Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Yeni günün değerini bilmeyen, yeni yılın değerini bilir mi?



1 Ocak, yılın hakkında en çok konuşulan, ama en çok ihmal edilen günüdür sanki.

Mesele "yeni yıl" ise, yılın en yeni olduğu gündür 1 Ocak. 2 Ocak'ta o kadar da yeni değildir meselâ, 3 Ocak'ta daha az yenidir.

O kadar iyi dilek, o kadar temenni, sevinç, heyecan, beklenti vardır "yeni yıl"a dair. Ama kimse kalkıp gündüz gözüyle, bakmaz yılın o en yeni haline.

Sokaklar 31 Aralık'a göre de, 2 Ocak'a göre de daha boştur, 1 Ocak sabahı.

Oysa 31 Aralık yılın en eski hale geldiği günüdür.

Tamam dilekler bir günde gerçekleşmez. Ama kimbilir belki yoldadır, belki bir haber görünür beklentilerin gelmek üzere olduğuna dair. Gece yarısı 1'de, 2'de, hatta 3'te, 4'te hiçbir şey olmadı diye, hemen ümitsizliğe kapılmak, kendini uykuya ya da başka şeylere vermek doğru mudur? Gecenin karanlığında hiçbir şeyin net olarak görülemeyeceği akla gelmez mi?

Hepsi bir tarafa, yeni yılın ilk gündoğumu bir merakı hak etmez mi?

Yeni günün ilk sabahı, bunca kayıtsızlığa lâyık mıdır?

Onu yılın diğer Pazar günlerinden ayıran özellik nedir? Güne daha geç başlanması mı?

1 Ocak, gündüzlerin kısa olduğu günlerden biridir. Birşeyin az olması onu kıymetli yapıyorsa, 1 Ocak'ın da kısacık gündüzünün daha değerli olması, her anının değerlendirilmesi gerekmez mi?

Oysa 1 Ocak'ın zaten kısa olan gündüzünün yarısı uykuda geçiyor. Sadece insanlar değil, sanki şehirler de uyuyor. Güneşin doğuşuyla uyanan kâinatta insan unsuru eksik kalıyor. O, karşıladığını sandığı yeni yıldan bihaher, bir yerlerde sızmış, en azından uyumuş oluyor.

Elbette o sabah ayakta olanlar da az değil.

Yeni bir günü karşılamayı bilmeden, yeni bir yılın karşılanmayacağını bilenler, henüz güneş batmadan beklemeye başlıyorlar, yılın ilk gündoğumunu.

Belki yılın ilk gündoğumu olduğu için değil. Zira yılın ilk doğan güneşini, diğerlerinden üstün tutmak haksızlık gibi geliyor onlara.

Kimileri saatinin alarmıyla, kimileri ezan sesiyle uyanıyor. Yılın ilk ibadeti, ilk rükûsu, ilk secdesi, ilk duâsı başlıyor.

Yeni bir günle beraber, yeni bir yıl başlıyor.

Mesele seneyi değil, günü karşılamak.

Zira günün değerini bilmeyen, yılın değerini bilir mi?

Bilirse, o kıymetli "yeni yıl"ın yeni sabahında neredeler?

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yeni yılda



Büyüklerden Rebî bin Heysum evinde bir mezar kazmış; kalbinde bir katılık, dünya heves ve hevesâtına bir arzu uyandığında içine girip tefekküre dalar; sonra da, "Ey Rabbim, beni tekrar dünyaya gönder. Umulur ki terk ve ihmâl ettiğim hususlarda salih amel işlerim" meâlindeki âyeti okur, sonra da, nefsine dönüp, "Ey Rebî, haydi yeniden dünyaya döndün. Yapmadığın ne varsa yap" dermiş.

Böyle demek için bizim de evimizin bahçesinde bir kabir kazmamıza gerek yok. Aklen, fikren, hayalen aynı şeyleri düşünüp nefsimize, "Ey nefis! Ne kadar yapmadığın, ihmâl ettiğin veya yapılmaması gerektiği halde yaptığın şey varsa bir düşün. Kabre girdin, gerçekleri gördün ve sana fırsat verildi, yeniden dünyaya döndün. İşte sana bir fırsat! Artık ömrünü nasıl değerlendirmek gerekiyorsa öyle değerlendir!"

Böyle bir fırsat kimseye verilmiyor. Farz edin ki, örnekte olduğu gibi bir an için öbür tarafa gidip dünyada yapılanların karşılıklarını bir bir görüp geri gelme imkânı olsaydı, neler yapardık?

Herhalde ciddî, samimî bir tevbe yapardık her şeyden önce. Günahlarımız için büyük bir pişmanlık duyar, tekrar onlara dönmemek, Allah'ın emrine uymak noktasında azamî gayret gösterirdik. Bütün hedefimiz Allah'ın rızasını kazanmak olurdu.

Acısıyla tatlısıyla daha yeni bir yılı devirdik. Acaba bize bahşedilmiş olan bu koca yılı gerektiği gibi değerlendirebildik mi? Allah Resûlü (asm) bizleri önceden uyarmış, "Şüphesiz ki sizler, sizden önceki milletlerin kötü âdetlerine karışı karışına, arşı arşınına öyle uyacaksınız ki, onlar bir kertenkele deliğine girseler, siz de arkalarından gireceksiniz"1 buyurmuştu. Acaba nefis ve şeytana mağlup olup dinimizde olmayan şeylere geçici bir süre için de olsa gönül mü kaptırdık, uydum kalabalığa cinsinden onlara mı kapıldık?

Yine Allah Resûlü (asm), "Şüphesiz sözün en doğrusu Allah'ın kitabı; yolun en güzeli de Hz. Muhammed'in (asm) yoludur. Ve işlerin en kötüsü, dinde olmayıp da sonradan uydurulan şeylerdir. Her uydurma şey bid'a, her bid'a sapıklık, her sapıklığın yeri de Cehennemdir"2 buyurmuşken dinde olmayan şeylerin peşine mi takıldık?

Bu Cehennemî hâle hâlâ devam edecek miyiz? Yoksa bu yeni yılın bu yeni imkânında dönüş için bu fırsatı değerlendirmeyip ahirette gözlerimizi açmayı mı bekleyeceğiz? Acaba Allah bizlere yeni bir fırsat daha verir mi?

Oysa Allah Resûlü (asm) hergün ölecekmişcesine ahirete hazırlanmamız telkininde bulunuyor. Nefis ve şeytana mı, yoksa Allah Resûlüne mi (asm) kulak verelim?

Akıllı insan ilerisini görebilen ve ona göre hareket edebilen insandır.

Dipnotlar: 1- Buhârî, Enbiyâ: 50; Müslim, İlim: 6; İbni Mâce, Fiten: 17. 2- Buhârî, Edeb: 70; Müslim, Cuma: 43; İbni Mâce, Mukaddime: 7.

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Keşif kılavuzu



Risâle-i Nur'un en büyük öğretisi, keşfederek öğretmesi olsa gerek. Maddî ilimlerdeki keşifler ise, kesif bir keşif öğretisi. Biri maddenin derinliklerine zerreye inerken, diğeri mânânın enginliğinde hakikat semalarına uruc ediyor.

Bir kanadında zerre diğer kanadında acz; lazerden daha keskin bir nazar, ışık hızından daha hızlı bir hareketle kâinatı kanatlarının altında bırakıyor.

Sarıçiçeği tuttuğu anda, yıldızı da kucaklıyor; atomun içini gezdiği gibi galaksilerin içinde de dolaşıyor. Yerin yedi kat derinliğine, semanın yedi kat enginliğine nurânî bir yolla inip çıkıyor. Hep yollarda, hep hikmet devşiriyor.

Berzahlardan hakikate hakikî pencereler açıyor. Yalnız ve yolda bırakmıyor hakikat âşıklarını; âlem-i misâlin kapısına kadar götürüyor, arşın kapısını aşındırıyor. Vefa elle tuttu mu, muhabbet ve uhuvvet kavisleriyle sımsıkı sarıyor; ne yalnızlık, ne de gurbet hissettiriyor.

Rüzgâra bindiriyor, bulutla gezdiriyor, dağları aştırıyor, denizlerden geçirtip ırmak ırmak akıtıyor. Çekirdekten ağaca, ağaçtan meyveye, meyveden tekrar çekirdeğe; parçadan bütüne bütünden parçaya, gidiş gelişlerle geniş idrak yolları açıyor. Akıldan kalbe, kalpten akla açtığı menfezlerle şeytânî nefis hücumlarını imha ediyor.

O okunurken düşünce dünyası dalgalanmalar yaşıyor, latifeler yerinde duramıyorsa yeni keşif yolculukları başlamıştır. Dört duvar arasında sessiz durulsa da içteki âlemle, dıştaki âlemin sesli ve renkli buluşmasıyla yeni kâinatlar kurulur. Her an yeniden yaratılan âlemlerde bitmeyen yolculuklara çıkılır. Mekânın ve zamanın hapsediciliğinden kurtulup uzak ve yakını bir eden ufuklara taşınır.

Öyle ki Kur'ân her gün yeni nazil oluyor gibi muhatap olmayı öğretir Risâle rehberliği. Her doğan gün bir âlemse, o âlemin güneşi Kur'ân'dır; sorularının, sorunlarının cevabını o kitapta bulmayı bilmektir hakikatin kısa yolu. Risâle, yolcularını o yola taşır; ona muhatap olan onun için onu seçmiştir.

Az mı okunmalıdır, çok mu okunmalıdır Risâleler? Keşfedici ruhuyla okuyup yeni beden elbiselerle zamanın idrakine taşımaktır onu anlamak. Anlayarak okumanın azı çoğu olmaz; çünkü her bir cümlesi bütünün bir nevî özetidir. Risâle bir cümledir: "Bismillah her hayrın başıdır." Bin cümle okunup, bir cümle anlaşılıp yaşanmıyorsa; okumak ya nice okumaktır?

Satırlarda gezmek değil, sadra harfî irfanı nakşetmektir; onun keşif kafilesine katılmak. Kuşatıcı kimliğiyle açtığı idrak yollarda yürümek; sabit hakikati değişen renkleriyle tanımayı bilmektir onu okumak.

Risâle yeniden keşfedilmeyi bekliyor. Onun irfan öğretisini idrak etmek ve yaşantıyla hayata taşımak; ona gidecek keşif yolcularını çoğaltır. Yarım anlayışlar, yavan yaşantılar yarı yolda bırakır; ona olan yönelişi yavaşlatır.

Risâle kıyamete kadar nurunu neşredecek bir eserse onu okuyan hakîkî okuyucu; geleceği geçmişle buluşturup bugünde görür. Risâle kılavuzluğuyla kâinatın uzak köşelerinden, kalbinin kuytularına açtığı idrak yollarla harfî irfan mektebine ulaşır; acz ve zerreyi okunmakla tükenmez Rabbânî mektup olarak görür.

Kelâmın kısası; Risâle, keşfederek yazılmış bir eser. Ondan hakikî istifade de, yine keşfederek okumakla olacaktır.

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hanedan siyaseti ve kaderin tecellisi (1)



Pakistan Halk Partisi lideri Benazir Butto'nun zalimâne ve çok vahşiyane bir sûrette vurularak bertaraf edilmesi bir kez daha gösterdi ki, demokrasilerde aile ve hanedan siyaseti yürümüyor.

İnsanların zulmü, baskısı, tahakkümü ayrı mesele...

Ancak, beşerin zulmü dışında zahirde görülen hastalık, intihar, kaza gibi daha başka sebepler de gösteriyor ki, İlâhî takdir demokratik sistemlerde "hanedan siyaseti"nin devamına müsaade etmiyor, buna cevaz vermiyor.

Yani, temelde yatan esas hüküm budur; gerisi zahirî sebeplerden ibarettir.

Monarşik, otokratik veya mutlakıyet gibi sistemlerde, liderliğin babadan oğula veya ailenin bir başka ferdine intikal etmesi gayet normaldir.

Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı gibi saltanat idarelerinde, yahut Hun, Roma, Bizans gibi imparatorluk yönetimlerinde, hatta halen devam eden birçok Arap kralıkları ile İngiltere, İsveç, Norveç, İspanya gibi sembolik statüdeki kraliyet sistemlerinde, liderlik (kral ve kraliçeler) aile içinde adeta veraset yoluyla devam edip gider.

Ancak, bu tarz bir yapılanmayı "demokratik cumhuriyet sistemi" içinde sürdürmenin ne bir mantığı var, ne haklı bir gerekçesi olabilir.

Kaldı ki, en başta ifade ettiğimiz gibi, kader-i İlâhî de "hanedan demokrasisi"nin yeşermesine, bir ülkede hayat bulup devam etmesine fetvâ vermiyor, müsaade etmiyor...

Tıpkı, Âl-i Beyt'ten olan Seyyitlerin de siyasetin başına geçmesine ve hasseten dünyevî saltanat sürmesine kaderin müsaade etmediği gibi. (Başta Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmak üzere, Afrika'da Muvahhidler, Mısır'da Fatımîler ve İran'da Safevîler, iktidara asıldıkları ölçüde fecî âkıbetlere düçâr olmuşlardır.)

Menderes ve Butto ailesi

İkisi de "demokrasi şehidi" olan ve zulmen idam edilen Türkiye Başbakanı Adnan Menderes ile Pakistan Başbakanı Zülfikâr Ali Butto arasında çok önemli benzerlikler, paralellikler var.

Bu iki siyasî lider hakkında geçerli olan aynı durum, ne gariptir ki, onların çocukları ve sair aile fertleri için de geçerli.

Ülkelerinin hürriyeti, demokratikleşmesi ve kalkınması yolunda hayatlarını feda eden Menderes ve Butto, aynı âkıbete uğrayarak, askerî cuntalar tarafından önce iktidardan düşürüldüler ve bir sene sonra da idam edildiler.

Menderes'i 1961'de ve Butto'yu da 1979'da darağacına gönderenler, hiç utanmadan onları bir "uyduruk mahkemeden" geçirerek, ayrıca hukuk ve adâleti de hançerleyip ayaklar altına aldılar.

Bâriz örnekler

Menderes'den sonra, oğulları Mutlu, Yüksel ve Aydın Beyler de siyasete atıldılar.

Aynı şekilde, Butto'dan sonra üç evlâdı, yani oğulları Murtaza ve Şahnava ile kızı Benazir Hanım da siyasete atıldı.

Ancak, bu mazlum ve mağdurlardan hiçbiri siyasette tam muvaffak olamadığı gibi, başlarına gelmeyen de kalmadı.

Trajik âkibetler çeşitlilik arz etse bile, başarısızlık açıktı, kesindi ve daha pekçok örneği vardı: Meselâ, İsmet Paşanın oğlu Erdal İnönü, Turgut Özal'ın kardeşi Yusuf Bozkurt ile oğlu Ahmet, Celal Bayar'ın kızı Nilüfer Hanım, Türkeş'in oğlu Tuğrul, Erbakan'ın oğlu Fatih, vesaire...

Bunların hemen hepsi "babasının yolundan gitmek" üzere siyasete girdi; hatta liderliğe soyunanlar veya yeni kurulan partilerin başına geçenler bile oldu.

Ne var ki, bütün bu değerli zevattan hiçbiri selefinin yerini tutmadı, başarılı olamadı; neticede geri adım atmak zorunda kaldılar.

Zira, ortada çok önemli iki sebep vardı: Biri zahirî, diğeri ise mânevî.

Bir sonraki yazıda, hem bu iki sebebi, hem de yukarıdaki misalleri biraz daha detaylandırmaya çalışalım.

Lider babaların idealist çocukları

Adnan Menderes ve Zülfikâr Ali Butto.

Biri Türkiye'nin, diğeri kardeş Pakistan'ın halk oyu ile seçilmiş, iktidar olmuş en çok sevilen siyasî lideri.

İkisi de başbakan iken cuntalar tarafından devrildiler, sonra da idam edildiler. "Demokrasi şehidi" oldular.

Darbeye ve idama kadar varan vahşî baskılara rağmen, onlar yine de büyük başarılara imza atan birer "siyasî lider" oldular.

Onların ardından, çocukları da siyasete atıldılar. "Babalarının yolundan" gitme havasına girdiler. Büyük iddialarda bulundular. Liderliğe soyundular.

Ancak, hem fena halde yanıldılar, hem de başlarına gelmeyen kalmadı.

Çok şey biliyoruz zannettiler, fakat çok önemli bir hususu bilmediklerini zaman gösterdi: Demokrasilerde "hanedan siyaseti" yürütülemezdi. Yürütülmesine de imkân ve ihtimal görünmüyor. Ortada pekçok örnek var ki, bu acı gerçeğe şahitlik ediyor.

Eyvah, eyvahlar ki, geçen hafta öldürülen Benazir Butto'nun oğlu da annesinin, dolayısıyla dedesinin yolundan gitmeye ve makamlarına gelmeye niyetlenmiş görünüyor. Oğul Bilavel, annesinin "En iyi intikamın demokrasi olduğu" şeklindeki sözünü hatırlatarak başlangıç yapıyor.

Sevgili Bilavel! O söz, aslında doğrudur. Fakat, annen gibi senin de takip ettiğin usûl, metod rasyonel değil; gittiğiniz yol, reel politik olarak "çıkmaz sokak"tır. Karşınızda aşılmaz derecede birikmiş kin, husûmet ve intikam ateşi var. Farkında değilsiniz.

Şayet, siyasette kalsan da, sakın ha liderliğe oynama, o işe soyunma. Aksi halde, hem üzülür, hem de sevdiklerini üzersin.

Aynen, Menderes'in çocukları Mutlu, Yüksel ve Aydın Beylerin üzüldüğü ve bizi de üzdükleri gibi...

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İhlâs Sûresi



İzmir'den okuyucumuz:

*"İhlâs Sûresi hakkında bilgi verir misiniz? Yirmi Sekizinci Lem'a'da yapılan İhlâs Sûresinin üçüncü âyetinin tefsirini izah eder misiniz?"

Kur'ân-ı Kerim'in 112. Sûresi olan İhlâs Suresi, Allah'ın birliğini, eşi ve benzeri olmadığını ve hiçbir şeye benzemediğini konu alır, tevhidi en halis biçimde ilân eder ve vahdaniyeti en güzel sûrette beyan eder. Sûrenin meâli şöyledir: "De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur."1

Peygamber Efendimiz (asm), İhlâs Sûresinin Kur'ân'ın üçte birine denk olduğunu müjdelemiştir. Ebû Saîd el-Hudrî (ra) bildirmiştir ki: Resûlullah Efendimiz (asm): "Hayatım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, İhlâs Sûresini okumak Kur'ân'ın üçte birine denktir" buyurdu.2

Bir gün Resulullah Efendimiz (asm):

"Ashabım! Kur'ân'ın üçte birisini bir gecede okumak size güçlük verir mi?" buyurdu.

Bu teklif ashaba güç gelmişti. "Ya Resûlallah! Bizim hangimizin buna gücü yetişir?" dediler.

Peygamber Efendimiz (asm):

"Allahü'l-Vâhidü's-Samed Sûresi Kur'ân'ın üçte biridir" buyurdu.3

Bu hadîslerin tefsîrini yapan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur'ân'ın her bir harfinin bir çekirdek hükmünde bir hasene olduğunu; İhlâs Sûresinin Besmele ile berâber altmış dokuz harfinin her birisinin ise katlamalı sevabıyla birlikte bin beş yüz sevap değerinde bulunduğundan, Kur'ân-ı Hakîm'in üç yüz bin altı yüz yirmi harfinin üçte birisine denk bir sevap kazandırdığını kaydeder.

Üstad Saîd Nursî Hazretleri bu sırrı şöyle açıklar: İçine bin tane mısır ekilmiş bir tarla farz ediyoruz. Hasat zamanında, sünbül başına yüzer mısır tanesi veren yedi sünbüllü bir mısır bitkisi, neticede yedi yüz mısır tanesini ürün olarak vermiş olmaktadır. Oysa kökte tek bir çekirdek bulunmaktaydı. İşte bir tek mısırın, yedi yüz mısırı netice verdiğini gördükten sonra; kökteki tek çekirdek için, bütün tarlaya atılan mısır çekirdeklerinin üçte birine denk bir berekete sahip olduğu rahatlıkla söylenebilmektedir. Demek, İhlâs Sûresindeki sevap ve feyiz bereketini müjdeleyen hadis-i şerif-hâşâ-hiç mübalağa içermediği gibi, gayet makul, gayet manalı ve gayet hakikatli bir esasa işaret buyurmuş bulunmaktadır.4

Bu sûrenin iniş sebebi şudur: Bilindiği gibi, Hazret-i İsa'nın (as) tevhid dînini bozan Hıristiyanlar, Hazret-i İsâ'ya (as) Ulûhiyet izâfe etmişlerdi. Rivayete göre bu sûre, bir grup Hıristiyan'ın, Yahudi'nin ve şirk ehlinin gelerek Resûlullah Efendimiz'e (asm): "Rabb'ini bize tarif et; hangi şeydendir? Cevheri nedir? Mahiyeti nasıldır? Mahlûkatı O yarattı; Peki O'nu kim yarattı?" gibi, Ulûhiyet sıfatları hakkında muhtelif sorular sormaları üzerine, onlara bir cevap olarak nazil olmuştur. Resûlullah Efendimiz (asm), onlara: "Rabb'im eşyanın Hâlık'ıdır" buyurdu. Bunun üzerine: "Kul Hüve'llahü Ehad" (De ki: O Allah birdir) Sûresi indi. Onlar: "O bir, sen de birsin!" dediler. Peygamber Efendimiz (asm): "O hiçbir şeye benzemez" buyurdu. Onlar: "Bize sıfatını artır" dediler. Peygamber Efendimiz (asm): "Allahü's-Samed" (Allah Sameddir) buyurdu. Onlar: "Samed nedir?" dediler. Peygamber Efendimiz (asm): "Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her yaratığın Kendisine muhtaç olduğu Zât" buyurdu. Onlar: "Artır" dediler. Allah Resûlü (asm): "Lem yelid ve lem yûled" (Yani, Meryem gibi doğurmuş olmadığı gibi, İsa (asm) gibi doğurulmuş da değil) buyurdu.5

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu sûrede geçen "O doğurmamıştır ve doğrulmamıştır" âyetinin gayet açık bir üslûpta gelişinin mânâsının, Hıristiyanlığın teslis inancına bir reddiye olarak, "Doğuran ve doğurulmuş olanların" ilâh olamayacağını beyan etmek, Hazret-i İsa'ya (as), Hazret-i Üzeyir'e (as), Melâikeye, Yıldızlara ve hak olmayan mabudlara ibadet etmekten sakındırmak ve Cenâb-ı Hakk'ın "Ezelî ve Ebedî" olduğunu zihinlere nakşetmek olduğunu kaydeder. Yine Bedîüzzaman'a göre, mânâsı gayet açık olan, "Ben onlardan bir rızk istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum"6 âyeti de "Rızka muhtaç olan ve yedirilen mahlûkat mabudiyete lâyık değildirler" mânâsındadır.7

Doğan, doğurulan, yiyen, yedirilen, rızka muhtaç olan ve ihtiyaçlara mahkûm olan nice aciz varlıkların "mabud" hâline getirilmesi, ilâhlaştırılması ve putlaştırılması üzerine, insan dimağına inen bir Allah kelâmı olan Kur'ân'ın, Allah'ın sıfatlarından bahsederken, insanların anlayacağı biçimde, Allah'ın doğurmadığını, doğurulmadığını, rızka muhtaç olmadığını, yemeye mahkûm bulunmadığını nazara vermesi, "veciz ve anlaşılır" üslûbuna yakıştığı gibi, insanların zihinlerine tenezzül açısından da bir rahmet tecellîsi mahiyetindedir.

Dipnotlar: 1- İhlâs Sûresi, 112/1-4 2- Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân,1770 3- A.g.e., 1771 4- Sözler, s. 312 5- H.D. Kur'ân Dili, 9/6272 6- Zâriyât Sûresi, 51/57 7- Lem'alar, s. 364

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Haftasonu notları



Hafta sonu iki programım vardı.

Birincisi: Bizim Radyo'nun dinleyicisiyle buluştuğu gün.

Hem programcısı, hem de dinleyicisi olarak Fırat Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen canlı yayına katıldık. Salon tıklım tıklımdı. Mevlânâ oyunundan bir buket sunan minik Can Kardeş Tiyatrosu Oyuncuları marifetlerini sergiledi. Tebrik etmek lâzım. Hem zor bir senaryonun altından kalktılar, hem de zor bir oyunu (Aşk Ateşinden Pervane) başarıyla sergilediler.

Ardından programcıların tanıtım ve hediye töreni gerçekleştirildi. Radyoda günlük rutin programların dışında, aslında sayısı az olmayan programcılarımızın olduğunu gördük. Sahneye bir. iki derken tam 29 programcı geldi.

Hepsi birbirinden değerli kalem erbabı ve düşünür. İslam Yaşar'dan Şaban Döğen'e. Mustafa Özcan'dan Dr. Hakan Yalman'a. Latif Salihoğlu'ndan Hakkı Karatekeli'ye. Av. Kadir Akbaş'tan Yusuf Sönmez'e. Kubilay Aktaş'tan İsmail Tezer'e. Burak Vanlıoğlu'ndan Esat Sivri'ye kadar birçok isim. Ali Toker, Oğuz Umurca ve Malik Atom'u da unutmamak gerekiyor.

Hanım programcılara baktığımızda: Yasemin Güleçyüz, Tubanur Arıcan, Ayşenur Yaşar, Nuray Serim Yasemin Dikmetaş, Mervenur Yeter, Fatma Yılmaz, Atike Özer, Ayşegül Irgaç, Mehlika İmamoğlu'na kadar. birçok adını sayamadığımız programcıya kadar.

Tuba Akbey İnan, Bizim Radyo'nun lokomotif programlarından birini, Mavi Dünya programını yapıyor. Haftanın beş günü mikrofon karşısında... İsa Muslubaş'ın türküleri ve Ali Oktay'ın Türk Sanat Müziği'nden örnekler sergilemesi programa ayrı bir hava kattı.

Organizasyona gelince: Programın sunuculuğunu Bizim Radyo Yayın Yönetmeni Mehmet Yaşar, Tubanur Arıcan'la birlikte üstlendi.

Programın akışında hiçbir aksama olmadı. Organizasyon yetkililerini buradan kutluyor, tebrik ediyorum.

***

Diğer programımda, Bilecik'teki düzenlenen bir seminerdi. Orada katıldığım programda üstün zekâlı çocuklara "Çocuk ve Çizgi" üzerine bir konuşma yaptım. Hepsi, yetişkin insanlar gibi, son derece ciddiyetle konuşmamı dinledi. Çizgi Film, Televizyon, Çizgi roman gibi ana başlıklar halinde gerçekleşen sohbetimizde, özellikle soru/cevap bölümünde ise, ilginç sorularıyla ne kadar zeki olduklarını gösterdiler bize.

Çok sıcak ve samimi bir ortamda geçen hoş dakikalardı. Daha sonra Şeyh Edebali Türbesini ziyaret ederek, birer Fatiha okuduk. Bilecik'ten hoş bir anıyla ayrıldık. Bu organizasyonu da kutluyorum.

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Üç çeşit zulüm



Hadis-i Şerifte insanların işlediği üç zulüm çeşidinden bahsedilmektedir. Bunlardan birincisi ve en büyüğü Allah'a şirk koşmaktır. Şüphesiz Allah'ın nezdinde insanların Rablerine ortak koşması büyük bir zulümdür. Bu durum aynı zamanda bütün mahlûkatın hukukuna geçmek, onlara da zulüm etmek demektir. Bütün mahlûkatın hakkının alınması da ancak ebedî bir şekavetle mümkün olacaktır. Bu sebeple şirk zulmünü irtikap edenlerin hiç affedilmeyeceği, yine Resûlullah (asm) tarafından ifade edilmektedir.

İkinci çeşit zulüm ise, insanların Rabb-i Rahîme karşı görevlerini yerine getirmemesi ve günah işleyerek nefsine zulmetmesidir. Rahmeti nihayetsiz olan Rabbimiz bu zulmü affedebilmektedir. Nitekim Hz. Yunus'un (as) kıssasında geçtiği gibi, Allah'tan izin almadan halkını terk eden Hz. Yunus, daha sonra yaptığı hatayı, işlediği günahı anlamış ve Rabbine işlediği günahtan, nefsine işlediği zulümden dolayı Allah'a bağışlanması için duâ etmiştir. Neticede Rabb-i Rahim, Hz. Yunus'un nefsine karşı yaptığı zulmü affederek onu balığın karnından kurtarıp hayata geri çevirmiştir.

Günah işlemek sûretiyle nefsine zulüm eden insanların önünde her zaman tevbe etme imkânı bulunmaktadır. İnsanoğlu hayatta olduğu müddetçe tevbe kapısı açık kalmakta ve yaptığı hatayı anlayan insanlar bu kapıdan girerek Allah'ın rahmet deryasına dalma imkânını elde edebilmektedir. Ayrıca Mahkeme-i Kübrâ'da, işlenen güzel amelleri günahlarından fazla olan kullarını da Rabbimiz affederek rahmetiyle şad edecektir. Bu konuda biz günahkâr insanlara düşen, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemektir.

Üçüncü çeşit zulüm ise, insanlara karşı işlenendir ki, bu zulmü Rabbimiz affetmemekte ve mutlaka zulüm işleyen insanları aynı zulme maruz bırakmaktadır. Zira Rabbimiz mazlûmun âhını yerde bırakmaz. Onun merhamet ve şefkatı buna izin vermemektedir. Resûl-î Ekrem Efendimiz (asm) başka bir hadis-i şerifinde de insanlara zulüm edenlerin cezalarının bu dünyada da verileceğini belirtmektedir.

Bildiğimiz gibi, insanoğlunun işlediği bir çok günahının karşılığı olan cezalar Mahkeme-i Kübrâ olan Haşir'den sonra verilecektir. Bu sebeple işlenen bazı suçların cezaları o büyük mahkemeye bırakılmaktadır. Peygamberimiz (asm), anne-babaya karşı işlenen suçlarla, insanlara yapılan zulümlerin bu dünyada da karşılığının verileceğini ifade buyurmaktadır. Bu suçlar için mühlet verilmemektedir.

Âyet-i Kerimede belirtildiği üzere "Muhakkak şirk büyük bir zulümdür." Bu zulmü işleyerek ölen insanlar, dünya imtihanını tümüyle kaybetmişlerdir. İnsanların günah işleyerek, İlâhî emirleri yerine getirmeyerek işlediği zulüm suçları ise, insanların sonradan pişmanlık içine girip, Rahim olan Allah'tan af dilemesi neticesinde affedilebilmektedir. Bu durum bütün günahlar ve zulümler için de geçerlidir. Hayatı Allah'a şirk koşarak geçen bir insan bile hayatının sonunda yaptığı hatayı anlayarak tevbe edip, Allah'ın rahmetine sığınırsa affedilme şansı bulunmaktadır.

Üzerinde durmamız ve unutmamamız gereken bir durum ise, insanların mağdur edilmesiyle işlenen zulümlerin hem bu dünyada karşılığı verileceği hem de ahirette cezasının verileceği gerçeğidir. Bu sebeple insanların bu dünyada zarar verdiği insanlardan mutlaka helâllik alması gerekmektedir ki, kul hakkı üzerlerinde kalmasın.

Bir kısım insanların her üç zulüm çeşidini de işleyerek affedilme şanslarını tamamen kaybetmeleri ise çok vahim bir durumdur şüphesiz. Böyleleri için "Zalimler için yaşasın Cehennem" demekten başka insanların yapabileceği bir şey yoktur. Burada "Cennet ucuz değil Cehennem dahi lüzumsuz değildir" hakikati aklımıza geliyor ve Adalet-i İlâhiye'den hiç kimsenin kaçma imkânını bulamayacağı gerçeğini hatırlamadan edemiyoruz.

Firavunların, Nemrutların, Şeddatların bile kaçamadığı ölüm gerçeğinden günümüzün zalimlerinin de kaçamayacağını hatırlayarak tesellî buluyoruz. Hiç kimsenin yaptığı yanına kâr kalmayacak ve herkes mutlaka işlediği günah ve zulüm oranında cezasını görecektir. İnananların bunda zerre kadar şüphesi olmamalıdır.

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Yılbaşının hatırlattığı



Hıristiyan dünyası yılbaşına kutsiyet vermiştir. Yılbaşını dostlarla birlikte geçirmek, onlara hediye vermek önemli bir ibadet sayılmaktadır. Her ne kadar çam ağaçlarına zarar vermek pahasına da olsa yaz-kış yeşilliğini koruyan bu ağaçları kesip süsleyerek aileleri ile birlikte eğlenmek, önemli bir dindarlık ölçüsüdür.

Hangi limanda olduğunu unuttum, her halde Güney Afrika Cumhuriyetiydi, burada gemimizdeki bütün denizcilere bir hediye paketi gönderilmişti. Benim hesabıma düşen pakette de özenle hazırlanmış hediyelere rastladım. Maddî değerleri küçük olmakla birlikte verilen emek bir hayli fazlaydı. Hele hele bir çocuğun hazırlamış olduğu ve boyanmış elleri ile kâğıt üzerine izler bırakarak süslediği mektup çok ilgimi çekmişti. Kısaca "mutlu yıllar" temennî ediliyor, Hıristiyanlara karşı sempati ile bakılması amaçlanıyordu.

Hıristiyanların kutsallık atfettiği yılbaşı eğlenceleri günümüzde değişmiş, kutsallık bir yana ahlâksızlığı teşvik eden bir yapıya dönüşmüştür. Bundan Hıristiyanların dindar ruhânîleri dahi rahatsızlık duymaktadır. Fakat materyalizm yani maddeye tapınmanın getirdiği deformasyon en çok bu dine mensup insanları etkilemiştir. Üstüne üstlük diyalektik materyalizm (komünizm), Hıristiyanlığa öyle şiddetli bir darbe vurmuştur ki, Avrupa'nın hem doğusunda hem de batısında boş kalan kiliselere artık kilit asmak gerekmiştir.

Tahrif edilmiş bir dini yıpratmak dinsizler için çok zor olmasa gerek. Lâkin zaman ilerledikçe adeta gençleşen İslâmiyet her geçen gün insanların kalplerini ısıtmakta, din düşmanlarının hilelerini boşa çıkarmaktadır. İnşaallah, bu inkişaf kıyamete kadar gelişerek devam edecektir.

Yılbaşı kutlamalarına "Hıristiyanlara benziyoruz" diyerek tepki vermek normal olsa da bu tepkiyi aşırılıklara vardırmak, hiç de doğru bir davranış değildir. Zira ister hicrî, ister milâdî olsun yılbaşının bize vereceği çok önemli mesajlar vardır.

Aslında yılbaşı insanın gözünün bir parça açılmasına yol açmaktadır. Özellikle maîşet derdi yüzünden kendini kaybetmiş ve hayatın anlamını yitirmiş insanlara kısa bir süre için dahi olsa durup düşünme fırsatı sunmaktadır.

Evet, yılbaşı sayesinde zamanın su gibi akıp gittiğini ve bir daha geri gelmediğini anlayabiliyoruz. Her geçen yıl, adeta yaprağı dökülen bir ağaç gibi fanî vücudumuzun yıkıldığını bize hatırlatır. Dünyanın ebedî olmadığını aksine gelip geçici olduğunu gözümüze, akıl ve duygularımıza sokar.

Yılbaşı sayesinde ömür binamızın bir taşının yıkıldığının farkına varırız.

Artık onu yerine koymanın hiçbir imkânı yoktur. Ölen hücrelerimiz her geçen gün artmakta, yenile

nen hücrelerin sayısı ile daha da azalmaktadır. Bu gidişât dünyanın dahi fani olduğunu anlamamıza bir vesiledir.

O halde yılbaşından dahi ibret almamız gerekiyor. Keşke her başlayan bir günü, hatta saati yılbaşı gibi idrak edebilsek. O zaman hayat, daha da anlamlı olacaktır. 'Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen de hayatından lezzet alır.'

Biz de her şeye güzel ve anlamlı olacak şekilde bakalım. Kavgaya, kin ve düşmanlığa ne gerek var. Eğer mücadele etmek istiyor isek başta nefis ve hevâ pek de kuvvetli şekilde karşımızda duruyor. Asıl başarı onları kontrol altına almaktır. Bunu yapabilmek için size müthiş bir silâh vereyim. İşte size Risâle-i Nur eserleri. Bakınız bunları telif eden Bediüzzaman, dünya, hayat ve ömür için ne diyor:

"Eyvah! Aldandık.

"Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik.

"O zan sebebi ile bütün bütün zayi ettik.

"Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur, rüya gibi geçti.

"Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider."

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Pakistan dramı



Benazir Butto'nun katlini, Avustralya'dan dönüş yolculuğunda, uçaktaki ekranlarda yayınlanan BBC haber özetlerinden öğrendik.

Bağımsız bir devlet olarak dünya sahnesine çıktığı günden beri rahat yüzü görmeyen kardeş Pakistan bu acı olayla bir kez daha sarsıldı.

Gelinen noktaya ve şimdiye kadar yaşanan trajik hadiselere bakınca, insan ister istemez "Acaba Hint yarımadasındaki Müslümanlar ayrı devlet kurmak yerine Hindularla âdil ve dengeli bir paylaşım esasına dayalı ortak bir devlet çatısı altında devam etselerdi daha mı iyi olurdu?" diye düşünmekten kendisini alamıyor.

Şu anda yarımada Müslümanları, üç ayrı devletin sınırları içerisinde dağılmış durumda:

Pakistan, Bangladeş ve Hindistan...

Toplam sayıları 500 milyona yaklaşan Hind yarımadası Müslümanları, yürekleri burkan kanlı bir iç savaş sonucu bölünen Pakistan ve Bangladeş'le Hindistan arasında, birbirine çok yakın rakamlarla taksim olmuş vaziyetteler.

Hepsinin de ortak problemi fakirlik. Buna ilâveten Pakistan'la Bangladeş Müslümanları, bir türlü sonu gelmeyen iç çekişme ve darbelerden muzdaripler. Ayrıca Pakistan, özellikle son dönemde kanlı çatışmalara ve bombalı intihar saldırılarına sahne olmasıyla, ikinci bir Irak ve Afganistan manzarası arz ediyor.

İslâm âleminin başka bazı "uygun" ve hassas yerlerinde de ateşi yanık tutulmak istenen Sünnî-Şiî fitnesi cabası.

Dış destek ve tahriklerle yaptırılan darbeler sonucu işbaşına getirilen askerî yönetimler ise, uyguladıkları baskıcı yöntemlerle toplumdaki gerilim potansiyeli yüksek hassasiyetleri daha da tırmandırarak işi iyice zorlaştırıyorlar.

Nitekim Butto suikastının, sekiz yıl önce darbeyle iktidarı ele geçiren Devlet Bakanı Müşerref'in, sivil yönetime geçiş adımları atması beklendiği bir aşamada OHAL ilân ederek ortamı germesinden sonra gerçekleşmesi dikkat çekici.

Gerçi Müşerref'in girişimi dışarıdan, özellikle de kendisini oraya getiren ve sekiz yıldır orada tutan ABD'den onay ve destek alamadığı için fazla uzun ömürlü olamadı; ancak fay hattını tetikleyerek yol açtığı sarsıntılar hâlâ sürüyor.

İşin ilginç taraflarından biri, Müşerref'in giderek zora girdiğini gören ABD'nin, "demokrasiye geçiş" görüntüsü altında darbeci generali sivil kıyafetle bir müddet daha işbaşında tutabilme senaryosunda rol alması için Benazir'i ikna etmesinden sonra bu suikastın gerçekleşmesi.

Suikast bu planı zora soktuğu gibi, Pakistan'ın sürüklendiği kaostan çıkmasını da iyice güçleştirdi. Bugün için pek göremediğimiz iç dinamiklerden beslenen sağlıklı bir çıkış formülü geliştirilemezse kardeş ülkenin işi çok zor.

Benazir'in babası Zülfikar Ali Butto'yu, bizdeki 12 Eylül döneminde orada iktidarı elinde tutan ve Evren'le içli dışlı olan darbeci general Ziyaül-Hak idam ettirmişti. Baba Butto'nun kızı ise, kaderin hazin bir tecellîsi ile, çeyrek asır sonra, Türkiye'nin 28 Şubat sürecini yaşadığı günlerde darbeyle Pakistan'da iktidarı eline geçiren ve 1999'dan beri ipleri elinde tutan Müşerref'in siyasî ömrünü uzatma planının kurbanı oldu.

Temennî ve niyaz edelim ki, zor günlerimizde bizi yalnız bırakmayan kardeş Pakistan halkı, bu kaostan bir an önce çıkıp huzura kavuşsun.

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Geç kalmayalım



Sağlık sektöründe sık kullanılan bir tabir vardır. Tabipler, "Hasta olmaktan değil, geç kalmaktan kork!" derler. Maalesef, Türkiye'de yaygın olan "geç kalma" hastalığı sadece sağlığımızı değil, sosyal hayatımızı da etkiliyor.

Maksadımız, geç kaldığımız şeylerin listesini yapmak değil elbet. Ancak, bazı konulardaki ihmal, geç kalma ve yanlıştaki inad ve ısrar insanların sabrını zorluyor, toplumu çileden çıkarıyor.

Meselâ, yıllar yılı sağlık sektöründe süregelen yanlışlar konusunda inad edildi. Bilhassa SSK hastahanelerindeki muayene kuyrukları filmlere bile konu oldu. Gelen baktı, giden baktı; onlarca defa 'vaad'ler sıralandı, ama dile getirilen 'çare'lere müracaat edilmedi. Nihayetinde 'duvar'a toslandı ve sektördeki 'kurum'lar tek çatı altına toplandı, ilaçlar eczahanelerden alınmaya başlandı, kısmen de özel hastahaneler devrere girdi.

Peki ne oldu? Türkiye battı mı? Olan, yıllarca kuyrukta bekleyen; hakkı olduğu halde ilâçlarını zamanında ve kolayca alamayan millete, hepimize oldu.

Trafik konusunda da benzer yanlışlar yaşandı. Belki de on yıl önce Boğaz Köprülerinden yapılan geçişlerde 'otomatik geçiş'lerin teşvik edilmesi gerektiği yazıldı, söylendi. Fakat bu teklifleri dinleyen olmadı. Neticede iş içinden çıkılmaz hale gelince bir yandan 'otomatik geçiş' teşvik edilmeye başlandı, bir yandan da sisteme 'kartlı geçiş' de ilave edildi. Öyle ki, artık 'köprü'lerden 'para' vererek geçmek imkânsız hale geldi/geliyor.

Peki kötü mü oldu? Bu adımlar yıllar önce atılması gerekirken, geciktirenlere hesap sorulması gerekmez mi?

Önce reddedilen, sonra uygulanan ve netice alınan bunca güzel örnek varken; bunlardan ders alındığını söylemek de kolay değil. Çünkü hâlâ pek çok konudaki yanlış uygulamalar inadla sürdürülüyor. Meselâ, başörtüsü yasağı... Meselâ, TCK'daki 301 ve benzeri maddeler...

Başörtüsü yasağını savunanlar 'korku' üretmenin peşindeler. Onlara göre başartüsü yasağı sona ererse, Türkiye elden gider! Bu ve benzeri iddiaları ileri sürenlere acımak lâzım. Çünkü geçmiş yıllarda başörtüsü yasağı yoktu ve Türkiye elden gitmedi. Yasağın sonra ermesiyle sadece 'yalan' balonları uçar, gider.

Aynı şey 301 ve onun 'arkadaşı' olan maddeler için de geçerlidir. Ana muhalefet partisinin sözcülüğünü yaptığı bazı çevreler, 301'in kalkmasına kökten karşı çıkıyorlar. Onlara göre 301. madde kalkarsa, Türkiye bölünür, parçalanır vs. Bu iddia da temelsizdir. Çünkü bu madde var olduğu halde, son yıllara kadar uykudaydı ve Türkiye'de bölünmedi! Türkiye, düşünce ve ifade hürriyetinin önündeki engellerin kalkmasıyla bölünmez; aksine birleşir, bütünleşir. Lüzumsuz bir kavga sona erer, iktidar mensuplarının ifadesiyle 'üzerimize yapışan kötü imaj' sona erer. Yasakların ve 301'in kalkmasını istemeyenler bu kötü imajın devamını istiyor olmasın?

Önümüzdeki aylarda, yıllarda bu yasaklar da -inşallah- sona erecek. O zaman da Türkiye'nin batmadığı ve uçmadığı bir defa daha görülecek. Olan yine, geç kaldığımız için 'fatura' ödeyen millete olacak.

Lütfen, sadece sağlıkta değil; sosyal ve sayasî konularda da geç kalmayalım, geç kalmaktan korkalım!

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Buyurun İlber Hoca'nın dersine!



Can Dündar'ın geçen haftaki programında 2007 yılı değerlendirildi. Gazeteci ve akademisyenlerin katıldığı programın ana konuğu Prof. Dr. İlber Ortaylı'ydı.

Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı-Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlber Ortaylı derin tahlillerde bulundu. Dündar sordu, Ortaylı cevapladı. Can Dündar belki konunun daha iyi açılması için o soruları yöneltti, ama İlber Hoca beklenen cevapları vermedi, ezber bozdu. İşte o soru ve cevapların özet cümleleri:

Can Dündar: Bir taassuplaşmadan söz ediliyor. Türkiye'nin daha muhafazakâr olduğu eskisine göre.

İlber Ortaylı: Vallahi Türkiye hep muhafazakârdır, muhafazakâr bir ülkedir.

Can Dündar: Cumhuriyet onu kırmamış mıdır ilk döneminde?

İlber Ortaylı: Hayır, cumhuriyetin de kırmasına lüzum yok, niye kırsın?

Can Dündar: İran'la çok benzetme yapılıyor bu ara?

İlber Ortaylı: Hiçbir şekilde yapılamaz. Bizdeki mahallî idare demokrasisi faşist İtalya'yla bile mukayese edilmez. Yani Mussolini'nin İtalyasında belediye idaresi, şehir idaresi buradakinden çok daha doğal ve çok daha diyalog içinde gidiyordu, bundan emin olun.

Can Dündar: Korkudan herhalde değil mi? Merkezî yönetimin iktidar...

İlber Ortaylı: Hayır. Alışmış adam, yani öyle gidiyor. Yani o faşist partinin oraya önerdiği parti üyesi bile, bir yerde o halkla diyalog kurmak zorunda, alışılmış, çünkü sistem bu. Burada (Türkiye'de) böyle bir şey yok. Can Dündar: Fazıl Say'ın kaygılarına hak veriyor musunuz?

İlber Ortaylı: Vermiyorum, orada biraz aşırı bir hassasiyet var. Burada İran'ın şartları yok. Can Dündar: Burada asıl sorunun muhafazakârlaşmadan ziyade; taşralaşma, köylüleşme olduğu görüşüne ne dersiniz?

İlber Ortaylı: Zaten muhafazakârız ve Türkiye'nin taşrası, kasabaları hakim olmaya çalışıyor. Bu çok doğal, biz ilkokula gittiğimizde ne öğrendik? Yüzde 85'imiz köylüdür, köylü efendidir dediler, onu ezberledik.

Can Dündar: Siz bu panik havasına hak vermiyorsunuz, cumhuriyetin bir tehlike altında olduğunu görmüyorsunuz?

İlber Ortaylı: Hayır, hiç vermiyorum. Bu ciddiyetsiz bir tavırdır, çünkü ve panik havasını yaratan zümrelerin oturup iki kere, hatta üç kere ve daha soğukkanlı hareket edip daha çok ikna eden reçeteler vermesi lâzım. Şimdi sabah akşam oturup, işte köylüler geldi falan. Bu hiçbir şey yapmaz, ikna edemezsin insanı. Çünkü diyorum, bak yüzde 85'i köylüydü ben ilkokula başlarken. Demek ki herkesin ya babası, ya dedesi köylü. Böyle bir toplumda, sabah akşam köylülere laf atarak sorunları çözmeye çağıramazsın insanları. Demokrasilerde ortak kaynatmak gerekir kazanı.

Sınır berisinde zam bombardımanı

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda 2008 yılı bütçesi görüşülürken, DTP'li Hasip Kaplan, sınır ötesi operasyona kendi penceresinden karşı çıkmıştı. Ancak söylediği bir şey vardı ki, şimdi hak vermemek elde değil.

Kaplan, "operasyonların getireceği maliyetin sağlık, eğitim, adalet kalemlerinden karşılanacağını, dolaylı vergilere ve zamlara yönelineceğini" söylemişti. O zaman ciddiye almamıştık. Ancak son zamanlarda birbiri ardına yapılan ve yapılacağı duyurulan zamlar bu uyarıyı hatırlattı. Teröristlere yönelik sınır ötesinde yapılan bombardımanın gölgesinde, sınır berisinde de zam bombardımanı var.

DTP'nin satılık salyangozları

DTP Genel Başkanı Nurettin Demirtaş sahte çürük raporu aldığı iddiasıyla tutuklandı. Kurban Bayramını Sincan L Tipi Cezaevi'nde geçiren Demirtaş, avukatı aracılığıyla yayınladığı bayram mesajında tuhaf istekte bulundu. Mesajında "bayramın hayvan hakları gözetilerek kurban kesilmeksizin geçirilmesi gerektiğini" isteyen Demirtaş'ın bu isteğinin arkasında hangi mantık var?

Kürtlerin temsilciliği iddiası ile siyaset yapan DTP'de, halkın değerlerine aykırı tutum bununla sınırlı değil.

DTP'liler geçen Ramazan ayında, otelde kampa girip, gündüz gözüyle yiyip içmişlerdi. Laiklikle ilgili görüşlerinde CHP'den pek farklı düşünmediklerini açıklamışlardı. Leyla Zana'nın eşi Mehdi Zana da "Kürtler İslâmiyet'i kabul ettiklerinde kaybettiler" demişti.

Özellikle Doğuda, din unsurunun ne kadar güçlü olduğunu söylemeye gerek var mı? Peygamber Efendimize yönelik çirkin karikatürleri yayınlayan Danimarka gazetesini protesto mitingine "DTP'lilerin kalesi" Diyarbakır'da yüz binlerce insan katılmamış mıydı? DTP de, CHP gibi Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışıyor.

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Noel hediyesi



Koskoca İslâm dünyasının gözleri ve kulakları önünde bir trajedi cereyan ediyor. İsrail Mısır'a baskı yaparak Gazze'ye geri dönecek olan hacıların yolunu kesiyor ve onlara yol vermiyor. Onların ülkelerine ve ailelerinin yanlarına dönmelerine engel oluyor. Adeta Merci'z Zuhur gibi yeni bir krizle karşı karşıyayız. Bununla da kalmıyor hacılara ateş açıyor. Bazılarını öldürüyor, bazılarını yaralıyor. Hacıların Refah Sınır Kapısı yerine İsrail'in kontrolü altında bulunan Kerim Ebu Salim'den geçmesini şart koşuyor. Refah sınır kapısını abluka altına aldırıyor. Bu bir tuzak. Zira Hamas mensubu olarak aranan hacıları bu şekilde avlayacak ve tutuklayacak. Bunun için önce Mısır'a şantaj yaptılar ve Mısır'ın ortak sınırı kontrol altında tutamadığını ve sınırdaki tünellerden silâh kaçakçılığı yapıldığını ileri sürdüler. Amerikalılar da İsrail'in bu rivayetini tasdik ederek Mısır'a Amerikan yardımından kısıntıya gideceklerini açıkladılar. Bizzat Dışişleri Bakanı Tzibi Livni Mısır'ın bu hususta gevşek davrandığını söyledi. Mübarek buna çok kızdı ve Livni'nin kendisinin kırmızı çizgilerini aştığını söyledi, ama başka bir şey yapamadı. İsrail'in emri üzerine hacıları rehin tutmaktan başka bir şey yapamıyor. Koskoca Mısır'a yazıklar olsun...

Müslümanların felâketi İsrail değil, kendi cesaretsizliklerinden ve iktidar hırslarından ileri gelmektedir. Bu hırs üzerine nice namus ve hukuk payimal olmaktadır. Müslümanlar biraz cesaret sahibi olsalardı ve gereğini yapsalardı bu trajediler hiçbir zaman yaşanmazdı. Filistin baştan kaybedilmezdi. Kaybedildikten sonra bu gibi trajedi komediler yaşanmazdı.

***

Arapların 'intidap' dediği işgal yıllarında İngiliz ordusu Yahudi çetelerini eğitmektedir ve bunun Araplar nezdinde duyulmasıyla topluca bir kıyam ve isyan hareketinin başlamasından korkan İngiliz komutanlar bu eğitimin durdurulmasını isterler. 1917'de Belfour Deklarasyonu'ndan sonra 1922 yılında Beyaz Kitap'la bu plana destek veren dönemin İngiliz başbakanı Winston Churchill bu korkuların yersiz olduğunu söyler. Nezdinde Müslümanların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. İtibarları sakıttır.

İngiliz komutanları yatıştırmak üzere şunları söyler: "Müsterih olun... Bir tek Arap köpeğinin dahi harekete geçeceğine ihtimal vermiyorum..." Arapları köpek yaptığı gibi aynı zamanda Filistin için kıllarını bile kıpırdatmayacaklarını ima eder. Neden kıpırdatsınlar ki? O dönemde ve sonrasında Ürdün Ordularının Komutanı Gallup Paşa adında bir İngilizdir. Mısır Lideri Faruk da Filistin'e bozuk silâhları veya çakar almaz tüfekleri sürmüş ve bu da, çatışmanın seyrini önceden belirlemiştir. Allenby, Cemal Paşa'nın terketmesinden sonra Lawrance ile Massingnon'un arasında Kudüs'e girerken şunları söylemiştir: "Şimdi Haçlı Savaşları bitti..." İngiliz Kralı Beşinci George ise bu münasebeti şöyle değerlendirmiştir: "Bu son Haçlı Savaşıydı..." Llyod George ise: "200 yıllık rüyamız gerçek oldu" diyecektir. Allenby, Kudüs'ün ele geçirilmesini 'Hıristiyanlık alemi için bir Noel hediyesidir' demiştir. Gerçekten de Hıristiyanlık aleminde siyasi rekabetlere rağmen işgal öyle makes bulmuştur. Londra'nın rakibi Berlin'de bile Kiliseler o vakit sevinçten çanlarını çalmaya başlamışlardır. Allenby'nin askerleri Hilal'in parçalandığını ilan etmişler ve Beytü'l Makdis'e zafer nişanesi olmak üzere Haçı dikmişlerdi. Şam'a giren Fransız komutan ise doğrudan doğruya Selahaddin Eyyübi'nin kabrine yönelmiş ve şöyle söylemiştir: "Selahaddin! Biz yeniden döndük!"

***

Bir başka Noel yortusunda da Filistinliler İsrail tarafından ülkelerine ve evlerine sokulmuyorlar. Bununla da kalmıyorlar hüccac üzerine ateş açıyorlar. Bu manzaralar aslında Selahaddin Eyyübi döneminde Müslüman hacıları katleden Reynauld of Chatillon'dan beri tanıdık ve ortak tarihin bir parçası. Kudüs'ün fethi Miracın hediyesiyse işgali ise bir Noel hediyesidir. Müslümanlar da Miraç yerine Noel'i kutladıkları sürece makus talihimiz değişmeyecektir. Ne zaman mü'minler miracla ve namazla yeniden tanışırlar ve iç dünyalarını mamur ederlerse o vakit düzene de çözüme de haiz olurlar. Tih'teki modern yolculuğumuz bittiğinde yine Mirac'a ulaşacağımızdan kuşku yoktur.

01.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Muhasebe.



Herkesin muhasebesi şüphesiz kendine. Ancak genel anlamıyla 2007'nin muhasebesine bakınca, ilk olarak karşımıza topyekûn ahlâkî aşınma çıkıyor. Ve buna karşı, din ve ahlâk eğitimi ve manevî değerlerin tahkiminde ciddî bir tedbirin alınmadığı görülüyor.

Ne yazık ki müstehcenliği ve ahlâksızlığı terviç eden "magazin kadın programları" bütün şamatasıyla canlı yayında; âileyi, gençliği, çocukları zehirliyor. Kapkaç terörü, hırsızlık, sokak çeteleri had safhaya ulaştı. En son buna "neron"un gittikçe ülkeye yaydırılan "terör"ün uzantısı araba yakma çeteleri eklendi.

Madde bağımlılığı ve uyuşturucu kullanma yaşı, 2007'de ilkokul seviyesine kadar indi. Keyif verici hapların yanı sıra sanal kumar daha da yaygınlaştı; çocukları, gençleri esir almaya devam etti.

Son yıllarda ortaöğrenimde tehlikeli bir biçimde tırmanan yaralanma ve hatta ölümle sonuçlanan şiddet olayları, geçtiğimiz yıl da hız kesmedi. Talih oyunları, Millî Piyango benzeri resmî kurumlarla bizzat devlet eliyle teşvik edildi. Eğitim yuvalarını, aileleri kuşatan ve eğitim sistemini tehdit eden bu dejenarasyon için "polisiye tedbirler"in ötesinde bir tedbir alınmadı.

* * *

İstanbul polisinin son 5 yılda 34 ton 327 kilogram uyuşturucu, 22 ton 498 kilogram uyuşturucu elde etmek için kullanılan ara madde ele geçirmesi, tehlikenin boyutlarını gösteriyor. Bir hafta içinde ve yalnız İstanbul'da 350 kilogram uyuşturucu maddenin yakalanması, yakalanmayanla kıyas edildiğinde, gençliğin zehirlenmesinin ne denli korkunç bir raddeye geldiğinin bir örneği.

İstanbul Emniyetinin son 5 yılda gerçekleştirilen narkotik operasyonlarda uyuşturucu madde elde etmek için kullanılan ara maddeler ile birlikte 5 yılda 57 ton madde yakalandığını duyurması, "imdat" işaretlerini veriyor. Ve en çarpıcısı, sadece İstanbul'da son bir yılda 4 ton 347 kilogram uyuşturucu maddenin yakalandığı bizzat İstanbul valisi tarafından açıklanıyor.

Zira bu rakam, ülke çapında ele geçirilen eroin, baz morfin ve afyon sakızının yüzde 50'sini, ecstasyın yüzde 80'ini, captagonun yüzde 20'sini ve esrarın ancak yüzde 15'ini teşkil ediyor.

Bu manzara, ülke çapında düşünüldüğünde manevî çöküşün tehlike zilleri çaldırıyor. Şiddet, sefâhet, eğlence kültürü enjektesine karşı, iman ve manevî terbiye eksikliği ve çocukları, gençliği ve toplumu korkunç bir uçuruma sürüklüyor.

Ve ortalığı boş bulan ifsat şebekeleri, özellikle kalabalık şehirlerde, okul ve sokak çocuklarını "suç unsuru" ve "âleti" olarak istismar ve istimal ediyor.

Görünen o ki âilenin tek başına verdiği terbiye, televizyon, sokak ve okuldaki tahribatla baş edemiyor. Millî Eğitim'in "tavsiyeleri"yle İçişleri Bakanlığı'nın "çocukları şiddet ve kötü alışkanlıktan vazgeçirme," "okullar ve çevresinde alınacak tedbirler" benzeri genelgelerden bir netice alınamıyor.

Oysa gelen büyük ve kuşatıcı tehlike ve tahribat, topyekûn bir mücadeleyi gerektiriyor.

Ancak geçtiğimiz dönemde "sokak çocukları araştırması"yla konu Meclis'in gündemine getirilmesine rağmen, bu hususta bir gelişme kaydedilemedi. En son "yılbaşı eğlenceleri" furyasına, bu yıl TRT de bütün gücüyle katıldı.

Yılbaşı eğlenceleri bizzat devlet kurumlarınca özendirildi. Bir yandan yeni yılın zam furyasında fakir fukaranın kullandığı elektriğe zam yapılırken, milletin ödediği vergi ve zamlarla bir devlet kurumu olan TRT, yılbaşı gecesinde birkaç şarkısı için şarkıcılara 750 bin, 250 bin dolara kadar para dağıttı.

* * *

Yeni TRT yönetimi, milletin değerlerine hizmet etmek yerine, halkın cebinden ödediği bu vâhim rakamlarla mâlum mihraklar nezdinde "meşrûlaştırma" arayışı peşinde koştu. Aynen işçilerinin maaşını veremediği halde, asıl işini bırakıp her vesileyle eğlence ve şölen organize edip şarkıcı ve türkücülere bir gecede onlarca, yüzlerce milyarı veren iktidar partisine mensup bazı belediyeler gibi.

Trafik sorunundan su sorununa kadar yapılması gereken onca iş varken, şenlikler tertipleyip, plaj düzenlemesi yaparak mayoyla denize girmeyi şart koşan, şortu bile yasaklayan İstanbul Belediyesi gibi.

Ne var ki bütün bunlara karşı, 2007 yılında hiçbir ciddî tedbir alınmadığı gibi, anayasa gereği eksik aksak da olsa okullarda din ve ahlâka dair tek ders olan "Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi" dersleri bile yeni anayasa taslağıyla tartışma konusu ediliyor. Kimi iktidar partisi sözcüleri, zaten yetersiz olan bu derslerin seçmeli hale getirilebileceğini söylüyorlar; hatta bazıları "din dersleri"nin toptan kaldırılmasını öneriyor.

Oysa çocukları ve gençleri, sokaktaki tehlikelerden, uyuşturucu ve kötü madde bağımlılığından kurtaracak yalnız inanç esasları üzerinde alınacak ahlâkî ve mânevî tedbirlerdir. Siyasî iktidar bunun muhasebesini yapmalıdır.

Kalıcı tedbir ve çare budur; yeni yılda millet bunları bekliyor.

01.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri