-u Rahim’e dayanmış olmaktan alan bir anlayış ve bu çerçevede, ibadet hayatında huzursuzluk vermeyen ancak Rabb-ı Kerim’e dayanma sonucunu doğuran tatlı bir belirsizlik. Böyle bir kulluk şuuru ve hep Rabb’ül Alemin’e dayanma ihtiyacı Yaratan ve kul arasındaki ilişkinin gerçek zeminine oturduğu hal olmalıdır. Kulun benlik, gurur ve kibir gibi edep dışı hallerden uzak şekilde ve hakiki kulluk şuurunda ulvi bir mutluluk, acziyetten kaynaklanan bir güven, dini ve dünyevi her halin, her yaşantının Halık-ı Kainat’a dayanıyor olmaktan dolayı bir anlam ve değer kazanmasını ifade eden bu durum, aslında insanın en ideal konumu ve onun bu alemde yaşayabileceği en iyi tarzı ifade etmektedir. Din kolaylık olduğuna göre dini hayatı zorlaştıracak şeyleri doğruya kanalize ederek o kolaylık zemininde hem dinin güzelliklerini yaşamalı hem de hayatımızı güzelleştirmeliyiz.

Bu yönü ile bakıldığında bayramın ne zaman olduğuna dair şekli tartışmalar ve ibadetin manevi huzurunu engelleyen haller bu çerçevede değerlendirmeli Kurban bayramının birlik ya da tevhid psikolojisine zarar vermemelidir. Böyle bir dönem yaşadık ve bunun ardından ruh dünyamızda olması gereken bütün kainatla bir olduğumuzu ve kainatın zerreleri ile cemaat haline namaz kıldığımızı ve maddenin zihnimizi örttüğü ölçüde sağlam dayanakları olmadığını hissetmek ve bir dahaki Kurban Bayramı’na kadar bu psikolojiyi tekrar güçlendirmek azmi ile ve bu duygularla yaşamaktır.

24.12.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Cömertlik ve genler



Geçenlerde bir grup İsrailli bilim adamı, genler ve insan davranışıyla ilgili yaptıkları çalışmaları “Genes, Brain and Behaviour” adlı dergide yayınladılar. Çalışmada 203 kişi üzerinde yapılan testlerde kendilerine verilen paranın tamamını ya da bir kısmını bağışlama eğiliminde olanların yarıya yakınının AVPR1 adı verilen gen ya da bu genin değişkenlerinden birine sahip olduğu tesbit edildi.

Cenab-ı Hakkın cömertliği insanın genlerine kadar kodlaması gerçekten ilginç. Allah cömerttir, cömert olanı sever. Şu koca kâinatı hesaba gelmez sayıdaki mahlukatı için, hadsiz sehavet ve cömertliğinin tecellisi olarak envai türlü nimetleriyle doldururken, insanların da birbirleriyle münasebetlerini güzelleştirmek ve yardımlaşmayı artırmak için onların huy ve mizaçlarını ve daha nice duygularını çeşitli vasıflarla donatmış, hatta nesilden nesile aktarılmak üzere kader ve kudret kalemiyle en ince detaydaki genlere nakşetmiştir. Evet acz ve fakr içindeki ve her şeyden önce nefsini seven insana cömertlik gibi bir nimeti ihsan etmek de muazzam bir cömertliktir. Zaten şu dünyayı ayakta tutan da bu değil midir?

İnsan vücudunun idaresinde ve biyolojik faaliyetlerde maddî hususları ve irtibatları anlamak belki daha kolay. Fakat, genler ile psikolojik davranışlar arasındaki münasebeti ve çalışma şeklini anlamak gerçekten zor. Ruh, kalb ya da beynin veya onlardaki karar mekanizmasının, insanların binlerce yıldır yaptıkları bunca çalışmanın sonucu olarak ancak keşfedebildikleri genlerdeki ince detayları okuyup da ona göre davranması gerçekten muazzam bir mucize.

Aslında konumuz olmamakla birlikte genlerdeki eğilim yada meyelânın kader ile de bir bağlantısı var. Kader risalesinden de hatırlanacağı üzere meyelânın yaratılması veya sarfı hususunda Mâtüridî ve Eş’arî görüşleri arasındaki ince farkı anlamakta yardımcı olabilir.

Konu cömertlik ve cimrilik olunca ve de özellikle Kudüs Yahudi Üniversitesi Psikoloji bölümündeki araştırmacılar tarafından yapılınca araştırma daha da dikkat çekici hale geliyor. İsrail oğullarının tarih boyunca para konusundaki malum davranışlarının huy ve mizaç haline gelmesi ve bunun belki de daha derinlerde olması gerçekten ilginç. Tabi burada konu sadece İsrail oğulları ile sınırlı tutulmamalı. Onların her bir davranışı az yada çok diğer toplumlarda bir şekilde bulunuyor ve mutlaka ibret almamız gerekiyor.

Tarihten hatırlanacağı üzere İsrail oğullarının nankörlüğü meşhurdur. Cenab-ı Hak onlara verdiği hadsiz nimete ilave olarak çölde de bıldırcın eti ve kudret helvası vermişti. Zaman geldi bu açık mucizeden de Hz. Musa’ya (a.s.) şikâyetlerde bulunmuşlardı.

Yine Kur’ân’da geçen bir âyet de konumuz açısından dikkat çekicidir. Cenab-ı Hak Maide suresinde şöyle buyurur: “Yahûdi tâifesi, ‘Allah’ın eli bağlanmıştır’ dedi. Bu dedikleriyle kendi elleri bağlandı ve lânet olundular. Hayır, bilakis (Cenâb-ı Hakk’ın) eli açıktır, dilediği gibi verir.”

Kâinatı bir saray, yeryüzünü ise nimetleriyle lebaleb dolu bir nimet sofrası, insanı da bütün bu nimetlerden faydalanabilecek cihazlarla donatılmış olarak yaratan Cenab-ı Hakkın bunca ihsanına ve cömertliğine karşı, insan oğlunun nankörlüğü ve hezeyanı dikkat çekicidir. O taifenin asırlar boyu devam eden zillet ve paraya tamahkârlıklarında elbette o hezeyanlarının ve karşılığında lanetlenmelerinin payı büyüktür. Hadisenin tam yerinde ilmî araştırmalarla da irsî olduğunun tespit edilmesiyle mucize yeniden tasdik edilmiştir.

Bilindiği gibi cömertliğiyle meşhur Hâtem-i Tâî İslâma yetişememişti. Kabilesinin Müslümanlarla yaptığı savaşta kızı esir düşmüştü. Peygamberimiz (a.s.m.) Hâtem-i Tâî’ye olan sevgisinden ve ailenin asaletinden dolayı kızını serbest bırakmıştı. Aslında peygamberimizin (a.s.m.) bu davranışı cömertlik gibi iyi huyların da irsî olduğuna bir işarettir.

Şimdi akla şu soru gelecek: İnsanlar irsî olarak atalarından miras aldığı bu mizaçlardan ne kadar sorumludur? Ya da çaresi nedir? Çareyi Dokuzuncu Mektup’tan aktaralım: “İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, “Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”

Elbette dünya malının kırılacak şişe parçaları; âhiret malının ise bâki elmaslar olduğunu idrak edebilen insan, fıtratındaki sehavet ve cömertlik ne kadar az olursa olsun, eşyanın hakikatını kavrayamayanların en cömertini de geride bırakacaktır.

24.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah'ın hayrını dilediği insan



Allah’ın hayrını dilediği kimse olmayı kim istemez? Buyrun:

“Allah kimin hayrını isterse onu dinde derin anlayış sahibi kılar”1 buyuruyor Sevgili Peygamberimiz (asm).

İnsanın, kendisini yoktan yaratan, en güzel organ, duygu ve yeteneklerle donatan, sayısız nimetlerle besleyip büyüten, zerreden kürelere kadar herşeyi emrini veren Rabbini, Onun peygamberini, dinini öğrenmesi kadar önemli ne olabilir hayatta? Herşeyden önce bu, Allah’ı sevme, saygı duyma ve kadirşinaslıkta bulunmanın bir ifadesidir.

Elbette Onun dinini öğrenmek zorundayız.

Basit bir makinenin bile kullanma kılavuzu varsa, insan gibi üstün, mükemmel ve canlı makinenin de kataloğu olmalı. Bu katalog hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm ve öğreticisi olan Resûl-i Ekrem’dir (asm).

Kitap ve Sünnet diye de ele alabileceğimiz bu hakikatler, insana hem dünya, hem de ahirette mutlu olmanın yollarını gösterirler. Onları tanımamak, emirlerine uymamak; sıkıntı, stres ve bunalımları da peşinen üstlenmek demektir. Hayat o zaman zindana döner, huzur kaçar.

Biz Allah’a ne kadar önem verirsek Allah da bize o kadar önem verir. Biz Allah’ı, dinini ne kadar sever, öğrenir, öğrendiklerimizi yaşamaya çalışırsak Allah da bizi o kadar sever, ödüllendirir.

Allah’a önem vermek, dinini sevmek demek gönderdiği kitap ve Elçisine kulak vermek demektir.

Şu dünya misafirhanesinde kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emir ve istekleri doğrultusunda hayatını geçiren insandan daha mutlu kim vardır?

Allah’ın en çok değer verdiği insanlar dinini öğrenme ve yaşama konusunda gayret gösteren insanlardır. Böyle kimselere insanlar bile değer verir, onlara evliyâ gözüyle bakarlar. Allah dostlarıdırlar, sevgili kullarıdırlar onlar.

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir”2 âyetine bu açıdan baktığımızda, Allah’ın dinini öğrenmek demek Onun elçisini tanımak, onu model almak, onun gösterdiği yoldan gitmek demek değil midir? Bu, Allah’ı sevmenin olduğu gibi, Allah’ın da bizi sevmesinin gereğidir.

Bize Kur’ân’ı getiren, anlatan, açıklayan ve Kur’ân’a en güzel ayna olan da o değil midir?

Elbet Kur’ân’ı iyi anlamak için de onun yaşayan şekli olan Peygamberimizi (asm) iyi öğrenmek zorundayız.

Bu yolda gayret gösteren insanlar, Allah’ın sevgili kullarıdır. Ve bu kullarını Allah hem dünyada, hem de ahirette mükâfatlandırır.

Dipnotlar:

1- Buhârî, İlim: 10; Müslim, İmare: 175; Tirmizî, İlim: 4. 2- Âl-i İmran Sûresi: 31.

24.12.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kurban kesmek; boğa öldürmek



Eti helal olan evcil hayvanların etinden, sütünden, yününden… istifade etmek için beslendikleri gayet açık bir husus.

Dolayısıyla, bunların usulü dairesinde kesilmeleri, hiçbir şekilde yadırganmaz ve yadırganmamalı.

Hoşa gitmeyen bir durum varsa, o da lalettayin bir yerde veya dinen belirlenmiş usullerin dışına çıkılarak yapılan kesimlerdir.

Bu kesim tarzlarında Kurban Bayramlarında daha çok rastlandığı için, ne yazık ki, hariçten gazel okuyanların tenkit okları da otomatikmen ‘kurban’ ibadetine yöneliyor.

Oysa, bu ibadetin hakkı verilerek yerine getirilmesi halinde, ortada itici, incitici hiçbir sebep kalmaz.

Ayrıca, eti için yetiştirilmiş olan bir hayvan, kurban günlerinde olmasa bile, bir başka zaman mutlaka yine kesime gidecektir.

Bu nokta-i nazardan, hayvanın kesilmesine gereksiz yere acımanın, ona merhamet edip hiç kesmemenin aklı, vicdanı tatmin edecek hiçbir izah tarzı olmaz. Ayrıca, kurban kesmenin sosyal yardımlaşma ve psikolojik rahatlama gibi daha başka faydaları da var ki, hikmetleri saymakla bitmeyecek kadar çok.

Bununla beraber, dini vecibelerin dışında olarak, hayvanlara yapılan eziyetlerin o kadar çok sarsıcı örnekleri var ki, asıl bunların üzerinde durmak gerekir. Mesela, insafsız avcıların yer yer yaptıkları katliamlar sayesinde, ekolojik denge bozulmuş durumda. Bu acı vak’aların önüne de bir türlü geçilemiyor.

Öte yandan, İspanya gibi bazı ülkelerde yapılan boğalı gösteriler, hatta arenada ve binlerce insanın alkışları arasında sergilenen öylesin vahşiyane, gaddarane adetler var ki, bakınca insanın tüyleri ürperiyor.

Arenada boğa ile karşı karşıya gelen gaddar ruhlu kişi, çeşitli oyun ve hilelerle yanıltmaya çalıştığı hayvana, her fırsattan istifade ile öldürücü darbeler indiriyor. Sonunda, sadistçe bir zevk içinde, o hayvanı öldürüyor. Bu arada yaşanan en feci bir durum da, seyircilerden bir alkış tufanının kopmasıdır.

Bir başka tuhaflık, bizde ve başka ülkelerde zaman zaman yaşanan horoz dövüşleri, köpek dövüşleri gibi son derece itici, iğrenç örf ve adetlerdir.

Şimdi, kalabalıkların gözleri önünde hayvanlara yönelik olarak sergilenen bunca vahşet örnekleri varken, kalkıp kurban kesimlerini tenkit etmek, bu makbul adetin-ibadetin aleyhinde bulunmak, doğrusu bize hiç de insani ve medeni bir tavır şeklinde görünmüyor. Bu olsa olsa, insani maskenin arkasına gizlenmiş bambaşka maksatların bir çeşit dışa vurumudur.

Bereket ki, inancı sağlam halkımız, bu maksatlı söylentilerin, bu yaygaracı ağızların tesirine kapılmıyor ve imkanları nisbetinde kurban kesim ibadetinin hakkını vermeye çalışıyor.

Yaygaracılar, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da bildikleri okumaya devam edebilirler. Bu, onların vazifesi.

İnananların vazifesi ise, inandığını usul ve adabı dairesinde yaşamaya devam etmektir.

GÜNÜN TARİHİ 19 Aralık 1918

Hem mareşal, hem emireri bir şahsiyet

Mustafa Fevzi Çakmak, Osmanlı hükümetinin Genelkurmay Başkanı oldu.

Askerî sahadaki bilgi ve kabiliyeti sayesinde, ordu kademesinin en üst basamağına kadar çıkan Fevzi Paşa, o güne kadar -ve esasında ömrünün sonuna kadar- siyasiler tarafından ne söylendiyse, ne emredildiyse onu yapmaya çalıştı. Kendisi hemen hiç inisiyatif kullanmadı. Karakteri böyleydi.

Onun üstündeki makamı sorgulama cihetine hemen hiç gitmezdi. Üst makamda oturan kişinin dinli mi, dinsiz mi, dürüst mü sahte mi olduğu, Fevzi Paşayı pek ilgilendirmezdi.

Onun tek bildiği ve hakkını verdiği şey, emri altında olduğu kişinin hemen her dediğini yapmak, her arzusunu yerine getirmekti.

İşte, onun özellikle bu karakteri sebebiyle, bir yandan mareşalliğe kadar yükselecek bir kabiliyet sahibi iken, bir yandan da her emre amade olan bir emirber nefer gibi siyasi otoriteye karşı itaatkâr davranmıştır.

Nitekim, işgalci İngilizlerle arası bozulup Anadolu’ya geçmek mecburiyetinde kaldığında da, onu Ankara hükümetinin emri altında hizmet eden hem bir mareşal, hem de bir emireri rolünde görmekteyiz.

Evet, Osmanlı hükümetinin ardından, Ankara hükümetinin de emrinde ve yine Genelkurmay Başkanı olarak vazife yapan Fevzi Paşa, toplam 24 yıllık görev süresi boyunca, siyasi otoritenin bir dediğini iki etmeyecek kadar itaatkâr çalıştı.

Ancak, asıl hayret edilen yönü şuydu: Kendisi Nakşi tarikatının bir koluna mensup olduğu ve emsallerine nazaran dine bağlı bir komutan olarak bilindiği halde, vazife müddeti içinde din için ve dindarlar lehinde hemen hiç çalışmadı.

Hatta, dinin temelleri yıkılmaya ve dindarlara gavur eziyeti çektirilmeye çalışıldığı zamanlarda bile, sesini hiç yükseltmedi, en ufak bir itirazda dahi bulunmadı.

Tam aksine, dindarlar kan kusturanların emrine uydu ve aynı emir doğrultusunda ordunun kuvvetini kullandı.

Fevzi Paşa, 1922’den 1944’e kadar fiilen ve kesintisiz bir şekilde Genelkurmay Başkanlığı yaptı. Bu dönemde, tek parti hükümetlerinin vatandaşa kan kusturan bütün icraatlerine hem şahit oldu, hem de aynı zülümlere bilfiil iştirak etti. İsteseydi, bazı uygulamalara rahatlıkla karşı gelebilirdi, ancak hiç karşı gelmedi, bilakis emireri gibi itaatkâr davrandı. Onun bu tuhaf davranışı sebebiyle, dindar kesimlerin de hem kafası karıştı, hem de ümitsizliğin, şevksizliğin ve yılgınlığın dalga dalga yayılması sağlanmış oldu. Buna göre Fevzi Paşa, kelimenin tam anlamıyla kullanılmış oldu.

24.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara’da deprem



Ankara’da deprem haberleri, siyasî deprem söylentileriyle iç içe.

Bayramın birinci günü en büyüğü 5.7 şiddetinde olan yüzün üstündeki irili ufaklı Ankara depremlerinin ardından uzmanlar Başkentin her an 7 büyüklüğündeki bir depremle sarsılabileceğini belirtmekteler.

İlginçtir; Ankara depremi, Ankara-Washington hattındaki siyasî depremle aynı ana denk geldi. Başbakan Erdoğan, bayramda partililere hitap ederken, “Bizim vatanımız üzerinde kimse ameliyat yapmayı düşünmesii” diye konuşurken, okyanuslar ötesinden yapılan yeni bir itiraf, “vatanımız üzerinde ameliyatı düşünenler”i bir defa daha ele verdi.

Bilindiği gibi daha önce, Birleşmiş Milletlerde eline sahte krokiler alarak “Irak’ın nükleer ve kimyasal silahlara sahip olduğunu” iddia eden Bush’un eski Dışişleri Bakanı Colin Paul, sözkonusu bütün “belgeler”in düzmece olduğunu ve hiçbir zaman Irak’ta “kimyasal ve nükleer silah tesisleri”ne rastlamadıklarını belirtmişti. ABD’nin Irak’ı işgal “gerekçesi”nin tamamen “uydurma” olduğunu itiraf etmişti,

Son birkaç yıl içinde benzeri iddialar birçok Amerikalı yetkiliden ve araştırmacıdan geldi. Ancak deprem gibi son itiraf, bizzat işgalin başında bulunan bir generalden geldi…

* * *

Başbakan’ın “stratejik müttefikimiz” diye her Oval Ofis görüşmesinde methettiği, Kuzey Afrika’dan Himalayalar’a kadar topyekün İslâm dünyasını değiştirme ve dönüştürmeyi hedef alan “büyük Ortadoğu projesi”nin “eşbaşkanı” olmakla övündüğü bir Amerikalı generalden…

Irak işgal güçleri eski komutanı Jhon Abuzait, Irak’ın petrol için işgal edildiğini ve bu maksatla petrol bitene kadar daha elli yıl bu bölgede işgalci olarak kalacağını açık açık ikrar etti. Bush’un generali bununla da kalmadı; neoconların “gizli ajandası”nda ABD ile Türkiye arasında bir “örtülü savaş”ın devam ettiğini, ABD’nin son dört yıldır Türkiye ile savaştığını yüksünmeden dile getirdi.

Ne var ki Amerikalı generalin “Irak’ı işgal yalanı”nın itirafından daha vahim bir itirafı var; “ABD’nin “bölgeyi işgal planının asıl ve nihai hedefi Türkiye” imiş. Irak, Suriye ve İran’a saldırılardan sonra Türkiye’ye saldırmayı asıl hedefi arasına koymuş…

ABD’nin özellikle son beş yıldır başta Irak’taki işgal olmak üzere, bölgedeki egemenlik ve çıkar projeleri için “tezkereler” hazırlayan, “ABD’ye destek hamulesi”yle Amerikan işgal güçlerine her türlü savaş lojistik destek sağlayan, savaş malzemesi, mühimmat ve silahın nakil ve dağıtımı için onlarca hava ve deniz limanını açan, bizzat Milli Savunma Bakanının ifadesiyle, Amerikan savaş uçaklarının başta İncirlik olmak üzere Türkiye’deki üslerden Irak üzerine dörtbin sorti yapıp Müslüman komşu Irak’ı bombalamasını sağlayan “stratejik ortak” Türkiye’ye ABD’nin öteden beri hasmane tavrı bundanmış…

AKP hükümetlerinin onca desteğine rağmen Süleymaniye’de Türk askerinin başına bile bile çuval geçirilmesi, Ankara’nın bütün ısrarlarına rağmen terör örgütü elebaşlarının verilen vaadlere rağmen bir tekinin dahi Türkiye’ye teslim edilmemesi, örgütün başta başkent Bağdat olmak üzere Irak şehirlerinde bürolar açmasına izin verilmesi ve bunların kapatılmaması hep bu “örtülü savaş”ın gereği imiş…

Gerçekten, onbinlerce kilometre öteden gelip bir milyon masum insanı katleden işgalci ecnebi güçlere “stratejik ortak” diye destek veren ABD’ye kamuoyuna rağmen destek veren Ankara’ya karşı, ABD’nin sergilediği agresif tutum, dikkate değer…

* * *

Her şey bir yana, işgalle dağıtılan Irak ordusunun ağır ve hafif silahlarının büyük bir kısmının terör örgtünün eline geçmesine resmen göz yumulmasının yanısıra, binlerce Amerikan ağır ve hafif silahlarının PKK’lı teröristlerin üzerinden çıkması skandalına tatmin edici bir açıklama getirilemedi.

Keza Amerikan işgal güçlerinin gözetiminde yapılan Kerkük ve Telafer’deki katliamlar, göz göre göre tapu ve nüfus dairelerinin talan edilmesi, zoraki göçle demografik yapının değiştirilmesi ve en son anayasa oldubittisinden sonra yapılacak referandumla Kerkük’ün Irak’ın elinden çıkarılıp kuzeydeki kukla devlete bağlanması emr-i vakisi, hiçbir dostluk ve “stratejik müttefikliğe” sığmıyor…

Bunların hiçbiri, zaman zaman Beyaz Saray’dan yapılan dostluk iddialarına yakışmıyor. Tam tersine, Amerikalı işgal generali Abuzait’in açığa vurduğu gibi, ABD’nin Türkiye üzerindeki emellerinin ve örtülü bir savaşın neoconların ajandasında kayıtlı olduğunu ortaya çıkarıyor.

Aslında, Kandil’de on yıl kalarak terör örgütünde “tim komutanlığı”na kadar yükselen Rus uyruklu itirafçının, PKK’nin elindeki silahların ABD ve İsrail’den, telsizlerin Ermenistan üzerinden gönderildiğini söylemesi, oyunun içyüzünü deşifre ediyor. Rus itirafçının, Amerikalı komutanların PKK kamplarını ziyaret edip teröristlerin elebaşlarıyla görüştüklerini anlatması, en son Amerikalı General Abuzait’in itiraflarıyla aynı anlama geliyor.

Ve bütün bunlara ilaveten, Başbakan’ın Kasım ayında Oval Ofis’te Bush’la baş başa yaptığı görüşmede sözü edilen bir “gizli anlaşma” dan bahsediliyor. Başbakanlık reddetti; lakin tartışma devam ediyor. Tıpkı artçı depremler gibi…

24.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘İş’e de sıra gelsin



Koca bir yılı daha geride bırakmak üzereyiz. 2007’yi değerlendiren bir ekonomi uzmanı, “2007’de biz çok fazla iç siyaset konuştuk. Siyaset, 3-4 yıldır ilk kez ekonominin önüne geçti. Bence bir miktar rehavet oluştu” demiş.

Elbette ‘konuşan Türkiye’ isteyenlerin; insanların konuşmasından rahatsız olmalarına imkân yok. Ancak, konuşmamız; ‘iş’ yapmamıza mani olmamalı...

“Bir yılı daha geride bırakıyoruz” derken, asıl bir ‘bayram’ı geride bıraktığımızı hatırlayalım. İdrak ettiğimiz Kurban Bayramı, pek çok güzelliklere ev sahipliği yaptı. Medya da geçmiş yıllara nisbetle daha az ‘asparagas’ haberlere yer verdi. Kurban haberleri üzerinden inançlarla alay etmek nisbeten azaldı, ki bu da hayra alemet olsa gerek.

Tabiî ki her yerin kendine has özellikleri ve güzellikleri var. Büyük şehirlerde idrak edilen bayramlar, köy ve kasabalara göre daha ‘resmî’ olmakla birlikte, cami ziyaretleri gibi adetler büyük şehirleri de cazip kılıyor. Ancak trafik konusunda yaşanan sıkıntılar, bütün güzelliklerin unutulmasına sebep oluyor.

İstanbul’un trafik konusu malum. Buna bir de bayram hareketliliği ileva edilince iş, içinden çıkılmaz hal alıyor. Bu nüfus ve bu alt yapı ile ‘boğaz’a bir iki köprü daha yapılsa yine mesele halledilmemiş olmaz.

“Ne yapmak gerekir?” sorusunun kısa bir cevabı yok. Zaten ‘uzmanlar’ bu soruya cevap arıyor. Ancak her defasında ifade edilmesine rağmen bir türlü icra safhasına konulamayan bir yol var: Bilhassa İstanbul, denizden yeterince istifade edemiyor!

İstanbul’un bayram trafiğine çare bulabilmek için Türkiye’yi ‘idare eden’lerin bayramlarda, hem de öğle saatlerinde boğazdaki köprüleri karşı karşıya geçmeleri gerekir. Belki bu şekilde yaşanan sıkıntılara vakıf ılabilirler.

Mesela, son günlerde Sirkeci-Harem arasında çalışmaya başlayan “Suhulet” adlı araba vapurunun çokça reklamı yapılıyor. Reklamı yapanların bunda hakkı var. Sözkonusu vapur çok işe yarıyor, ama bilhassa bayram günlerinde ihtiyacı karşılaması mümkün değil.

Gerek İstanbul’un ve gerekse diğer büyük şehirlerin büyük problemlerinden biri olan trafik konusunda çok konuşuluyor, ama sıra ‘iş’ yapmaya gelince nedense yapılmıyor. Yani, siyaset konuşmak sadece ‘ekonomi’nin önüne geçmiş değil. Konuşmak, ‘icra’nın da önene geçmiş gibi görünüyor.

Büyük şehirlerde yaşanan trafik, insanların ruh halini de etkileyip ‘deli’ ediyor. Öyle ki, sevinç ve kardeşlik günü olan mübarek bayram günlerinde şahit olduğumuz bazı trafik tartışmaları, “Bu innsanlar çıldırmış olmalı” dedirten cinstendi. Her türlü trafik tartışmasına şahit olmuştum, ama Cumartesi günü ikindi vaktine yakın Harem araba vapuru kuyruğunda şahit olduğum tartışma işin tuzu biberi oldu: Bir minibüs sürücüsü, bir taksi şoförüne ‘Niçin önüme atladın, beni geçtin’ diyerek itiraz etti. Bununla da kalmadı, arabasından inip, taksi şoförüne ‘Geri videse tak, benim armaka geç’ diyerek taksiyi geri itmeye başladı. Etraftakilerin, ‘Etme, eyleme, mübarek bayram günü bu kadarı da olmaz’ demesiyle zorlukla sakinleştirilebildi...

Her halde, konuşmaktan çalışmaya fırsat bulamayan ‘idareci’ler sayesinde insanlarımız çıldırma noktasına geliyor. Lütfen, biraz da ‘iş’ yapalım...

24.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Anayasa mahkemesine ferdi başvuru



Kurum bağlamış kurumları düşünmekten,devlet adına iş görenlerin tanımsız “ali menfaat” tasavvurundan ve siyasi mizanzenlerinden, bireyi/vatandaşı düşünmeye fırsat kalmıyor.

“Toplum için fert feda edilir” felsefesi, beraberinde “Devlet için toplum feda edilir” noktasına varmaktadır. Sürekli rejimi korumaya matuf bir sistem içinde, demokratik açılımlara imkân doğmamaktadır.

Anayasa mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın kamuoyu ile paylaştığı kurumu ile alakalı iki teklifi, bize bunları hatırlattı. Kılıç’ın birinci teklifi, Anayasa Mahkemesi’ne ferdi baş vuru hakkı. Malum, iç hukuk zemininde dâvâlarını kaybeden insanlarımız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyor. Anayasa Mahkemesi, birey başvurularını alamayıp kurumsal başvurularda kaldığı için, yargıdaki çaresizliğe AİHM çözüm arıyor. Halbuki, Anayasa Mahkemesine ferdi başvuru hakkı verilse, anayasanın uygulanabilirliği açısından içtihat yapma ve toplumla bireyi daha gerçekçi anlama şansı verecektir.

Anayasa Mahkemesi’ne itiraz hakkı, Cumhurbaşkanı, ana muhalefet partisi ve 110 milletvekili bulan partilere bırakıldığı için, başvuru hakkı kurumsal düzeyde tutulmuştur. Bunun sebebi, yine devlet organlarının hükümranlığı elinde tutma hassasiyetinden gelen bir uygulama olsa gerek.

Kılıç’ın bu önerisi kabul görürse, Türkiye’de sivil toplum hareketleri ve mağduriyetini Avrupa kapılarında, AİHM’de arayanlar rahatlayacağı gibi, içerde çözülebilecek mevzuların mali ve hukuki yeni yükler getirmesi de kısmen önlenmiş olacak.

Ferdî hakların korunduğu, bununda amme hukukunun çekirdeği olduğu göz önüne alınırsa, ortak hukukun yeniden tanzimine ve eksikleri gidermeye rehberlik eder.

Haşim Kılıç’ın ikinci teklifi ise, Anayasa Mahkemesi üyelerinin belirlenmesi ile alakalı. Bir kısmının meclis tarafından seçilmesini gündeme getiriyor. Cumhurbaşkanının zatında tapulanmış bir Anayasa mahkemesi iradesi yerine, yasamanın yansıdığı bir yapılanma, Anayasa Mahkemesi’nin algılama ve yorumlama zenginliğine ciddi anlamda katkı yapar.

Sadece rejim kaygılarına göre siyasi iktidarların “dizayn” sürecine hukuki bir tampon rolü üstlendiği izlenimi veren Anayasa Mahkemesi yerine daha özgürlükçü, yönlendirici ve kendini yasa koyucu yerine koymayan demokratik altyapıya kavuşmasını sağlar.

En basiti, 11. cumhurbaşkanı seçiminde, toplanma yeter sayısı için 367 ek şartı ile ortaya koyduğu tavır, daha önceki uygulamalarla ve teamüllerle çatışacak kadar siyasî bir gölge intibaı vermiştir.

Başörtüsü meselesinde, meclisin çıkardığı kanunu iptal etmesine karşılık, yenisi ihdas edilmediğinden, kendini yasa koyucu görüp, yasama erkine müdahale sayılacak yasakçı bir uygulamaya kapı aralaması, başörtü meselesini neredeyse hukuk tarihimizin en çetrefilli konusu haline getirmiştir. Bu şekliyle bir çok insanın, ailenin umutlarını, istikballerini yıkmıştır. Telafisi imkânsız hak gaspına vesile olmuştur.

Kamusal alan tartışmasından tutunda, laiklik tanımına getirilen yorum ve içtihatlar bağlamında geliştirilen yasak mekanizması kadar maalesef bireyin temel hak ve hürriyetlerinden olan eğitim hakkının aleyhine işletilmiştir.

Devlet organizasyonunun görevi, taraflar arasında ahenk sağlayıp vatandaştan yana demokratik uygulamaya ağırlık vermesi gerekirken, kişi aleyhine ve kurum lehine, ideoloji kıstaslı bir yorum, yargı bağımsızlığına gölge düşürmektedir.

Yargının siyasallaştığı iddialarına inanmak istemiyoruz. Görünen köy, kılavuz istemez misali, kuşku uyandıran ve devam eden tartışmalara bakıldığında, üzerinde durulması gereken hassas bir konu olduğu açıktır.

Yeni Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın bu açılımını, demokrasimizin güçlenmesi ve bireyi öne çıkaran adalet terazisi açısından önemli görüyorum. Ancak, sıcak gündemlerle yeni yapılanma önerilerinin gölgelendiği bir vasatta çok tartışılmadı.

Umarım, hukukçular ve yeni anayasa üzerinde düşünenler/çalışanlar, bu açılımı dikkate alırlar.

24.12.2007

E-Posta: [email protected].


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri