Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hasan GÜNEŞ

Mektubu okumak



Elektronik mektup, elektronik imza derken eskilerin hayal bile edemediği uygulamalar artık günlük yaşantı haline geliyor. Kâğıtsız, kalemsiz ve mürekkepsiz mektuplar… Dünyanın ömrü kaldıysa ileriki nesiller bizim de hayâl edemeyeceğimiz mektupları görecek. Öncekiler için, sonrakilerin kullandığı mektup, ne kadar harika ve ne kadar şaşırtıcı ise; bir mektubât-ı Rabbânî olan ve önümüzde satırları uzayıp giden uçsuz-bucaksız kâinat kitabı da, harfleriyle, ziynetiyle, nakışlarıyla, hızıyla, tazelenmesiyle, tarzıyla ve mânâsıyla o kadar şaşırtıcı ve kıyas edilemeyecek kadar harikadır.

Bu kitabın ve mektubun “kalemi ağaçlar, mürekkebi denizler” olsa, onlar tükenir ama kelâmı ve kelimeleri tükenmez. Ağaç bir yandan kalem, öbür yandan da her bir yaprağı kitaplar dolusu mânâyı ihtivâ eden zikir halinde bir kitaptır. Denizler de aynı zamanda, hem bir mürekkep, hem de içindeki mahlukatıyla ve vazifeleriyle her bir satırında binler kitap olan bir sahifedir. Evet kâinat kitabında kâğıt ve mürekkep, zerrelerdir, uzaydır, zamandır, mekândır… Daha; ölümdür, hayattır, değişimdir, dönüşümdür. Velhâsıl bir an bile ara vermeyen muazzam faaliyetlerin yekünüdür, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellîsidir. Kâğıda yazılı olanlardan farklı olarak satırların ve harflerin bizi içine aldığı, bizzat yaşanıp idrak edildiği hakkalyakîn olarak da okunan her şeydir.

“Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâdan sana gönderilmiş mektuplardır.” Evet kâinat muazzam bir mektup, hem de, Risâle-i Nur’da ifade edildiği gibi; “her bir satırında binler kitap” olan mu’cize dolu bir mektup. Gönderilen makam; cihan hâkimlerinin ve şahlarının da iki cihanlarını şah damarından tutan bir makam. Muhatabı ise, akıl sahibi her varlık. Zaten Cenâb-ı Hakkın ilk emri “oku” değil mi?

Kâinat, baştan sona mânâ dolu harika bir mektup olmakla birlikte, mektubun zarfına, kâğıdına ve ehemmiyetini vurgulamak için nakşedilen süslerine dalıp giderek içindeki mânâyı unutanlar, maalesef çoğunlukta. Hatta bir kısım insanlar, eline verilen mektubu okumak yerine bir alt seviyedeki mahlukatı taklid ederek, bunun bir yazı olduğunu bile fark edemeden bu dünyadan göçüp gidiyor, dünya ve ahiretini hebâ ediyor.

İnsanlara okuma-yazma öğretiliyor ama her yazıyı okumak ya da hayatı okumak; hakikatı, hikmeti, hadiseleri ve de en önemlisi kendisini okumak öğretilmiyor. Çünkü bunu öğrenmek, sınırlı sayıdaki harflerden müteşekkil alfabede olduğu gibi birkaç ayda halledilemiyor, bazen bir ömür bile yetmiyor.

Tarih, yazıyla başlar denilir. Yazı kadar okumak da önemli. Sultanahmet’teki dikilitaşta malum hiyeroglif yazıları vardır. Yazıların tercümesi maalesef konulmamış. Sadece dikilitaşı Mısır’dan getirten Roma imparatorunun ismi, getirttiği ve dikildiği sene yazıyor. Tıpkı okullarda olduğu gibi, kâinat kitabının ve Mektubat-ı Rabbaniyenin birkaç satırındaki ziyneti fark etmek demek olan keşif ve icatlar hakkında, kâşifin ismi ve yılı var; o harika hususiyetleri zerrelere nakşedenin ne demek istediği, mesaj ya da mânâ yok. İmparatorun mazereti makul, çünkü onların bir yazı olduğunu bilmiyordu, o da herkes gibi sadece süs zannediyordu. Asırlar sonra birisi çıkıp da, “bu kadar itina gösterilen ve her yerde tekrar eden bu şekiller neden mânâsız olsun” sorusuyla okunmaya başlandı. Kur’ân’ın: “Bu gün senin bedenine necat vereceğiz” ihbar-ı gaybîsinde olduğu gibi, şekillerin de mânâları anlaşılarak necat buldu.

Tarihçiler ya da araştırmacılar için en zor şeylerden birisi de, alfabesi ve dili bilinmeyen yazıları çözümlemek ve okumaktır. Yazıları okumanın en kolay yolu hükümdarların yaptığı akitler, anlaşmalar ve fermanlardır. En az iki dil veya alfabeyle yazıldı ise birini biliyorsanız diğerini rahatlıkla okuyabilirsiniz. Okunması imkânsız denilen birçok yazı bu şekilde okunmuştur. Bir yazı diğer yazıyı okumuştur.

Satırlarını “dikkatli okumamız” gereken Sultanlar Sultanının fermanı olan kâinat kitabının, mektubât-ı Samedaniyenin ve bize hususî yazılmış mektubun okunmasında Kur’ân-ı Kerîm bu kadar önemlidir. Birisi diğerinin açıklamasıdır. Çünkü ikisinin de sahibi aynı, taklid edilemez mühür ve imzalar ikisinde de aynı. Evet Kur’ân-ı Kerîm, kâinatın alfabesidir, elifbasıdır ya da mukatta harflerinde olduğu gibi elif, lâm, mimidir…

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Her hak sahibinin hak söyleme hakkı vardır 1



Başlıktaki ifade Peygamberimizin bir hadis-i şerifi. Hak ve hukuka çok büyük bir önem veren Resûl-i Ekrem (asm) hak sahibinin hakkını arama hakkı bulunduğunu açıkça ifade ediyor bu hadis-i şeriflerinde.

Burada hak arama kadar söz hürriyetinin önemine de dikkat çekilmektedir. İslâmda düşünce hürriyetinin çok büyük önemi vardır. Uygulamada Hz. Ömer’e (ra) üzerindeki cübbenin hesabını soracak kadar geniş bir düşünce özgürlüğü yaşanmıştır. Biri bunu sorabilmiş, diğeri de o atmosferi sağlamıştır.

İslâmda bir kötülük gördüğünde elle, buna güç yetmediğinde dille düzeltme tavsiye edilir.2 Bu da toplumun geleceğini ilgilendiren yanlışlıklar karşısında sessiz kalınamayacağını göstermektedir. Zalim bir hükümdara karşı hakkı haykırmanın tavsiye edilmesi de3 söz hürriyetinin hangi boyutlara kadar varabileceğini göstermektedir. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” uyarısı da bu hususta oldukça önemli değil midir?

Evet, toplum gemisini delmeye kalkan kimseye sessiz kalmak geminin su alması ve gemidekilerin topluca batması demektir. Toplum ve milletlerin hayatında yapılan yanlışlıklar sadece yapanları bağlamaz, bütün toplumu ilgilendirir, zararını herkes çeker. Onun için o noktada söz hürriyeti devreye girer, gerekli uyarılar yapılır, böylece tehlike ve zararlardan kurtulunmuş olunur.

Meşveret de bu açıdan önem arz eder. Çünkü bir fikir alış verişi ve danışma anlamına gelen meşveret veya istişare, düşünce özgürlüğünün güzel bir ifadesidir. Kur’ân bu düşünce platformuna dâvet eder mü’minleri. Mü’minlerin en önemli özelliklerinden biridir meşveret. Kur’ân, “İşleri aralarında meşveret iledir”4 buyururken “İş hakkında onlarla meşveret et”5 diye de meşvereti emreder.

Akılların birleşerek hata oranını azaltan, doğru ve isâbetli düşünmeyi arttıran meşveret, “Fikirlerin çarpışmasından hakikat tecellî eder” gerçeğini de hatırlatır.

Vahyin dışındaki meselelerde Resûlullah (asm) kadar meşveret eden kimse yoktu. Meşveretlerde ihtisas sahiplerine önem veren Allah Resûlü (asm) Selman-ı Fârisî’nin Hendek kazılması, Hubab bin Münzir’in Bedir kuyusu civarına yerleşme tekliflerinde olduğu gibi mutlaka faydalı olan fikre uymuştur. Ve ümmetine de meşveretle hareket etme gibi çok güzel bir miras bırakmıştır.

Bütün bunlar düşünce hürriyetinin hayatımızdaki yerini göstermiyor mu?

Dipnotlar:

1- Buhârî, Hibe: 21.

2- Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten: 11.

3- Ebû Davud, Melâhim: 17; Tirmizî, Fiten: 13. 4- Şûra Suresi: 38. 5- Âl-i İmran Suresi: 159.

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dili dönmeyen nasıl namaz kılar



Mustafa Bey: “Eğer bir insan cahilse, duâları, sûreleri bir türlü öğrenemediğinden ve dili de dönmediğinden namazlarını kılmadan vefat etmiş ise, bu kişinin yerine başka birine para verdirerek namaz kıldırılır mı?”

Namaz, kul olarak, Allah’a karşı kişisel bir vazifemiz ve saygımızdır. Bu saygıyı en bilgisiz bile gösterebilir. Fakat başkasına para vererek saygıda bulundurma imkânımız olmadığı gibi, para ile namaz kıldırma imkânımız da yoktur. Peygamber Efendimiz (asm) zamanında yapılan, hac ve zekâtla ilgili vekâletlerdir. Namazla ilgili vekâlet söz konusu değildir.

Fakat insan ne kadar cahil olursa olsun, ne kadar âmî olursa olsun, ne kadar bilgisiz ve bilinçsiz olursa olsun, ne kadar yabanî olursa olsun, namazı çok rahat öğrenebilir ve çok rahat kılabilir. Namaz kılmasına bilgisizlik engel değildir. Çünkü İslâmiyet, namazı insanın özel şartlarına kadar indirgemiş ve kolaylaştırmıştır.

Çünkü İslâmiyet’te esasen zorluk yoktur. İslâmiyet’in bütün emir ve tekliflerine kolaylık nüfuz etmiştir. Çünkü İslâmiyet rahmet dinidir. Çünkü Allah Ğafûr ve Rahîm’dir.1 Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) “Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.”2 Çünkü İslâmiyet bütün dünya insanını kucaklamakta, bütün bölgelerin halklarını muhatap almaktadır. Çünkü insan—farkında olsun veya olmasın—rahmete ve mağfirete ekmekten, sudan ve havadan daha çok muhtaçtır. İnsan acizdir. İnsan zayıftır. İnsan fakirdir. İnsan günahkârdır.

İslâmiyet’e yeni giren veya ibadete yeni başlayan bir Müslüman, ilk plânda namazın on iki farzını öğrenir ve hemen ilk vakitte uygulamaya başlar. Yani namazın farzları arasında bulunan temizliği, gusül abdesti ve namaz abdesti almayı, üstünü, başını ve namaz kıldığı yeri temiz tutmayı ve tahareti birinci plânda öğrenir. Namazı vakti içinde kıbleye dönerek kılacağını öğrenir. Bunlar zor şeyler değildir ve namazın farzlarındandır.

Sonra hemen ilk fırsatta Fatiha Sûresini öğrenir. Fakat Fatiha Sûresini öğrenme süreci içerisinde namaz vakti girmişse namazını ihmâl etmez; kılar. Bu durumda namazını şöyle kılar:

Dört mezhebe göre, bu durumda kişi Kur’ân-ı Kerim’den Fatiha’ya denk herhangi bir âyet biliyor ise Fâtiha yerine okur; yalnızca kısa bir âyet biliyor ise bildiği âyeti Fâtihâ Sûresi kadar tekrar eder. Eğer Fatiha Sûresini ezberleyinceye kadar namaz vakti geçecekse, ilk plânda kısa bir ayet ezberler ve bu Âyeti Fâtihâ Sûresi yerine Fâtihâ Sûresi okuma süresi kadar tekrar tekrar okur. Nitekim Cenâb-ı Hak; “O halde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun”3 buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de (asm): “Namaza kalktığın zaman abdestini tam al; sonra kıbleye dön; sonra da Kur’ân’dan sana kolay geleni oku”4 buyurmuştur.

Bunu da yapmaya şimdilik güç yetiremeyen kimse, Fatiha Sûresi okuma süresi kadar içinden “Allah… Allah… Allah… Allah…” der. Bunu da bilmiyor ise kıyamda Fatiha Sûresi okuyabilecek kadar bekleyip susar, tefekkür eder. Veya Fatiha’yı öğreninceye kadar namazda bir imama uyar; uyacak imam bulamayan kimse ise, iftitah tekbiri ile rükû arasında bir süre bekler. Bu süre içinde Allah’ı zikretmesi, yani içinden “Allah... Allah...” demesi iyi olur.

Fatiha Sûresinden sonra Ettahıyyâtü’yü öğrenir. Daha sonra zamm-ı sûre olarak okuyabileceği kısa sûreleri öğrenir. Daha sonra ise namazın diğer duâ, zikir, tekbir ve tesbihlerini öğrenir.

Fakat bu süreçlerin hiçbir yerinde namazı geciktirmeye meydan vermez. Duâ, zikir, tekbir ve tesbihleri yerli yerince bilmese de namazını kılar. Şöyle kılar:

1- Mümkünse bir imama uyar. Bir imama uyması halinde hiçbir şey okumasına gerek kalmaz.

2- Bir imama uyma imkânı yoksa, kendisi Allah rızâsı için namaz kılmaya niyet eder, başlangıç tekbirini alır, kıyamda durur, kıraatini yukarıda ifâde ettiğimiz şekillerden biriyle yapar, rükû yapar, secde yapar, teşehhüt miktarı oturur.

3- Bu hareketlerin içinde yer alan tesbih, tekbir, duâ ve zikirleri bilmese de bunları yapar; bu duâları ise bilâhare öğrendikçe okumaya başlar. Öğrendikçe namazını kemâle erdirir.

4- Yeni öğrenen birisinin, eksikleriyle berâber kıldığı bu namaz, inşallah salihlerin namazından yazılır.

Dipnotlar:

1- Zümer Sûresi, 39/53

2- Enbiyâ Sûresi: 107

3- Müzemmil Sûresi, 73/20

4- Buhârî, Vüdû’, 29

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

'Dine aleyhtarlık meyli' ne zaman hortlar?



1950'de aslına çevrilen Ezân–ı Muhammedî (asm) hakkındaki mesele, son derece ciddî ve riskli bir meseleydi.

Hem öyle ki, meselâ bugün Meclis'te sınırlı, şematik ve üstelik bir adım sonrası tamamen meçhûl bir çerçevede tutulan "başörtüsü meselesi"yle kıyaslanmayacak kadar büyük ve ciddî bir meseleydi.

Buna rağmen, bir umumî mutabakat atmosferi içinde sıkıntı giderildi ve mesele kökten halledilmiş oldu. Üstelik, o dönem itibariyle "dine aleyhtarlık meyli" de uyanıp hortlamadı ve hiçbir yerde kuvvet bulmadı.

Ama, bugün itibariyle durum öyle mi?

Yani, başörtüsü için "kısmî serbestlik" sağlamayı hedef alan şekilci teşebbüsler karşısında da, aynı 1950'lerin sükûnet ve mutabakat atmosferi var mı? Ne gezer...

Maalesef, henüz kesin bir netice alınmadan, dahası nasıl bir neticenin hâsıl olacağı da bilinemeden, "dine aleyhtarlık meyli" öyle bir uyandı ve uyandırıldı ki, bunun benzerlerine ancak 31 Mart Vak'ası (1909), Şeyh Said Hadisesi (1925) ve 28 Şubat Süreci (1997) gibi dehşet uyandıran dönemlerde rastlamak mümkün.

Pusuda bekleyen din, millet ve İslâmiyet düşmanları, kuvvetlerini birleştirip saldırıya geçmek için âdeta gün sayıyorlar.

Böyle yapmak, onların tabiatında var. Dolayısıyla onlar, kendilerine düşen, kendilerine yakışan bir vazifeyi icrâ ediyorlar.

Bu bapta, "Niçin yapıyorsunuz! Nasıl yaparsınız!" türü efelenmelerin de bir kıymet–i harbiyesi yok.

Önemli olan, inananların ne yaptığı veya nasıl hareket etmesi gerektiği hususudur.

Sünûhat isimli eserinde bu hayatî noktaya dikkat çeken Üstad Bediüzzaman, siyaset meydanına atılan dindarlar için, "olmazsa olmaz" anlamına gelecek şu tenbihatta bulunur: "Fakat, kat’î bir şart ile ki, muharrik (hareket noktası), aşk–ı İslâmiyet ve hamiyet–i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih (öncelikli tercih), siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikelidir." (Age, s. 65)

Hemen ardından "İsabet de etse, mes’uldür" diyerek, tehlikenin nihaî sınırına işaret eden Bediüzzaman, siyasetçilik ve tarafgirlik sâikasıyla en büyük bir tehlikenin de "dine aleyhtarlık meyli"nin uyanıp kuvvet bulması ihtimalinde olduğunu önemle hatırlatıyor.

Dine muarız kimseleri tahrik ile onları "tecavüze sevk etmenin" müsbet ve akıllıca bir siyaset tarzı olmadını, hatta bunun bir "menfi siyaset" tarzı olduğunu da ifade eden Üstad Said Nursî, aynı bahsin sonunu şu kısacık suâl–cevap faslıyla bitiriyor: "Acaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır." (Age, s. 67)

Evet, yakın tarihimizde yaşanmış acı, hatarlı, zararlı vak'alardan, günümüz için mutlaka iyi dersler çıkarmamız lâzım. Aksi halde, iyilik zannıyla daha başka zararlara sebebiyet vermemiz mümkün.

GÜNÜN TARİHİ 1 Şubat 1916

Veliaht Yusuf İzzeddin'in sır ölümü

1876'da katledilen Sultan Abdulaziz'in büyük oğlu veliaht Yusuf İzzeddin Efendi, tek kol bileği kesilmiş olarak evinde ölü halde bulundu.

Hem şehzâde (padişahın oğlu), hem de veliaht (saltanat adayı, namzedi) olan Yusuf İzzeddin'in bu şekildeki ölümü, 40 yıl önceki bir tartışmayı gündeme yeniden taşımış oldu: "İntihar mı, yoksa cinayet mi?" tartışması.

Mâlum, babası Sultan Abdulaziz Han, 1876 senesi 30 Mayıs'ında bir askerî darbe sonucu tahttan indirilmiş ve 4 Haziran günü de intihar süsü verilerek (her iki bileği kesilerek) katledilmişti.

Bilâhare yapılan tıbbî tetkik ve adlî araştırmalar neticesinde, bir kimsenin aynı anda her iki kol bileğini kesemeyeceği hükmüne varıldı ve cinayete bulaşanlara muhtelif cezalar verildi.

Yusuf İzzeddin Efendinin ölümü de babasının ölüm şekliyle benzerlik arz ettiği için, haklı olarak aynı şüphelerin doğmasına sebebiyet verdi. Şekil bakımından aradaki tek fark, kol bileklerinden sadece bir tanesinin kesilmiş olmasıydı.

59 yaşında vefat eden veliahtın cenaze namazı, pek büyük bir cemaatle Ayasofya Camii'nde kılındı ve naaşı da babasıyla annesinin de medfun bulunduğu II. Mahmud Türbesine defnedildi.

Bu vesileyle, fecî bir âkıbete düçâr olan veliahdin hayat hikâyesine kısaca bir nazar gezdirelim.

* * *

Sultan Abdülaziz Hanın büyük oğlu olan şehzade veliaht Yusuf İzzeddin Efendi, 1857’de İstanbul’da doğdu. Sarayda özel eğitim görerek yetiştirildi. 1867’de henüz 10 yaşındayken babasıyla birlikte Avrupa seyahatine katıldı.

Babasının 1876'da tahttan indirilip katledilmesi, hemen ardından annesine revâ görülen çirkin muamele, onun ruh âlemi üzerinde yıkıcı tesirler bıraktı. Bu sebeple, kendisi de her an öldürülme endişesi içinde yaşadı.

Sultan II. Abdülhamid, 1909 Nisan'ında tahttan indirilince, yerine Sultan Reşâd geçti. Yûsuf İzzeddîn Efendi de, aynı anda veliaht (sultan adayı) îlân edildi.

1910'da, İngiltere Kralı 7. Edvard’ın cenâze törenine katılmak için, Osmanlı hükümetinin başkanı sıfatıyla Londra’ya gitti. Dönüşte yine resmî sıfatla Paris, Viyana, Budapeşte, Belgrad ve Sofya'yı ziyaret etti.

1911’de 7. Edvard’ın oğlu ve halefi 5. George’un tac giyme töreninde bulunmak üzere tekrar Londra’ya gitti. Bu ziyaretinde de, yine şıklığı, zarâfeti, asâleti ve ecdadını temsil kàbiliyetiyle, görenlerin hayranlığını celbetti.

1912’de—bu kez gayr–ı resmî olarak—bir Avrupa gezisi daha yaptı. 1913’te Bulgar işgalinden kurtulan Edirne’yi resmen ziyâret etti. Edirne'de halkın coşkun tezahüratıyla karşılandı.

1915'te Birinci Dünya Harbinin ürkütücü gidişatını görünce, bir ateşkesin sağlanabilmesi maksadıyla Viyana’ya gidip geldi.

Yine aynı sene içinde, alevlerin göğe yükseldiği Çanakkale Cephesine giderek incelemelerde bulundu, cephedeki askerlere moral verdi.

Bu tarihten sonra Yusuf İzzeddin Efendiye "istikbâlin sultanı" gözüyle bakılıyordu.

Kendisi de böylesi bir beklenti içindeydi. Ancak, babasının başına gelenleri hatırladıkça, evhama düşüyor ve devlet kademesindeki herkese şüpheyle yaklaşıyordu.

Öyle ki, kendisine bir fenalık yapılmaması için, yetkili şahıslardan yazılı–sözlü yemin ve senetler beklediği yönündeki söylentiler bile etrafta yayılmaya başladı.

İşte, tam da böylesi bir hengâmenin yaşandığı esnada, Zincirlikuyu'daki köşkünün harem odasında, bileği kesilmiş ve kan kaybından ölmüş bir halde bulundu.

Bu fecî ölüm hadisesi, I. Dünya Savaşının hayhuyu içinde her ne kadar unutturulmaya çalışıldı ise de, "insanlığın vicdanı" olan tarih unutmadı, unutmayacak da...

Evet, aradan 92 yıllık bir süre geçmiş olmasına rağmen, hadisenin mahiyeti hâlâ meçhûl... Zira, diğer benzerleri gibi bu ölüm vak'ası üzerinde de "derin devletin" koyu gölgesi var.

Tam aydınlık, bu karanlık perdenin yırtılması ve bu koyu gölgenin izale olması şartına bağlı... Ne diyelim: "Kalmasın Allah'ım, bu âlemde bir hakikat nihân."

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Denizli’nin sıcaklığı



Türkiye’nin ve dünyanın üçte biri okuyor. Oku emr-i İlâhîsinin hakikatını bütün insanlık âleminin kabul ettiği bir hakikattir. Hedefler, eğitimler, projeler vesâireler tartışılır. Çünkü enaniyetle beraber araştırma ve ispatlama çağındayız, müthiş bir nesil geliyor, onlara arkadaş olmak ve onlara ilim sahasında gerçek rehberleri göstermek, her ebeveyn ve Türkiye’de 73 milyondan her hisse sahibi vatanperverin görevidir. Nesiller boyu böyle gelmiş, şanlı tarihimizin altın sahifeleri böyledir ve yükselerek devam edecektir. Gerçek ilimlerin ve hakikatlerin önüne çoğu zaman Türkiye’de ve bütün dünyada takozlar konulmuş, fakat zaman seyli içinde bunlar sökülüp atılmış ve 2008 dünyasına gelinmiştir. Nasıl gelinmiş, neler çekilmiş ve Üstadlarımıza neler yapılmış ayrı birer seminer ve konferans konusu.

Sömestr tatilini boş geçirmek istemeyen lise ve üniversite gençleri, Türkiye’mizde 10 bini aşkın vakıf ve 85 bini aşkın derneğin gölgesi ve şemsiyesi altında bir araya gelmişlerdir. Hem seyahat etmek, hem de gittikleri yerlerde, okudukları okullarda kısmen göremedikleri ilimleri okuma, görme ve yaşama lütfuna mazhar olmuşlardır. İmkânlar çok, gayretler ve himmetler çok. Dün ile bugünü kıyaslayamayacak kadar farklar var, okumada, gıdada, imkânda, yakıtta, giyimde ve okutmanlarda…

Denizli bahtiyar bir diyar. Mazisi iman ve Kur’ân hizmetiyle doludur, isimsiz kahramanların diyarıdır. Denizli, maddî ve mânevî cihetle kalıplarına, kaplarına ve elbiselerine sığmayan bir sıcak şehrimizdir. Bu sıcaklık iki cihetledir. Birisi iklim, ikincisi mânevî cihetledir. Denizlili can dostlarımız bizi çağırmalarıyla her iki iklimi birden yaşamamıza vesile oldular. Kendi bünyelerindeki Yeni Asya gazetesi temsilciliği binasında, İstanbul Üniversitesinden, Muğla Üniversitesinden ve Isparta S. Demirel Üniversitesinden gelen talebeler ve Denizli’deki üniversite öğrencilerinin iştirakıyla tarihî günler yaşamakla birlikte baharın meyvelerini gördük.

Kendilerine “İttihad-ı İslâm ve ülkenin birlik beraberliği” başta olmak üzere 6 seminer verdim. Ayrıca aynı günler içerisinde Muhterem Mehmed Cebe’nin gayretiyle mahallî Doğuş Radyo ve Bizim İller Radyosunda Hicretin 1429. sene-i devriyesi münasebetiyle birer saatlik canlı yayına katıldık ve sorulan suallere cevaplar verdik. Denizlileri kutluyorum. Vatan evlâtlarına gösterdikleri yakınlıklarına ve gösterdiği ilgilerine, öğrenciler adına başta muhterem Emin Çapan olmak üzere bütün ağabey ve kardeşlerime gönülden teşekkür ediyorum. İnşaallah istikbalde bu hizmetler daha da neşv-ü nemâ bulacaktır.

Denizli’nin sıcaklığından, 1,5 ay önce söz verdiğim Antalya ilimizin Kumluca ilçesindeki “Özgüç ve İsa Polat” ve akabinde “Turgut ve Ulusoy” ailelerinin düğünlerine konuşmacı olarak katıldım. Buradaki düğünler hem çok kalabalık, hem de gürültü azdı. Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna çok düğünlere konuşmacı olarak katıldım. Hakikaten düğünlerde konuşmak çok zor. Hem meseleye hâkim olacaksın, hem de sükûneti sağlayacaksın. Fakat bir kişiyi kazanmak inancıyla bu zahmet içindeki hizmetlere katılmaktayız. Ayrıca mini konferans olarak verdiğimiz “Aile hayatı ve Hz. Peygamber (asm)” çok muhtaç olduğumuz, içtimâî hayatın önemli istinad duvarıdır.

Her iki düğünün nikâhını Kumluca’nın Belediye Başkanı Sn. Hüsameddin Çetinkaya kıydı, ardından bizleri takdim etti. Gerek takdim konuşmalarından ve gerekse yakın ilgisinden dolayı kendilerine ve ziraat mühendisleri Emin Can ve Talip Aydın beylere, çevreden iştirak eden bütün can dostlarına teşekkür ediyor, genç çiftlere ebedî saadetler niyaz ediyorum.

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çözüm ne?



AKP ve MHP’nin başörtüsü yasağını üniversitelerle sınırlı olarak kaldırma iddiasıyla izledikleri yolun sorunu çözmek bir yana, daha büyük sıkıntılara yol açabileceğine dair kaygılarımızı dile getirmemiz üzerine “Madem öyle, sizin çözümünüz ne?” diye soranlar oluyor.

Aslında konuyla ilgili yazılarımızda çözüme ilişkin düşüncelerimizi de ifade ettik ve ediyoruz. Ama anlaşılan, müstakil olarak işin sırf bu cihetine tahsis edilmiş bir yazıya daha ihtiyaç var.

Bu yazıda onu yapmaya gayret edelim.

Ama öncelikle şunu ifade etmemiz gerekiyor:

Sorunun çözümü için şimdiye kadar izlenen yöntemlerin yanlışlığı, bu noktadan sonraki çözüm gayretlerini de zora sokmuş bulunuyor.

Bu durum, son girişim için de söz konusu.

Onun için, bu yanlışlar zincirleme halkalar şeklinde devam ettiği sürece, doğru sonuçlar, kalıcı ve sağlıklı çözümler beklemek mümkün değil.

Bu kaydı düştükten sonra devam edersek:

Sandıkta halktan yetki alan bir iktidarın yapması gereken ilk iş, “teknik anlamda” kapsamlı bir anayasa değişikliğini gerçekleştirerek, kurumların görev ve yetki alanlarını demokratik hukuk prensiplerine göre tanzim etmek olmalı.

Çankaya’nın, Genelkurmay’ın, Anayasa Mahkemesinin, Danıştay’ın, Yargıtay Başsavcısının, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun, YÖK’ün... sistem içindeki yer ve konumları evrensel demokratik hukuk kurallarına uygun hale getirilmeli.

Bu kurumlarda görev yapacak insanların seçim veya tayin prosedürleri, şu anda birçoğunda fiilen devredışı olan Meclisi etkin kılacak tarzda yeniden tanzim edilmeli.

“Bu yol çok uzun ve zor” diyenler olabilir. Ama gelinen noktada, çözüm adına yapılan yanlışların da olumsuz katkısıyla, bu sorunun kestirme çözümü yok.

Kaldı ki, istenirse ve ilgili kurumların da görüşlerini dikkate alarak hazırlanacak bir anayasa taslağı birinci iş olarak Meclis gündemine getirilip sonuçlandırılırsa, başörtüsünün de, diğer birçok kronik problemin de çözüm yolu açılır.

Nitekim 2002 seçimi sonrasında Anayasa Mahkemesi, bizzat kendi yapısını, işleyişini, görev ve yetkilerini, üyelerinin seçim prosedürünü değiştirmeye yönelik bir teklifi kamuoyuna açıklamış, ama AKP bunu değerlendirememişti.

Aynı şekilde yüksek yargı organlarının yeni adlî yıl açılışlarında, kuruluş yıldönümlerinde veya başkanları değişirken yapılan konuşmalardaki sistem değişikliği önerileri de iktidar ve Meclis tarafından değerlendirilmeyi bekliyor.

Demokratikleşme noktasında AB’nin sürdürdüğü ısrarlı takip de, sistemi olumlu yönde değiştirme çabaları açısından son derece önemli bir faktör ve de kıymeti bilinmeyen bir avantaj.

Başörtüsü yasağını kaldırma sürecinde takip edilecek yollardan biri de YÖK’teki kadro değişiminin iyi yönetilmesi. Mâlûm, başkan değişti; üyelerin ve ayrıca rektörlerin yenilenmesi de isabetli tercihlerle başarılabilir, kurul dengeli bir yapıya kavuşturulabilirse, fazla uzak olmayan bir gelecekte, yasağı hızlanan bir tedric sürecinde uygulamada kaldırmanın zemini oluşabilir.

Bunun anahtarı hükümet-Çankaya uyumu ve bu avantaj 22 Temmuz’la birlikte yakalandı.

Ama gelişmeler, maalesef bu avantajın da heba olmasını netice verecek gibi görünüyor...

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ergenekon’un siyasî dili



Ergenekon’la bağlantılı olduğu ileri sürülen ve operasyon geçiren bir emekli albayın ‘Şizofren tetikçi bulun veya imal edin’ dediği ileri sürülüyor. Bu haberden sonra, nedense aklıma Danıştay Dâvâsı sanığı Alparslan Arslan’ın tutarsız açıklamaları düştü. Ardından Ergenekon Dâvâsında, Ergenekon liderleriyle olduğu varsayılan bağlantıları... Bu dâvâyla bağlantılı olarak, Ergenekon dâvâsı sanıklarından bazılarının, Susurluk kazasını haber verdikleri gündeme geldi ve bu meyanda aynı çevrelerin 28 Şubat sürecinde Ali Kalkancı’yı da ihbar ve ifşa ettiklerini öğrenmiş olduk. Bugünlerde tam da başörtüsü meselesi dallanıp budaklandı ve bir rejim krizine evrilmekte olduğu bir sırada Müslüm Gündüz’ün dışında sabıkan Alparslan Arslan’ın da avukatlığını yapmış olan Abdurrahman Sarıoğlu’nun Milliyet gazetesinde şaşırtıcı bir açıklaması yer aldı: “Tek başına, başörtüsü için yaptı...” Yani bu ortamda gerekirse başörtüsü için kan dökülebileceğini söylemiş oluyor. Acaba kime mesaj veriyor? Sarıoğlu’nu birçok tali meselelerden de tanıyoruz. Sözgelimi bir zamanlar Bursa Ulu Camii şadırvanında unuttuğu ve içinden müstehcen materyallerin çıktığı söylenen çantasından. Yine Kadıköy’de bir döviz bürosunda sebebiyet verdiği kargaşa veya arbededen.

Galiba ‘iyi saatte olsunlar’ eyleme geçti. Üniversitelerde başörtüsü serbestîsi için düğmeye basılmasıyla birlikte, ‘zinde ve izinde güçler’ galiba tam mesaiye geçtiler. Bütün olağanüstü dönemlerde harekete ve eyleme geçen ‘uyuyan hücreler’, galiba bu devrede yeniden uyandılar. Zaten 5 yıldan beri uykularının hafiflemiş olduğu söyleniyor. Bu özgürlük meselesini püskürtmek istiyorlar. Bildik simalar ve isimler aynı kalıptan çıkma ifadeler kullanmaya başladılar. Yani koro oluşturuyorlar. Rejim tehdit ve tehlike altındaymış. Sözgelimi, olmadık 367 krizini başımıza saran Kanadoğlu yine işbaşında ve rejimin temel duruşunu yansıtan ve temsil eden anayasanın dibacesinin başörtüsü serbestîsine geçit vermeyeceğini savunuyor. Hatta referandumun bile çözüm olamayacağını ve “şeriat gelsin mi, şeklinde yapılabilecek bir referandum bu ilgili maddelerden dolayı geçersiz olur” görüşünü seslendiriyor ve ferdî ve kişisel bir özgürlüğü rejim değişikliği ile aynı hacimde göstermeye kalkıyor. İstanbul Üniversitesi Senatosu da benzeri bir görüş belirtmiş. Hüseyin Hatemi Hoca da aslında benzeri odakların dibaceyi bahane ederek kanundışı yasağı sonuna kadar savunacaklarını ve serbestîye geçit vermeyeceklerini yazmıştı.

***

Bundan dolayı, meseleyi bağlamından çıkartarak karşı devrim veya darbe vasfına sokmaya çalışıyorlar. Darbe muhatapları, böylece darbeci olmuş oluyorlar. Böylece de muayyen mihrakları göreve çağırıyorlar. Yani durumdan vazife çıkartıyorlar. Aynen 28 Şubat sürecinde olduğu gibi. Ve şimdi AKP ile birlikte MHP’ye de yüklenmeye başladılar. İşin kötüsü, 28 Şubat sürecinde Mesut Yılmaz’ın imam hatiplerin orta okullarının kapatılmasını müjdelemek için soluğu Hacı Bektaş’ta aldığı gibi, CHP Lideri Baykal da bu yöndeki adımları şikâyet etmek ve mesaj vermek için Karacaahmet Cemevi’ni seçti. Bununla da kalmadı, orada başörtüsünün İslâm geleneğinde olmadığını ve bize Vehhabîlerden, Emevîlerden ve Abbasîlerden geçtiğini söyledi. Bu taifi, yani 312’lik bir söylem. Her açıdan yanlış. Emevîleri Abbasîler devirmedi mi? Ulema Emevîlere mesafeli dururken, Abbasîlere karşı biraz daha yakın durmuştur. Ama bu nisbî bir durumdur. Alevîlerle Abbasîler arasındaki tarihî meseleler ise günümüzü ilgilendirmez ve bağlamı kalmamıştır. Deniz Baykal ‘Arap’tan ithal üniforma’ diyerek başörtüsünü aşağılarken, ‘Yeni bir peygamber mi geldi?’ diyerek de akıl almaz bir şekilde yasağı Hazreti Peygamber’e dayandırmak istemiştir. Böyle politikacı ve böyle politikacılık olabilir mi? Bu açıklamalar karşısında ister istemez kulağımızda Menderes’in CHP ile ilgili sözleri yankılanıyor! CHP yine İsmet İnönü ile birlikte başlayan darbelerdeki söylemine dönmüştür. Hedefin Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyeti olduğunu ileri sürmüştür. Başörtüsünü serbest bırakma girişimini ‘karşı darbe’ olarak nitelendirmekten de çekinmemiştir.

***

Siyasetçilerle yarışan ilim adamları ve gazeteciler de var. Onlardan biri olan ve belki de tarihe ibretâmiz ve hakaretâmiz mektubuyla geçecek olan Celal Şengör’ün başörtüsüyle ilgili hükmü de şu: “Gamalı haç.”

Enis Berberoğlu da başörtüsünü Nazi üniformasıyla bir tutuyor. Eğer iddia edildiği gibi Ergenekon gibi örgütler darbecilerin ve darbeciliğin taşeronluğunu yapıyorsa, Baykal tipli siyasetçilerin veya bazı gazeteci veya bilim adamlarının sözleri, üslup ve dili de aynı zemini beslemiyor mu? Bunlar darbeye verbatim/sözel destek değil mi? Kim kime darbe yapıyor, sorusuna darbe süreçleri cevap vermedi mi? Maalesef, 28 Şubat sürecinden sonra günah çıkaranlar, şimdi o eski günahlarına yeniden döndüler. Kaldıkları yerden misyonlarını sürdürüyorlar. Bunların tövbesi de bu kadar...

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Şimdi de “şekil kargaşası” mı?



Meclis Anayasa Komisyonu, bugün AKP ile MHP’nin üzerinde anlaştığı başörtüsü yasağına dair değişiklikleri görüşecek. Aslında değişiklik maddelerinde temelde bir şey yok; sâdece “eğitim hakkı”nı ve “kanun önünde eşitliği” pekiştirip te’yid etmekte.

Anayasanın 10. maddesindeki “devlet organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetinden yararlanmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket zorundadırlar” ibâresine, “eşitlik ilkesine uygun olarak” ifâdesi eklenmiş. Keza 42. maddedeki “kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz” cümlesinin başına, “kanunda yazılı olmayan hiçbir sebeple eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılmayacağı” kaydı getirilmiş.

Ancak iki parti kurmaylarının, “çarşafı ve peçeyi engellemek” amacıyla Yüksek Öğretim Kanunu Ek-17 maddesinin metninde yaptıkları “anayasal tanımın ayrıntıları”na dair değişiklik, yeniden tartışmalara yol açmakta. Buna göre daha önce Anayasa Mahkemesi’nin iptal edemediği, “yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” ibâresine, “kişinin yüzünün açık ve kimliğinin tanınmasına imkân verecek ve çene altından bağlanacak şekilde” sınırlanması getirilmekte…

Yasakçı çevrelerin “türban ortadereceli okullara da girecek” endişesini ve AKP’nin “yeni anayasa hazırlama kurulu” başkanı Prof. Ergun Özbudun’un, “burka da, mayo da girer” kaygısını gidermek için başörtüsüne getirilen bu “şekil” târifi, uygulamada yeni yeni kargaşa ve sıkıntıların sebebi.

“Değişiklikler”, CHP’nin “yargısal süreci”ne takılmadan olduğu gibi yürürlüğe girse bile, “çene altı bağlama” şartının boynu açıkta bırakacağı, dinî bir vecîbe olan başörtüsündeki tesettürü tam sağlayamayacağı “şekil kargaşası”nı getireceği, daha şimdiden tartışma konusu. Bu bakımdan tartışmaların “şekil kargaşası” etrafında dönmesi, yasakçıların bu bahaneyle yasağı emr-i vakiyle dayatmaları sözkonusu etmekte…

Görünen o ki Anayasa Mahkemesi’nin Anayasaya rağmen bu iki maddeyi “laiklik ilkesinin ihlâli” gerekçesiyle “şekil” yönünden aykırı bularak iptal edemezse bile, sözkonusu “yeni Ek-17”yi iptal etmesi, meseleyi bir defa daha tartışmaların içine sürükleyecek.

Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun, “Anayasa Mahkemesi Anayasayı aşıp karar verse başka…” deyip tereddütlü konuşması ve “bu çerçevede çıkarılacak bir yönetmelik”ten bahsetmesi bunun ifâdesi…

Bu durumda tamamen bir inanç ve insanlık hakkını, hak ve hürriyetleri katleden 12 Eylül ihtilâli anayasasının karmaşık maddelerine yamamanın yanlış bir yol olduğu bir defa daha ortaya çıkıyor. Görünen o ki bu haliyle “paket”in üniversitelerde bile yasağı kaldırmada ne derece etkili olacağı tartışmalı. Eğer demokratik direnç ve kararlılık gösterilmeyecekse, eskisinden pek farkı olmayan bu “değişiklikler”in de bir anlamı kalmıyor. Anlaşılan, daha çıkmadan ne derece uygulanacağı tartışma konusu olan bu anayasal ve yasal değişikliklerin uygulanması da yine siyasî irâdenin ve idârenin demokratik direnç ve kararlılığına kalıyor.

Zira, mevcut anayasa ve yasalar da kılık ve kıyafeti serbest bırakıyor. Ve esasen Türkiye’de kadınların kılık ve kıyafetini düzenleyen bir kanun yok…

Gerçekten, başörtüsünün şekle bağlanması, bu kez “şekil tartışmaları”nı ve hangi başörtüsünün “yasal”, hangisinin “yasa dışı” olduğu kargaşasını beraberinde getiriyor.

Sahi, bir kısım kışla komutanlarının önerileri gibi, “çene altından bağlanması” ne anlama geliyor? Son beş yıldır Anayasa Mahkemesi’nin anayasaya aykırı “gerekçesi”ni referans alıp “yasal yasak var” diyerek yasadışılığa sığınan ve başörtülü öğrencileri açık öğretim lisesi sınavlarına alan yöneticiler hakkında soruşturma başlatan AKP hükûmeti, bütün bu tartışmalara karşı ne kadar direnç gösterecek?

“Başörtülü belediye başkanı da olabilmeli” diyen belediye başkanını ve “inşaallah kamuda da başörtüsü yasağının kaldırılması gündeme gelecek” diye temennisini dile getiren milletvekilini “sorumsuzluk”la suçlayıp disipline sev keden AKP yönetimi, mâlum demokratik zaafla bu engebeli arazide yasağı engelleyebilecek mi?

“Kamu hizmeti alan ve veren’ ayırımı tehlikesi uyarılarına kulak asmayan siyasî iktidar, yasağın daha da yaygınlaştırılıp azdırılmasının önüne geçebilecek mi? Ortaöğrenim ve kamuda yasağın yasallaştırılması vahâmeti bir yana; yasakçıların eline yeni kozlar verilerek tepeden dayatılan emr-i vakilerle kapsamının genişletilmesine mani olabilecek mi?

AKP’nin özellikle inanç ve mânevî değerlerdeki kırılgan, çekingen ve tâvizkâr politikaları, bu soruların cevabında cesâret vermiyor. Ve değişiklikler üzerindeki bunca belirsizlik, yasasız başörtüsü yasağının yasayla kaldırılamayacağı gerçeğini bir defa daha su yüzüne çıkarıyor… İnşaallah bu kez uygulamada demokratik irâde gösterilir; ve “yasak yasadışı haliyle kalsaydı, hiç olmazsa kaldırılması daha kolay olurdu” demek durumunda kalmayız…

Haydi hayırlısı…

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Çözümde eksiklik



Yıllardır başörtüsü yasağının kalkmasını isteyen birisi olarak AKP ve MHP’nin başlattığı çalışmayı desteklememek mümkün değil. Özgürlüklerinin genişlemesini, demokrasinin gelişmesini isteyen hiç kimsede bu girişime soğuk bakamaz. Ancak Erdoğan’ın konuyu gündeme getirdiğinden beri söylediğimiz, işe yanlış tarafından bakılıyor olması… Şu anda da yanlışlık, eksiklik ve hata devam ettiriliyor. Bizim eleştirilerimiz binlerce insanı mağdur eden yasak kaldırılırken eksiklik ve yanlışlık yapılmaması için olmaktadır. Yani her zaman yaptığımız gibi yapıcı olmaya çalışıyoruz.

Öncelikle, burada yapılan eksiklik yasağın sadece üniversite öğrencileri ile sınırlandırılması. Elbette sadece üniversite öğrencileri için bile yasak kaldırılırsa büyük adım olacaktır. Başörtülü öğrencilerin yıllardır yaşadıkları sıkıntıları yakından takip eden bir insan olarak yaşanılan büyük hayal kırıklıklarını, ıztırapları, mağduriyetleri iyi biliyoruz. Ama yasağın kaldırılması sadece üniversite öğrencileri için sınırlandırılması eksik olacaktır. Çünkü, kamuda çalışan pek çok hanım da başörtüsü yasağından dolayı aynı sıkıntıları yaşadı, yaşıyor. 28 Şubat sürecinde binlerce memure sırf başörtülü diye işinden edildi, ekmeğinden oldu. 4-5 yıllık öğrencilik hayatında başınızı örteceksiniz, sonra kamuda çalışmak istiyorsanız açacaksınız. Bu durumda başörtüsü yasağının tam olarak kalktığı iddia edilemez.

Başbakan Tayyip Erdoğan baştan beri yasağın sadece üniversitelerde kaldırılacağını üstüne basarak dile getiriyor. Hatta bir milletvekili ve bir belediye başkanı “başörtüsü her yerde serbest bırakılsın” mânâsında sözler söylediği için haklarında jet hızıyla soruşturma açılıp inceleme başlatılırken, diğer milletvekili ve partililere adeta gözdağı verildi. Bunun sebebi belki kapatılmayı önlemek içindir, belki de başka bir sebep… Şimdilik bunu bilmiyoruz. En son olarak Erdoğan, türban konusuna MHP ile birlikte karşılıklı kurdukları komisyonda görev alan bakan ve milletvekillerinin dışında kimsenin bu konuda konuşmamasını istedi.

AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli’nin, “Yükseköğretim dışında kamuda böyle bir sıkıntı yok” demesi de gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü problem var. Problem varken görmezden gelinemez. Kaldı ki, AKP Kadın Kolları Başkanı Fatma Şahin’ın gazetelere yansıyan görüşlerinde de problemin olduğu kabul ediliyor, ama “konjonktür uygun olmadığı” için “kurumsal mutabakat” sağlanana kadar kamuda çalışanların bu meselesine çözüm getirilemeyeceğini söylüyor. (Hürriyet, 29.1.2008)

Bir diğer konuda MHP’nin tutumu… MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır, “Başörtüsü meselesi bir inanç meselesidir. Biz dinimiz İslâmın ve kitabımız Kur’ân, Kerim’in emri olduğu için insanlarımızın başını örttüğüne inanıyoruz” derken, başını örtenlerin eğitim ve öğretim özgürlüğünün dışlanmaması gerektiğini söylüyor. Ama kamu çalışanlarında yasağın kalkmamasını savunuyorlar. Bu da bir çelişkidir. Şimdi buradan hem AKP hem de MHP’li yetkililere sormak istiyorum: Sizce, bu işte bir gariplik yok mu?

Başka endişelerimiz de var. Anayasa’nın 42. maddesinin değişiklik teklifine “yükseköğretim” sözcüğünün girmesi bir nev'î ortaöğretimde ve kamu görevlileri için yasağın anayasaya girmesi anlamına da gelmez mi? Hukuksuz olan yasağa hukuk kılığı geçirilmiş olmaz mı? Bu yasağın bütün her yerde serbest bırakılması için “Hiç kimse kılık ve kıyafetinden dolayı eğitim, öğretim ve çalışma hürriyetinden yoksun bırakılamaz” şeklinde bir düzenleme yer alamaz mı? Bu düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse sıkıntı daha da artmaz mı?

Bunun için bu mesele çözülürken, hizmet alan-hizmet veren ayrımı yapılmadan çözüm yolu aranmalı diye düşünüyoruz.

AKP-MHP’nin getirdiği ve “türbana asker formülü” diye takdim edilen bir değişikliğe dikkat etmek gerekiyor. Teklif içinde yer alan “…Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkân verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir” cümlesi de hatalı olmuştur. “Çenenin altından bağla, iğne takma, şu renk giyme” gibi bir dayatma yapılmasının önüne nasıl geçilecek? Yasak kaldırılırsa herkes istediği gibi başını örtebilmelidir.

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in “Klâsik türban takacak kızlar üniversiteye girebilecek mi?” şeklindeki soruya “Kesinlikle giremeyecek. Sadece çenenin altında bağlayan girebilecek. Bunun nasıl olduğunu göstermek için kanuna fotoğraf koymayı bile düşündük” şeklinde cevaplandırması kafaları hepten karıştırıyor. (Hürriyet, 20.01.2008) Peki bunun ölçüsü ne olacak, kontrolü kim yapacak? Bütün üniversitelere başörtüsü bağlama şekli ile ilgili örnek resimler mi gönderilecek?

Bütün bunlar cevap bekleyen sorular… Ümit ediyoruz ki, bu eleştirileri dikkate alan Meclis bu endişeleri giderir. Ancak her iki parti yetkililerinin yasağın sadece üniversitelerde kaldırılacağı yönündeki ısrarlı tutumuna bakılırsa bu durumun ne komisyonda ne de genel kurulda değişmeyeceği zor görünüyor…

Özetle, üniversitelerde yasağın kalkması özgürlükler açısından, mağduriyetlerin giderilmesi açısından olumlu, ancak kamuda olmaması eksiklik olacaktır. Özgürlük yarım değil, tam sağlanmalıdır. İnşallah yasaklar kaldırılırken göstermelik bir çözüm de olmaz.

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Millet kararını vermiş



Başörtüsü yasağıyla ilgili tartışmalar yeni bir çehre kazandı. Meclis gündemine gelmesi beklenen ‘uzlaşma’ teklifine göre, üniversite öğrencileri, ‘çene’lerinin altından bağlayacak şekilde başörtüsü takarlarsa okullara girebilecekler.

Tabiî ki bu konu çok tartışıldı, bundan sonra da tartışma devam edecek. Ancak her defasında ifade etmeye çalıştığımız üzere, uygulanan yasak, yürürlükteki herhangi bir kanuna dayanmıyor. Dolayısı ile, yasağı sona erdirmek için de yeni bir ‘kanun’a ihtiyaç yok. Yeni bir kanun çıkarılmadan da yasak sona erdirilebilir ve böyle de yapılmalıdır. (Uygulanan yasağın kanunsuz olduğunu görmek isteyenler, Sami Selçuk’un Star’da yayınlanan “Sanal yasak” başlıklı, 29 Ocak 2008 tarihli yazısına da bakabilirler: http://www.stargazete.com/ index.asp?haberID=140219)

Ortada, kanuna dayanmayan bir uygulama olduğu için, sona erdirme de kanuna ihtiyaç duyulmadan yapılabilir. Niçin? Çünkü geçmişte de görüldü ki, kılık kıyafeti kanunla düzenlemek problemi çözmüyor, daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Maksat çözüm ise, ki öyle olmalıdır, o halde kanuna dayanmayan uygulamalara imza atanları hukukî yolla ikna etmek lâzımdır.

AKP ve MHP’nin uzlaşması sonucu ortaya çıkan yeni durum, gazete ve yazarları da ‘ihtilâf’a düşürdü. Her gazete, kendisine göre ‘çene altı başörtüsü bağlama şekli’ tesbit edip okuyucularına duyurmuş. Bu ‘örnek’lerden hangisi doğru? Eğer ilgili kanun çıkar ve uygulama başlarsa, bundan sonra da her halde bu konu tartışılacak. Oldu olacak, üniversitelerin girişlerine ‘örnek başörtüsü bağlama modelleri’ konulsun! Ki, bir bakan “Kanuna, başörtüsü bağlama şekliyle ilgili fotoğraf eklemeyi bile konuştuk/düşündük” anlamında sözler sarf etmiş. (Hürriyet, 30 Ocak 2008)

Muhalefetin ve bazı grupların, başörtüsü yasağının sona ermesi çalışmaları karşısında ortaya koydukları tepkiyi de anlamak mümkün değil. Yok efendim, bu yasak kalkarsa sadece üniversitelerle sınırlı kalmaz, ilk okullara kadar inermiş! Bütün yasakçılar şunu bilmeli: Milletin talepleri karşısında ‘yasak’ların ilelebed devam etmesi mümkün değildir. Hem, meselâ Almanya’daki ilk okullarda başörtüsü yasağı yok da, Türkiye’de niçin var? ‘Azınlığın haklarını koruyacağız’ diye, çoğunluğa haksızlık yapılmaya devam mı etsin?

Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de hadiseler tabiî seyrinde devam ediyor ve edecek. Zorlamalarla bir yere varmak mümkün değildir. Mümkün olsaydı, bu güne kadar yapılan zorlamalarla netice almak mümkün olurdu. Lütfen, insaf ile hareket edilsin ve milletin aldığı kararlara saygı duyulsun.

Dünya âlemde olduğu gibi, Türkiye’de de milletin dediği olmalı ve inşallah olacak. Başka türlü olması eşyanın tabiatına aykırıdır.

Müslüman milletimiz, gerek başörtüsü ve gerekse benzer konulardaki kararını bugün değil; ‘kâl u belâ’da vermiştir. Yapılan bütün araştırma, anket ve seçimler de bunu ortaya koyuyor. Milleti uzun süre aldatmak, yıldırmak ve korkutmak da mümkün değildir.

Türkiye’yi ‘idare edenler’e düşen, milletin taleplerine cevap vermek ve işleri suhuletle halletmektir. Aksi bütün tavırlar, millet nezdinde reddedilir. Yakın ve uzak tarih bunun en canlı şahididir.

01.02.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Kolay para



Yarışma programları milletin umudu mu oldu ne?

Türkiyemin canım insanları kolay para kazanmanın yolunu buldu galiba.

Çevir butonları gönder. Kim ne kadar mesaj gönderirse, en şanslı kişi o.

Televizyon kanallarına başvuran sırasını bekliyor. Sırası gelen ya bir “Popstar”a yahut bire yarışma programına gidip “para” peşine düşüyor.

Ter dökerek çalışmak artık tarihe karışıyor. Emek olmazsa, yemek olur mu?

Kolay para kazanma yolu bize 80 darbesinin bir armağanıdır. 83’te iktidara gelen siyasi teşekkül “köşe dönme” virüsünü yaydıktan sonra bu millet bir daha toparlanamadı.

“Benim memurum işini bilir” mantığı daha sonra “ben zenginleri severim”e dönüştü. Ortadirek ortadan kaldırıldı. Hayali ihracatçılar ve naylon faturacılar kısa yoldan köşe dönen zübük işadamları piyasaya çıktı.

Ne diyorduk:

Özel televizyon kanallarında yayınlanan para dağıtan yarışma programları binlerce kişinin umut kapısı olmuş.

Kanallara başvuranların sayısı “milyonları” bulmuş.

Show TV’de yayınlanan Acun Ilıcalı’nın sunduğu “Var mısın Yok musun” niye bu kadar izleniyor dersiniz?

Ve bu yarışmaya şimdiye kadar 400 bin kişi niye başvurdu dersiniz?

Canım ülkemin insanları niçin “çalışarak” ter dökmekten çok yarışmalara katılıp 3 saat boyu süren yarışmalarda ter dökmeyi makul bulsun?

Programın hem yapımcılığını hem de sunuculuğunu yapan Acun Ilıcalı, programın Hollanda formatından uyarlama olduğunu, Amerika başta olmak üzere dünya ülkelerinde uygulandığını belirtmiş... Ilıcalı, “Bazı ülkeler başarılı olmuş. Bazılarında başarısız olmuş. Biz şimdi dünyada en başarılı olan ülkeyiz” diyor.

Düşünebiliyor musunuz, şu ana kadar dağıtılan para 2 trilyon YTL...

Bu parayla yeni bir iş sahası açılabilir. İstihdam oluşturulabilir. Yarışmaya katılacak 400 bin kişinin verimini bir düşünün.

Bu kadar sayıda insan, bir kişi para kazansın diye, çabalayacak.

Bir başka yarışma “Benim Param Senin Paran” programında günde 2 bin kişi başvuruyormuş. Bu bir insan gücü potansiyelidir.

Yazık günah.

İnsan iş gücü kaybının yanı sıra, insan bu dünyada aynı zamanda emek denen bir işin varlığını da unutacak gibi görünüyor.

01.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri