Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Köln’de erken bahar



Henüz ilk cemrenin düştüğü, Ren sahillerinin erik çiçeklerinin beyazına büründüğü ve Nisan kuşlarının bu diyarları velveleye verdiği bir günde bu satırları yazıyorum. Siz deyin ki Şubat'ın henüz üçüncü haftası… Toprağa nadas veren mahlûkların yanlışlıkla asfalt patikalara düştüğü, yani toprağa düşmesi beklenen cemreyi beklemeden işe girişmelerinin sabahında, Alp dağlarında yüklendiği tomurcukları Amsterdam'a ve Hamburg’a taşıyan gemilerin meşhur Dom kilisesine selâm verirken aheste aheste yüzdükleri bir zamanda…

İlkbahar ile erkenbaharın farkını bilir misiniz? Ben de bilmiyorum. Olsa olsa birisi cemreleri bekler gelir, diğeri ise cemrelerden de erken… Belki de birisi neslimize ait bir bahardır, diğeri ise geçmişlerin baharı… Yani erken bahara seriüsseyr zamane çocuğunun baharı da diyebilirsiniz… Serilik ve aşırı sür’at yalnız teknolojide seyredilmiyor… Yaşadığımız tabiatta, dönen dünyamızda ve belki de bütün kâinatta… Bazı göçmen kuşları kışın kısalığını bahane ederek Akdeniz'i aşmaktan vazgeçtikleri söyleniyor. Nil kenarındaki çocuklar, Kuzeyin zemherirlerinden kaçıp kendilerine şarkı söyleyen kuşlara birkaç yıldır hasret kalmışlar… Seriüsseyr, kuşları da şaşırtmış. Kuşların yüzdükleri istikâmete artık Kuzeyin buzdağları yüzüyormuş. Baharı beklemekten sıkılmış onlar.

Köln şehrini herkes kendisine göre değerlendirir. Türkiye başbakanının ilk aşkı olan bu şehir, Avrupa'nın müşevveş tarihî karşılaşmalarının merkezi sayılır. İç savaşlar, kıtlık, kargaşa ve diğer felâketlerin Dom’un bitimini tam yedi yüz sene geciktirdiği Köln'ün yalnız Almanya için değil, bütün Avrupa'ca önemi olduğu tartışılmaz. Avrupa'nın ikinci büyük kilisesinin burada olması buraya İsevîlerce bir kudsiyet te izafe etmiş. Dinsiz Avrupa ile İsevî Avrupa’nın şiddetli çatışmaları arasında kalan Köln’deki savaşlar hakikaten garip ve ilginçtir. Sefahetle insanlığı bozmak isteyen deccaliyet, ara ara Köln’e yüzbinlerce eşcinseli toplayarak Köln’ün kudsiyetine saldırıken, Papa Ratzinger de bir milyona yakın Katolik gence Köln sokaklarında “Haleluja” söylettirdi. Almanya'ya yerleşmiş Müslümanların da dinî organizasyonlarının merkezlerini Köln'de açmaları, bu kudsiyete ayrı bir mânâ ilave etmiş. Fakat Avrupa'nın sefih, dinsiz ve saldırgan yüzü; medya, san’at ve sefih kültür yoluyla bu Hıristiyan şehrinin kale duvarlarını dövmeye devam ediyor.

11 Eylül ihtilâlini gerçekleştiren neocon ve neolibarel dinsizlerin Avrupa’da Kur’ân’a ve Resulullah’a peşpeşe saldırmaları, İsevîleri canlandırarak harekete geçirdi. Köln'de dinsizlerin boy hedefi haline gelen Kardinal Meisner sebat göstererek hücumları püskürtürken, çiçeği burnundaki başpiskopusu semavî dinler adına yeni bir hedef koyuyor: “21. yüzyıl ya hiç olmayacak veyahut dinin yüzyılı olacak.” Reinhardt Marks, Müslümanlarla dost olduğunu, Hıristiyanların aslî kök ve dengelerine dönmelerinin şart olduğunu, hükümet erkânının ve emniyet önünde bütün Avrupa’ya ilân ediyor. Başpiskoposlar Konferansının yeni başkanı da Hıristiyanlığın tasaffisini bir başka şekilde ifade ediyor: “Papazların evlenip evlenmemesi dinin esasları arasında yer almıyor.” Yani, kilise mesnetsiz bu yasağı da kaldırma eğiliminde.

Dedim ya, Köln’de erken baharı yaşıyoruz. Erkence çiçeğe duranlar yalnızca erikler değil, budakların tomurcuğa yönelmeleri epeyce oldu. Bir seher vakti “zemherir” sessizce Köln'ü terk edince, Köln'de bahar cemreleri beklemeye tahammül edememiş; heyecan, helecan, korku ve sevinçten muhtelif duygularla erken gelmiş bahçelere… Ren kıyılarını süslemekle meşgul şimdi o…

Erken baharın seyrüsseyr zamane çocuğunun keyfini azıcık kaçırdığını müşahede ediyoruz. Medeniyetin üzerine boca ettiği oyuncaklarının arasında baharı görecek hali de yok, zavallının. Hakikatten, fıtrattan ve tabiattan koparılmış bu çocuğun işi fevkalade zor… Teknoloji ve çevre onu sürate davet ediyor, gelgör ki sefih aletler, ağırlıklar yüklemiş beline ve başına… Oyuncakların arasında iyice hantallaşmış o kadar çocuk var ki… Pencereden dışarıya bakacak ve en tatlı tegannilerle kendisini rahatlatacak seslere penceresini açamayacak kadar hantal… Top güllesinden yetmiş kez süratli dünyamız ve bu sürate ayak uydurmaya çalışan bunca hadiseler ve eşya, hantal çocuğu bekleyecek değil ya… Vaad edilmiş menziline yaklaştıkca dünyamız hızlanıyor ve O’nunla birlikte mevsimler de, nehirler de, buzullar da ve baharlar da sür’atlenip, nihaî mekâna hazırlanıyorlar. Herkes, her şey ve her hareket… Yalnızca biri var şaşkın… O da Yaratıcıdan habersizce yaşayan hantal çocuk…

03.03.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Hakkın zemininde insanî buluşma



Hak ve doğru insanlığın aslî gerçekliğine ve fıtrî haline daha yakın olmalıdır. Muhtemelen her insanın özünden gelen ve fıtratından kaynaklanan ses hakkın ve doğrunun yanında yer alacaktır. Ancak hak çoğu zaman siyasî güçlerin ve benlikle bağlantılı hallerin uzağında daha çok şeffafiyete yakın bir kavram gibidir. Hakkın etkisi ve yayılımı şeffafiyet tecellisine en belirgin şekilde planda mazhar hava ve suyu andırır. Hava ve su etkileri zahiren çok belirgin olarak gözlenmediği halde sessiz ve derinden bütün varlıkları kuşatacak fıtrî özelliklere sahiptirler.

Su, bütün dünyanın dörtte üçünü, insanın yüzde altmışını teşkil ettiği halde bu durum zahiren çok belirgin değildir. Hava, hayatımızın en önemli unsurlarından biri olduğu halde çoğu zaman varlığını dahi hissetmeyiz. Nefesimizi rahatlıkla alamadığımız anlarda havanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlıyoruz. Sosyal alanda da hak benzer bir şeffafiyet hali göstermektedir. Hakkın galibiyeti çoğu zaman savaşlarla değil barış zamanları ve ruhlara nüfuz ederek olmuştur.

Hepimizin içinde doğruya ve iyiye bir meyil var olduğu toplumların genel sükûn halinden anlaşılmaktadır. Her fıtrat özünde doğrunun yanında güzelliklere meyilli olmalıdır. Ancak toplumun genel yapısı ve gelenekler, kültür yapısı zaman zaman insanı fıtratının sesinden uzaklaştırmaktadır. Bozulmamış her fıtratın, hakkın ve doğrunun yanında yer alması gerektiği insanlık tarihinin ortaya çıkardığı açık gerçeklerdendir.

İnsanlık tarihine bakıldığında, insanlara en büyük değerleri katan ve insanları özünden ve derinden etkileyen hakikatler büyük siyasî güçlerin değil, inançları ve değerleri ile insanları özde etkileyen samimî fertlerin ve toplulukların eseri olmuştur. Toplumlara asıl yön veren maddî güç ve para değil inanılmış değerler olmuştur. Bu değerler bir tür şeffafiyetle sosyal yapıları derununa inerek etkilerler. Nitekim Asr-ı Saadette dünyevî hiçbir güç olmaksızın başlayan hareket artık insanlığın bütün katmanlarına ve derinliklerine nüfuz etmiştir.

Bu durum önümüzdeki yıllarda siyaset ve teşahhusattan uzak ve şeffafiyete mazhar Risâle-i Nur hakikatlerinin döneminin geldiğine bir işaret olmalıdır. Her türlü siyasî ve coğrafî sınırların eşyayı ve insanları parsellemesinden uzak bir yapı olan bu hareket çok kısa bir süre sonra bütün dünyayı etki alanına alacak gibidir. Teşahhusata mazhar siyasî hareketler engellenebilir, çünkü bu mazhariyetle kendi alanlarını sınırlamışlar ve menfaat çatışmalarının hedefi olabilecek konuma gelmişlerdir. Oysa şeffafiyete mazhar bir hakikati siyasetle ve maddî güçle engellemek mümkün değildir, çünkü ortada hedef olarak algılanabilecek, parsellenmiş bir alan ve mücadelesi verilen bir benlik yoktur. Yaşanan son olaylardan sonra hakka yönelen insanlık Risâle-i Nur’a muhakkak ulaşacak veya yavaş yavaş yayılan hakikatler bütün maddî engelleri nuraniyeti ile aşacak ve ruhları derinden etkileyecektir. O halde bizlere düşen vazifeler çok büyük ve insanlık için çok önemlidir.

Memleketimizin azametli fakat bahtsız oluşuna yol açan en önemli sebeplerden biri gereksiz konuların zihinleri fazlasıyla meşgul etmesi ve asıl meselelere harcanacak enerjinin zayıflamasıdır. Başörtüsü ya da türban ayrımının ya da başörtüsünün sembol olup olmadığının memleketimizdeki tesettür problemi ile en ufak ilgisi yoktur. Bütün dünyanın muasır medeniyet noktasına yöneldiği ve bu vatanı da bahtının yeni yeni açılmaya başladığı bir zamanda insanları mağdur eden uygulamaların herkes için moral bozucu olduğunu ve çok hız kestiğini görmek gerekiyor. Şu an hepimizin temel vazifesi bahtımızın açılması ve ülkemizi maddî terakkisi ile ila-yı kelimetullah noktasında eski şevketine kavuştuğu günler için sözlerimizle ve fiillerimizle duâ etmektir. Oysa başörtüsünün koca memleketin temel meselesi olduğu ve çarpıtılarak gündeme getirildiği bir durumda kırılmış kalpler ve aleyhte duygular arttıkça bir millet olma şuuru ve ortaklık duygusu zaafa uğrayacaktır. Tesettür gibi geniş ve Settar isminin genişliği ile alâkadar olan ve kâinatın tamamını ilgilendiren bir kavramı sadece hanımları ilgilendiren ve yalnızca başın örtülmesi ile alâkalı olarak ele almak kavramı çok sığ hale getirmektedir.

Bu konuyu tartışan ve içinde yer alan herkes önce kendi konumunu iyi algılamalı dünyevî konumlarının ötesinde uçsuz bucaksız bir uzay boşluğunda esamesi okunmayan bir gezegende uçaktan bile bakıldığında görülemeyen, sistemin bütününde sinekten daha ehemmiyetsiz varlıklar olduklarını unutmamalıdırlar. Dünyevî konumlar yalnızca günlük yaşantının darlığında izafi bir anlam ifade etmektedir. O yüzden bir konuda kimin ne düşündüğünden ve söylediğinden çok varlığın asıl sahibinin ne dediği önemlidir. Sonucu belirleyecek de O’nun hükmüdür.

Bu yüzden varlığın geneli karşısında aciz ve zayıf olan ve bu durumlarını hiçbir dünyevî makam değiştirmeyen insanlar birbirine dayanmalı hoşgörü, esneklik ve anlayışla hayatı ve sosyal ortamları kendilerine zehir hükmüne geçirmeden Kadir-i Külli’şey’e dayanmakla yarınlarından emin olmanın tarif edilmez huzurunu bütün insanlık olarak hissetmelidirler.

Gelecek yıllar küresel Asr-ı Saadetin yani dünya genelinde insanî ve İslâmî mânâların yayılımına zemin hazırlayacak tarzda ilerlemektedir. Barış içinde bir dünya herkesin herkese tahammül edebildiği bir algı ile ancak mümkün olur. Bu mânâ hakkın galip olduğu ve her ferdin bu zeminde birlik algısının kalplere yerleştiği gün açığa çıkacak gibidir.

03.03.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Ben halkım, peki sen kimsin?



Biri “halk” dedi mi başımı çeviririm.

Bir yerde “Halkımız çok bilinçsiz, çooook” sözünü işitsem, “halk” kelimesinde durup, ismim söylenmiş gibi bakar; “bilinçsiz” sözünde başımı önüme eğerim.

“Halkımız en doğru kararı verecektir” deseler, “Vereceğim değil mi? Evet evet, vereceğim” diye gururla söylenirim kendi kendime.

“Beni buraya halk getirdi” diyen popçuları izlerken, hayatımı film şeridi gibi gözlerimin önüne getirir, şöyle bir düşünürüm: “Hay Allah, neden böyle bir şey yapmışım ki?”

Birilerine “Halka inin, halka” diye bağırıyorlarsa, halka inmeyenlerin karşısında gayri ihtiyari başımı hafifçe yukarıya kaldırır ve elimle “in aşağı” işareti yaparım.

“Halk plajlara akın etti, vatandaş dışarıda kaldı” sözünü alnımda kara bir leke gibi taşır ve nerede bir vatandaş görsem, önünden yüzüm kızararak geçerim.

“Halkla kucaklaşmak” sözünü her duyduğumda kollarımı açarım.

Birisi için “Halkın diliyle konuşuyor” dense, gidip ondan dilimi almak ve “benim dilimi kullanmak için benden izin istedin mi?” diye sormak üzere harekete geçerim.

“Halka soralım” sözü en büyük stres kaynağımdır. “Acaba nereden soracaklar? Çalıştığım yerden sorsalar bari… Yanlış cevap verirsem ne olacak?” diye günlerce uykusuz kalırım.

“Halka” filmine bile, “Aaa bu filmi bana yapmışlar, izleyeyim bari” diye izlemiştim.

“Halka 2” çıkınca ise biraz bozulmuş; “Hep halka hep halka, yani hep bana hep bana olur mu? Biraz da vatandaşa film çekin. Zaten plajlara akın edip onları dışarıda bırakarak çok ayıp etmiştim” diye söylenmiştim.

“Halkı kin ve düşmanlığa açıkça tahrik” suçu her işlendiğinde, biraz düşünüp ne zaman tahrik edildiğimi bulmaya çalışır, ama her defasında hiçbir şey bulamam.

“Cumhuriyet Halk Partisi”nde ise, ismim söylenmiş gibi duraklayıp etrafıma bakınırım. Sonra “İsim benzerliğiymiş” diye yoluma devam ederim.

Eminim “cumhuriyet” de aynı şeyleri yaşamıştır.

03.03.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Sırada 23 Mart var



21 Şubat’ta verdiğimiz “Ses getiren manşetler” ekimiz çok beğenildi ve büyük takdirle karşılandı. Yeni Asya’nın 38 yıldır verdiği çok yönlü hizmetlerin yalnızca “manşet” boyutunu sınırlı örneklerle hatırlatıp gözler önüne seren bu çalışma hem hepimiz açısından bir moral ve güven tazeleme vesilesi oldu, hem de yıllarca saklanacak bir belge olarak kayıtlara geçti.

Şimdi, her sene olduğu gibi, sırada 23 Mart var. Biliyorsunuz, Yeni Asya’nın kuruluş yıldönümleri gibi Üstadın vefat yıldönümlerinde de okurlarımıza özel çalışmalar sunmayı bir gelenek haline getirdik ve bu geleneği bu yıl da sürdüreceğiz inşaallah.

23 Mart’ta vereceğimiz ekle ilgili çalışmalarımız sürüyor. Muhtevaya ilişkin detayları bilâhare vereceğiz. Ancak şekil özelliklerinin 21 Şubat ekimizden geri kalmayacağını şimdiden ifade edelim.

Şu aşamada, Abone ve Dağıtım Servisimizin duyurusunu da iletmek istiyoruz:

O gün için fazladan gazete taleplerinizi şimdiden kararlaştırıp 0 212 630 48 35 ve 0 532 267 27 72 no’lu telefonlara bildirmeye başlamanızı bekliyoruz.

Konuyla ilgili özel bir notumuz da şu:

O gün talep ettiğiniz gazetelerin ve eklerinin zamanında elinize ulaşması için, bu yıl dağıtımın tamamının YAY-SAT tarafından yapılmasının uygun olacağı düşünüldü.

Ödemeler hususunda şimdiden tedbir alınmasını dikkatlerinize sunuyoruz.

***

39. yıl mesajlarına devam

Mustafa Başoğlu (Sağlık-İş Başkanı):

Yeni Asya gazetesi 38 yıldan beri ülkemizde demokrasiyi savunarak, yasakların kaldırılması mücadelesini hiçbir fedakârlıktan çekinmeden, yılmadan yerine getirmektedir.

Yeni Asya aynı zamanda, en büyük İslâm âlimi olduğu yazdığı eserlerle ve ulusal ve uluslararası sempozyumlarda söylenen sözlerle kanıtlanan Bediüzzaman Said Nursî’nin düşüncelerini Türk toplumuna yaymak ve iletmek için gösterdiği çabalardan dolayı, kutlanacak bir görev ifa etmektedir.

Said Nursî’nin takipçileri onun yaptığı gibi gerektiğinde özgürlüğünden vazgeçerek, daha çok özgürlük için mücadele etmeyi göze alabilmeli, özellikle âlemlerin Rabbi olan yüce Allah’ın kullarına gönderdiği son ve tek geçerli din olan İslâma yöneltilen haksız saldırılara göğüs germelidir.

Yeni Asya bu görevleri lâyıkıyla yerine getiren, övündüğümüz bir yayın organıdır. Bundan sonraki yayın hayatında da başarılarının artarak devam etmesini yüce Allah’tan diliyorum.

***

Mehmet Ali Çiftkaya (DP Konya-Meram İlçe

Başkanı):

Yeni Asya gazetesinin 39. kuruluş yıldönümünü ilçe teşkilâtım adına tebrik ederim. Demokrat misyonun her şartta ve zamanda yanında yer alan ve sürekli projeksiyon veren fikirleriyle bize yol gösteren Yeni Asya camiasına şükranlarımı sunar, Cenab-ı Haktan muvaffakiyetler dilerim.

***

Altuner ailesi:

Ailecek, Yeni Asya’nın 39. yılını tebrik eder; hayırlı muvaffakiyetler dileriz. “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.”

***

Ali Sinoğlu:

Üstadımızın susmayan sesi, tükenmeyen nefesi, Zübeyir Ağabeyin ruhu, Nurcuların muhabbet fedaisi Yeni Asya’mızın 39. yıldönümünü tebrik ederim.

03.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

PR ve zamanlama hatası



Aslında Dağlıca olayı sonrasında Kuzey Irak’a bir misilleme bekleniyordu. Ancak karşı tarafın tuzağına düşmemek için zamanını ve yerini TSK’nın tayin etmesi isteniyordu. Zira, ‘Öfkeyle kalkan pişmanlıkla oturur’ misali öfke insiyatifi kaybettirir. İnsiyatifi kaybeden de harekâtın seyrini kontrol edemez ve kolaylıkla başkalarının tuzağına düşebilir. Bu itibarla, 21 Şubat tarihinde başlayan ve bir hafta süren kara harekâtı psikolojik ve siyasî olarak Türkiye’nin lehine olmuştur. Tek gölge eden unsur Amerikan yöneticilerinin ‘çekil’ baskılarının tam çekilme takvimine rastlamış olmasıdır. Bu talihsizlik oldu ve ‘Arapların ‘irtibak’ dedikleri şaşkınlığa yol açtı. Bu yüzden çokları çekilmenin Türk insiyatifiyle gerçekleşmediğine inanıyor. Hatta bir kısmı “Amerikalılar gir dedi, girildi, çık dedi çıkıldı” havasında değerlendirmeler yapıyor. Halbuki, böyle bir şey elbette ki yok. Amerikalılar girilmesini istemiyorlardı ve Türkiye’nin zorlamalarıyla buna razı oldular. Ama zamanının ve hedeflerinin sınırlı olmasını istiyorlardı. Bunu da Türkiye’ye baskı yapmak için ulu orta söylediler. Türkiye bu baskılara direnmiş olmalı ki Gates’den sonra daha üst seviyeden Bush da olaya müdahale ederek Türkiye’nin aceleyle çıkmasını istemiştir. Bu hususta sabırsızlığını izhar etmiştir.

Çekilmede bu baskının bir rolü olmuş mudur? Teknik olarak olmamıştır, ama dolaylı olarak harekâtın seyrini etkilemiştir denebilir. Türkiye’nin baştan beri bu tür baskılara maruz kalacağı önceden tahmin edilen bir gerçek. Hesaplar mutlaka buna göre yapılmış olmalıdır. Dolayısıyla Türkiye harekâtı bu siyasî ve diplomatik atmosfer içinde yapmıştır. Bundan dolayı, harekâtın uzun vadeye yayılması pek düşünülmüyordu. Zaten Gates sabırsızlansa da bir iki haftalık obsiyon ve süre tanıyordu. Bush’un açıklaması daha sert olmakla birlikte yine aynı doğrultuda idi. “İşinizi bitirin ve çıkın” diyordu. (To mova quickly achieve their objective and then getout...as quickly as possible).

***

Evet, Amerikalıların çekilme taleplerini ulu orta yapmaları ve bu yöndeki çağrıları diplomatik olarak şık olmamış hatta çirkin olmuştur. Bununla birlikte, teknik olarak bu çağrılardan hemen sonra hazırlıksız ve ani çekilme düşünülemez. Dolayısıyla çekilme çağrıları ile çekilme takvimi kendiliğinden çakışmış ve üstüste gelmiştir. Dayatmanın çekilme üzerinde genel bir etkisi varsa da bu izafidir. Çıkmasındaki etkisi girmesindeki etkisi gibidir. Türkiye belki biraz daha fazla kalsaydı söyledikleri gibi yaptırım olarak istihbarat alış verişini kesebilirlerdi. Nitekim bu yönde sinyaller göndermiştir.

Elbette ki, ABD’nin bu yöndeki baskıları Barzani ve onun ötesinde PKK kalıntıları üzerinde pozitif etki yapabilir ve harekâtın seyri tehlikeye girebilirdi. Çekilmenin bir pazarlığın sonucu olmadığı, başbakanın bile çekilmenin zamanlamasını bilmemesiyle de ispatlanabilir. Harekâtın diplomatik ayağını hükümet yürütmüştür. Çekilme bunun dışında kalmıştır. Dolayısıyla bu hususta hükümetin suçlanması yersiz ve kasıtlıdır. Çekilmede diplomatik baskıların bir etkisi olmamıştır. En azından hükümet üzerinden. Bundan dolayı Büyükanıt Milliyet gazetesine yaptığı ilk değerlendirmede: “Çekilme takviminde bir hata payı varsa bu hükümete değil, bize aittir” demiştir. Çekilme ile baskıların üstüste gelmesi belki gayrı maksut bir şekilde PR (halkla ilişkiler) ve zamanlama hatasına yol açmıştır. Ama bu bizatihi bir durum değil byproduct denilen tali bir durumdur.

***

Çekilme baskıları bir kez daha ABD’nin henüz Kürtlerden veya Barzani’den vazgeçmediğini göstermiştir. Türkiye’yi onlar üzerinden terbiye etme politikası sona erse de PKK propagandistlerinin iddia ettiği gibi ABD ne Barzani’yi, ne de PKK’yı yüzüstü bırakmıştır. Vazgeçme sözkonusu değildir. Güdülen, müttefikler arasında denge politikasıdır. Ve The Economist dergisinin de iddia ettiği paralelde Gates de Barzani ile ilişkilerimizi sıcak tutmamızı tavsiye etmiştir. Zaten askerî çözüm yerine siyasî çözümü de tavsiye etmişlerdir. Bu harekât turnusol kâğıdı gibi olmuş ve ABD’nin asıl niyetlerini, kiminle ne kadar müttefik olduğunu ortaya koymuştur. Bununla birlikte gerek PKK’nın, gerekse Barzani gibi bir takım çevrelerin ürettikleri senaryolar Türkiye’nin ani ve ansızın çekilmesi ve harekâtın süresini kısa tutmasıyla suya düşmüştür. Gerek Talabani, gerekse Irak Hükümeti Sözcüsü Ali Debbağ’ın da ifade ettiği gibi bu çekilme ile Türkiye ‘ iyi niyetini’ ortaya koymuştur. En azından bir güven inşa etmiştir. Bunun ışığında gelecekteki sınır ötesi operasyonlar psikolojik olarak daha rahat olacaktır. Denildiği gibi hem Barzani, hem de PKK bu harekâttan az-çok hem askerî, hem de siyasî düzeyde zarar görmüştür. Barzani’nin siyasî hasarı kendi tercihinin bir sonucudur.

03.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tahrik ve baskı



Kanunsuz, ancak fiilî başörtüsü yasağını sona erdirmek için adım atılması, ‘baskı’cıların harekete geçmesine sebep oldu. “Yasak kalkarsa kargaşa ve kaos olur” diyenlerin yanıldığı daha ilk günden anlaşıldı. Çünkü başörtülü öğrencilerle başı örtülü olmayan öğrenciler okullarda ve sınıflarda kucaklaştı, kaynaştı.

İşte bu durum, ‘ifsat şebekeleri’ni rahatsız etti. Arzu ettikleri ‘kaos ve kargaşa’ yaşanmayınca, ‘olay’a bizzat el attılar ve bazı yerlerde başörtülü öğrencilere açıkça hakaret ederek milletin tahrik olmasına çalıştılar. Bu davranışın en bariz örneği, İstanbul’daki bir özel üniversitede yaşandı. Gazetelere de yansıyan haber ve fotoğraflar, kimin kime baskı uyguladığını gösteriyor. (Arzu edenler 28 Şubat 2008 tarihli Akşam ve 29 Şubat 2008 tarihli Taraf gazetelerine bakabilir...)

“Azgın azınlığın temsilcisi” bir grup tarafından sözlü ve fiilî saldırıya uğrayan başörtülü öğrenci, başı açık arkadaşlarının kendisine sahip çıktığını ve azgın grubun saldırısından koruduğunu söylemiş. (Zaman, 1 Mart 2008)

Bu bile, başı açık öğrencilerle başörtülü öğrenciler arasında hiçbir problem olmadığını gösteriyor. Asıl problem, umdukları ve bekledikleri ‘kaos’u göremeyenlerce çıkartılmak isteniyor.

“Dini bütün, samimî insanlar”ı rahatsız eden bu davranışlara engel olmak ve sebep olanlara kanun önünde hesap sormak da ‘yetkililer’in işi olsa gerek. Öğrenci dahi olmayan ‘kişi’lerin, üniversite bahçesine ya da önüne gidip başörtülü öğrencilere sataşması, onlara hakaret etmesi, fiilî ve sözlü tacizde bulunması açıkça tahrik değilse nedir? ‘İfsat şebekeleri’nin kurmak istediği bu tuzağa düşmemek için sabır gerekiyor.

Üniversiteler rahat bırakılsa ya da ‘ne yapılması gerektiği’ öğrencilere sorulsa mesele kalmayacak. Ama yasakçıların ‘genç’lere de güveni yok ki...

***

Medyaya teşhis

İlk toplantısı 15-16 Ocak 2008’de Madrid’de gerçekleştirilen “Medeniyetler İttifakı Projesi”nin tek ‘akademisyen’ Türk konuşmacısı Doç. Dr. Aslı Tunç, projeyi değerlendirirken medyanın tavrını eleştirmiş.

Aynı toplantının önümüzdeki yıl İstanbul’da yapılacağını hatırlatan Doç. Tunç, ‘Medeniyetler Buluşması’nın Türkiye medyası tarafından aktarılış biçimini şöyle değerlendirmiş: “Türk medyasını takip etmeye çalıştım. Durum hiç de iç açıcı değildi doğrusu. Ama bu zaten beklenmedik bir sonuç değil. Pek çok önemli oturuma Türk gazeteciler katılmadı. Varsa yoksa Tayyip Erdoğan’ın yapıp ettikleri. Ben yaygın medyada Kraliçe Nur’un zarafeti, Katar kraliçesinin güzelliği gibi haberler gördüm. Bunun ötesinde bir şey yoktu. Zaten gazetelerin ayırdığı yer çok azdı. İspanya basını Ban-Ki Moon’un konuşma metnini, bununla ilgili bir sürü analizi yayınladı. Hiçbirinde kraliçe fotoğrafı görmedim. Önümüzdeki sene bu buluşma İstanbul’da gerçekleşecek. En azından bu sebeple bile daha çok merak edilebilirdi gelişmeler.” (www. medyakronik.com)

İçerde ve dışarda yaşanan her hadiseye sadece ‘magazin’ gözüyle bakan medyanın hali maalesef bu...

03.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara’daki tartışma



Dışişleri Bakanı Babacan’ın Moskova yolunda haber verdiği “sınır ötesi kara harekâtı”nın sona erdirilmesinin ardından Ankara’da bir dizi tartışma başladı… Ancak Genelkurmay’ın, çekilmenin “içeriden veya dışarıdan herhangi bir etkinin sözkonusu olmadığı” açıklamasına rağmen, operasyonun durdurulmasının Amerikan Savunma Bakanı Gates’in Ankara’ya üç saatlik ziyaretinin ertesine denk gelmesi, dikkat çekici oldu.

Gerçekten Başbakandan, Genelkurmay Başkanından Savunma Bakanına kadar her kademede, “Daha işimiz bitmedi” denildiğinden 12 saat sonra harekâtın sonlanması, dikkat çekici oldu. Ağır kış şartlarında bunca şehid verildikten sonra operasyonun sürpriz bir şekilde noktalanması, Ankara’da bir dizi spekülasyona sebebiyet verdi.

* * *

Bu arada Başbakanın Cuma günü hazırlanan aylık “ulusa sesleniş” konuşmasında “operasyonun devam ettiğini” söylediği halde, öğleden sonra operasyonun aniden durdurulması üzerine konuşma metnini değiştirmesi, operasyonun bittiğinden haberi olmadığı şeklinde yorumlandı…

Her ne kadar Başbakan ‘olup bitenden haberim var’ dese de, daha birkaç saat öncesine kadar “ambargo” konulan “operasyon sürecek” sözlerinin, bu tür tartışmalara yol açtı. Anlaşılan, Genelkurmay Başkanı’nın “kısa süre izâfî bir kavram, bazen bir gündür bazen bir sene olur” dediği “kısa süre” bir günmüş…

Operasyon neden durduruldu? Kapalı kapılar arkasında neler oldu, gizli görüşmelerde neler konuşuldu, daha birkaç saat önce “devam edecek” denilen harekât niçin bir anda bitirildi? Ancak tartışmalar bununla da bitmedi. 27 şehidin verildiği “Amerikan desteği”ndeki bir haftalık operasyonun en çok tartışılan yönü, şüphesiz arkasındaki “beklentiler” olmakta.

Başbakan her ne kadar “takdire şayan” gördüğü “Amerika’nın anlık istihbarat paylaşımı”na teşekkür” edip, “bunun hiçbir karşılığının olmadığını” söylese de, “sınır ötesi harekât”ın “sınırlı” kalmasının karşılığı hakkında kulislerde birçok konu konuşuluyor… …

Ankara’nın, Irak’ın üçe bölünmesiyle Kuzey Irak’taki yerel yönetimin “otonom” bir devlet olarak kabullenmesi, bunların başında gelmekte. Keza Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesiyle boşalacak bölgeye işgal güçleriyle birlikte işgalcilerin hegemonya ve çıkarlarının korunması için Mehmetçiğin Irak’a yerleştirilmesinden, ABD’nin İran’a yönelik saldırısına Müslüman bir komşu bölge ülkesi olarak Türkiye’nin katılmasına kadar, çeşitli senaryolar ortaya atılmakta…

Bu durum, Türkiye’yi zaten baştan beri her türlü lojistik desteği verdiği ve savaş uçaklarına üslerini açtığı “stratejik müttefiki”yle birlikte resmen savaş ortağı edeceği belirtilmekte… Ne var ki “beklentiler” bununla da kalmamakta. Afganistan’da Taliban’a karşı zorlanan işgalci ABD, NATO şemsiyesinde aralarında Türkiye’nin de bulunduğu üye ülkelerden savaşacak güç istemekte. 2005 yılından bu yana Türkiye’nin 750 askeri Afganistan’da. Ancak ABD, bunu yeterli görmüyor. Türk askerinin Taliban’ın hâkim olduğu oldukça tehlikeli olan Kabil dışında da “görev” almasını talep etmekte…

* * *

Her ne kadar daha önce Başbakan ve hükûmetten Afganistan’a ilâve asker gönderilmesi söz konusu olmadığı belirtilse ve Genelkurmay Başkanı açık açık, “Terörle mücadele için Afganistan’a tek bir asker bile göndermeyiz” dese de, ABD’nin kontrolündeki Irak’ta harekâta verdiği “iznin” öncelikli “karşılığı” olarak bu husus gündeme getirilmekte…

Hegemonya ve çıkarı uğruna Afganistan’ı işgal edip her türlü çıkarını sağladıktan ve istilâcı güç olarak işbirlikçilerini başa geçirip ülkeye yerleştikten sonra, savaşının bedelini NATO paravanıyla dünyaya ödetmek isteyen ABD, belli ki Türkiye’nin peşini bırakmıyor.

Washington, NATO üyesi Türkiye’nin “terörle mücadele”de en baş “stratejik müttefiki” ve “Büyük Ortadoğu Projesi”nin “eş başkanlığını” üstlenen Ankara’dan bu “karşılığı” bekliyor. Erdoğan’ın övgüsüyle “takdire şayan” “istihbarat desteği”nin karşılığı olarak…

Ve NATO Parlamenterler Asamblesi Türk Grubu Başkanı AKP’li Vahit Erdem’in, “Türkiye, NATO’daki etkinliğini kaybetmemeli; politikalar zamanla değişir, ek güç göndermeliyiz” sözü, 2 Nisan’daki NATO zirvesine doğru AKP hükûmetinin ABD’nin “talebi”ne göre Afganistan’a “ek asker gönderilmesi”nde politika değişikliğine gideceğinin ilk sinyali olmakta…

03.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Arayı bulma



Arkadaşlarınızın veya iki mü’min kardeşinizin arası açılsa ne yapıyorsunuz? “Bırakın nereye kadar giderse gitsin” mi diyorsunuz? Yoksa barıştırmaya, aralarını bulmaya mı çalışıyorsunuz?

Aralarını bulmaya çalışıyorsunuz mutlaka. Çünkü Allah’ın, Peygamberin emri bu. Biz de inanan insanlarız. Başka ne yapabiliriz ki? Bunun dışında yapılan her şey nefis ve şeytan hesabına geçer. Kur’ân buyurur ki: “Mü’minler kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete erişesiniz.”1

Allah Resûlü (a.s.m.), mü’minlerin kenetleşen, birbirlerine destek veren bir binanın kenetlenmiş taşları gibi olduklarını bildirir.2 Sevgide, şefkatte ve birbirlerine iyilik yapmakta bir vücudun organlarına benzetmiş, biri rahatsız olunca, diğer uzuvların onun acısını duyup, uykusuz kalıp, ateşine katıldıklarına dikkat çekmiştir.3 Ve mü’minin mü’min kardeşine üç günden fazla dargın durmasının da helâl olmayacağını bildirmişlerdir.4

Bu hakikatleri dile getiren Allah Resûlü (a.s.m.) Ashabı arasında bir problem çıktığında da hemen çözer, barıştırır, barışı sağlardı. Birgün Abdurrahman bin Avf Resûlullaha (a.s.m.) gelerek Hz. Halid’in Bedir Ashabına karşı kötü davrandığını söyledi. Resûlullah (a.s.m.) Hz. Halid’i çağırtarak, “Ey Halid!” dedi. “Bedir’de savaşanların hiçbirine karşı kötü davranma. Uhud Dağı kadar altın dağıtsan yine onların yaptıklarına ulaşamazsın” buyurdu.

Savunmaya geçen Hz. Halid de onların, aleyhinde konuştuklarını, kendinin de onlara karşılık verdiğini belirtti. Bedir Ashabını fedâkârlıkları, mertebeleri sebebiyle kollayan Allah Resûlü (a.s.m.) Hz. Halid’in de incinmemesini de istemiş, Ashabına, “Sakın Halid’e kötü söz söylemeyin. Çünkü o, Allah’ın, düşmanlar üzerine çektiği bir kılıçtır”5 buyurmuştu.

Bu olay bize Resûlullahın (a.s.m.) problemleri çözmede nasıl ilginç bir metod izlediğini göstermektedir. Kimseyi kırmıyor, incitmiyor, kimsenin derece ve mevkiini düşürmüyor; herkese lâyık oldukları mertebeyi veriyor, aralarını buluyordu.

Bu da Kur’ân’ın, “Mü’minler kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin” emrinin en güzel bir uygulaması değil mi? Devreye nefis ve şeytan girmez, arada ihlâs ve samimiyet olursa çözelemeyecek hiçbir mesele olamaz.

1. Hucurat Sûresi: 10.; 2. Buharî, Salât: 88; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18.;

3. Buharî, Edeb: 37; Müslim, Birr: 66.

4. Buharî, Edeb: 57; Müslim, Birr: 25.;

5. Kenzü’l-Ummal, 7:138; İstiab, 1:409.

03.03.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Esmâ-i Hüsnâ ve örtünmenin psikolojisi



Yaratılışımızın ana gayesi “iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah” kelimeleriyle formule edilen, Allah’a iman, onu tanımak, bilmek ve sevmektir. Rabbimizi ancak Esma penceresinden tanırsak, bu gerçek bir marifet olur.

Varlık ve olaylara baktığımızda da her şeyin Esmaya bağlı olduğunu görürüz. Her ilim disiplini, her branş, her ilim dalı, Esmâ-i Hüsnâ’nın cilvelerini/yansımalarını yakalamanın bir sonucudur.

Cenâb-ı Hak, gizli hazinelerinin ve bazı sırlı hakikatların bilinmesi için bir ölçü olsun diye beşere de cüz’î (bir parça) ilim vermiş... Yani, nasıl Onun Basar sıfatının anlaşılması için göz, Semi’ sıfatının bilinebilmesi için kulak vermişse; Alim sıfatını anlamamız, öğrenmemiz ve idrak edebilmemiz için de ilim vermiştir.

Allah’ın olmuş, olacak her şeyi kuşatan ilmi Allah’ın “Alim” sıfatının gereği olduğu gibi; her kemalin/mükemmelliğin, her ilmin, her fennin yüksek bir hakikati var ki; o hakikat İlâhî bir isme dayanır. Pek çok perdeleri ve çeşitli tecellileri/yansımaları, muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemal, o kemalât, o san’at olgunlaşır. Hakikat olur. Meselâ matematik bir fendir. Onun hakikatı ve son noktası, Cenâb-ı Hakkın Adl ismi (her şeyi yerli yerine koyan, ölçen) ve Mukaddir (her şeye bir ölçü, denge getiren) geometri aynasında o ismin hakimane cilvelerini haşmetiyle müşâhede etmek, gözlemlemektir.

Tıp bir fen, hem bir san’attır. Son noktası ve hakikati; Hakim-i Mutlak’ın (Her şeye hükmeden, her şeyi hikmetle yapan) Şâfi ismine dayanıp büyük eczanesi olan yeryüzünde Rahîmane cilvelerini ilâçlarda görmekle, tıp kemalâtını bulur, hakikat olur.3

İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarına câmî bir âyinedir. Settar, “örten” demektir. İnsan da, örtünerek, bu tecelliye mazhar olduğunu ilân etmektedir. Ki, insaniyetin vasıflarından birisi de böylece tezahür etmektedir.

Tesettür, Cenâb-ı Hakkın “Settar” isminin de tecellîsinin bir gereği aynı zamanda. Örtünme, insanlar içindir ve aralarındaki “hayâ, edep” meselelerini dengeleyen; ancak imân, ibâdet, sosyal hayat ve ferdî hayatın saadet ve mutluluğuna da bakan yönleri ile ilgilidir. Örtünmenin psikolojisine girmeden önce, derinden derine veya gayr-i şuûrî de olsa, insanın aklını kurcalayan suâlin cevabını vermemiz gerekiyor:

“Her şeyi bilen ve gören ve hiçbir şey Ondan gizlenemeyen Allâmü’l-Guyuba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet (utanma sebebi) olan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mucib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü’l-Guyuba karşı tesettür olamaz.

“Elcevap: Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de, mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nev’î isyan ve hilâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır.

Saniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında, bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, hilâf-ı edep denilmez. Belki, edeb-i tıp öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabip, recüliyet ünvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz, ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o cihette ona göstermek hayâsızlıktır. Öyle de, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsı var; herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ, Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtın bulunmasını iktiza ettikleri gibi, Cemîl ismi de çirkinliği görmek istemez. Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi esmâ-i cemâliye ve kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melâike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edepleriyle göstermek isterler. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve numuneleridir.

Tesettür, erkek ve kadınlar, daha doğru bir tâbirle “insanlar” için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Bilhassa kadınlar daha çok örtünmeye psikolojik olarak mecburlar. Çünkü kadınlar nazik, zayıf ve nazenin olarak yaratılmışlar. Kendilerini ve hayatlarından ziyade sevdikleri yavrularını himaye edecek bir erkeğin yardımına muhtaçlar. Bunun için de kendilerini sevdirmek ve nefret ettirmemek, istiskale, ithamlara, kıskançlıklara ve bunların getirdiği darbelere mâruz kalmamak için örtünmeye fıtrî bir meyilleri var.

Dipnotlar: 1. Sözler, s. 330.;

2. Mektûbât, s. 290.; 3. Sözler, s. 273.

03.03.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kıyafetten Hilâfete 3 Mart inkılâpları



Bugün günlerden 3 Mart. Tarihimizin en büyük ve en çok can yakıcı inkılâpları 3 Mart'ta yapıldı.

Bunlardan iki tanesi var ki, arada yaklaşık 100 yıllık bir zaman farkı olmasına rağmen, birbiriyle çok yönlü benzerlikler arz ediyor.

Bu iki müthiş inkılâptan birincisi, 1829'da Sultan II. Mahmud tarafından gerçekleştirildi.

Diğeri ise, Cumhurreisi M. Kemal'in direktifiyle 1924'te hayata geçirildi.

Şimdi sırasıyla bu iki inkılâba kısaca ve ana hatlarıyla değinmeye çalışalım.

Sultan Mahmud'un inkılâpları

Otuzuncu Osmanlı Padişahı olan Sultan II. Mahmud, 28 Temmuz 1808’de III. Selim'in âsiler tarafından şehit edilmesi üzerine tahtına çıktı.

En büyük emeli, bir an evvel Yeniçeri Ocağını kapatmak ve bir dizi Avrupaî tarzda inkılâplar yapmaktı.

Ne var ki, bu emeline ancak saltanatının yirminci senelerinde muvaffak olabildi.

1826'da bir siyasî manevra ile Yeniçerileri tuzağa düşürdü ve çok kanlı bir şekilde bu dört asırlık teşkilâtı söndürerek kapattı. (Yeniçeri, devşirme piyade kuvvetiydi. Savaşta cepheye gider, harbeder; barışta ise İstanbul'u korurdu. Fetihlerde çok büyük hisse sahibidir.)

Sultan Mahmud'un ikinci büyük inkılâbı ise, kılık–kıyafet nizamnâmesidir.

Sultan, yayınladığı bir ferman ile, kavuk giyilmesini tamamen yasakladığı gibi, cübbe giymeyi ve sarık sarmayı da sadece ilmiye (medrese) sınıfına münhasır bıraktı.

Ahali ve memurlara ise, fes giyilmesi mecburiyetini getirdi.

Ne var ki, halk bu durumdan memnun olmadı. Yaşanan rahatsızlık, yer yer ayyuka çıktı.

Sultan Mahmud ise, özellikle sarığını çıkartmak istemeyen ve fes giyilmesine muhalefet edenlere karşı, çok sert tedbirler aldı.

Bazı tarihî kayıtlara göre, bu inkılâp döneminde binlerce vatandaşın öldürüldüğü ifade ediliyor.

Avrupa'yı taklit uğruna yapılan ve sayısız insanın canına mal olan inkılâplar yaptığı için, halk arasında Sultan Mahmud'a "Gâvur Padişah" diyenler de vardı.

31 sene iktidar mevkiinde kalan Sultan Mahmud'un, Mısır Valisi Kavalalı M. Ali Paşaya karşı yaşanan "Nizip Bozgunu" sebebiyle çok üzüldüğü ve bu sebeple vereme yakalanarak öldüğü rivâyet ediliyor.

Gerçek şu ki, kendi halkından sayısız mâsumun kanını döktüren ve milletin mukaddes değerlerini hiçe sayarcasına hareket eden Sultan II. Mahmud, devletin kurumlarını da büyük ölçüde zaafa uğratmış, hatta felç etmişti denilebilir. Öyle ki, koca Osmanlı ordusu, Mısır Vilayetinin mini ordusuna mağlûp düşmüş ve hatta bozguna uğramıştır. Evet, bu padişahın 30 sene sonra ülkeyi getirdiği nokta bu olmuştur.

M. Kemal'in inkılâpları

Sultan Mahmud'dan yaklaşık bir asır sonra yaşanan ikinci büyük inkılâp ise, M. Kemal'in imzasını taşıyor.

3 Mart 1924'de Meclis'te kabul edilen bir dizi kànun maddesine bakıldığında, şu mühim icraatlerin yapıldığını görmekteyiz:

1) Bin üç yüz yıllık Hilâfet–i İslâmiye, lağvedilerek müessese bazında kapatılmış oldu.

2) Osmanlı Hanedanı mensuplarının bütün fertleri hudut haricine çıkartıldı. Türkiye'de yaşamaları yasaklandı.

3) Medreseler kapatıldı. Böylelikle, dinî dersler veren 1300 yıllık müessese de tarihe karışmış oldu.

4) Çıkartılan Tevhid–i Tedrisat Kânunu ile din ve fen ilminde "eğitim birliği"ne karar verildi. Bu kararın fen ve felsefe kısmına uygulanma serbestliği getirilirken, din dersleri ise, okullarda ancak 1949'dan sonra verilmeye başlandı.

5) Şer'iye, Evkaf ve Erkân–ı Harp müesseseleri kapatıldı. Bunların yerine Diyanet Başkanlığı, Vakıflar İdaresi ve Genelkurmay Başkanlığı kuruldu.

* * *

Normal hal ve şartlara göre bakıldığında, bütün bu inkılâpların belki üç yüz yıllık bir zaman istediğine kanaat getirmek mümkün.

Ancak, açık bir gerçek ki, bütün bu devrimler bir günde, evet sadece bir tek gün içinde yapıldı ve derhal tatbik sahasına konuldu.

Tabiî, hemen ardından diğer inkılâplar da birer birer uygulanmaya başlandı.

Meselâ, 1925'te şapka inkılâbı, 1926'da hukuk ve adâlet sahasındaki inkılâplar, 1928'de harf inkılâbı, vesaire...

Burada, tarihimizin son iki yüz yıllık süresi içinde yaşanmış olan bazı vukuatı olduğu gibi sizlerin dikkatine sunmaya çalıştık.

Mümkün olduğunca, yorum yapmaktan uzak durduk. Bizim vazifemiz, "Hakikî vukuâtı kaydeden tarih"ten bilgiler aktarmak. Bunların yorum ve değerlendirme kısmını ise, sizlerin fikrî ve ufkî ihatanıza havale ediyoruz.

03.03.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Karanlıklara doğru yol alanlar



Yaratılış kanunlarına riayet etmeyip, fıtrata uygun olmayan yollarda gidenler şüphesiz sapkın olanlardır. Allah’ın vermiş olduğu bin bir güzellikle yetinmeyip, vahşiliğe özenenler, vicdanlarını dumura uğratanlar ve şekillerini değiştirenler, erkek iken kadınlaşanlar, kadın iken erkekleşenler yaratılış kanunlarına ihanet eden insanlıktan çıkmış mahlûklardır.

Oysa insanın Yaratıcısı tarafından kendisine biçilen rolle yetinmesi ve kader-i İlâhî ile kendisine takdir edilen kısmetine razı olması onun büyüklüğünün bir göstergesi olacaktır. Aklımız, vicdanımız ve bütün duygularımız insanların insanlıktan sapmamasını arzu ediyor.

İsteriz ki, insanlar gerek kendilerine, gerekse yaptıklarından dolayı ilerde pişmanlık göstermesin. İsteriz ki, olabildiğince bir çok insanın geleceğinde aydınlıklar fazla olsun. İsteriz ki karanlıklara mahkûm olan şeytanların insî ve cinnî etbaı olabildiğince az olsun.

Hayatın dünya yaşantısı ile sınırlı olduğu vehmine kapılan ve ebedî hayatlar için hazırlık yapma ihtiyacı duymayan insanların yaratılışın mahiyeti hakkında doğru bir bilgiye sahip olması elbette mümkün olmayacaktır. Dünyanın ötesini düşünmeyen insanların ufku dar olur, böyle olunca da akıl hep ona bar olur. Böylelerinin vicdanî problemleri aklı başında olan insanları derinden yaralamaktadır.

Akıl erdiremezsiniz hemcinsinin hak ve hukukuna riayet etmeyen nadanların tavrına... Eğer birileri insan olarak yaratılmış ise mutlaka aklını doğru yerlerde kullanmalıdır. Ancak dünya hayatının ölümle bitmesinin arkasındaki hikmeti düşünsek bile, akıllara hayret veren zihniyet sapkınlıklarına rastlamadan da edemiyoruz.

Maddesiyle bir insana benzeyen bir kısım iki ayaklı mahlûkatın, aslında mânâsıyla hiç de insana benzemediklerine şahit olabilmekteyiz bu alemde... Üzülsek de, anlamakta zorluk çeksek de dünya hayatının gerçekleri bunlar. Öyle bir ölümlü dünyada yaşıyoruz ki, insan düşmanı olanların, insanî hasletlerin çok uzağında olan insan suretindekilerin vahşîce bir kin taşımaları insan olan insanları hayrette bırakmaktadır doğrusu.

İnsana yakışmayan manzaraları insan denilenlerde gören akıllar çoğu zaman dövünür içten içe. “Böyle insan olur mu?” şeklinde sorular duyarsınız çoğunlukla etrafımızdan. Rabbimizin kelâmıyla aklımızı çalıştırırsak, Ahirzaman Nebisinin (asm) sünnetiyle kalbimizi aydınlatırsak mutlaka şaşkınlıklarımız azalacaktır. Çünkü ölümden sonraki hayatta Cennet hayatı olacağı gibi, Cehennem mahkûmiyeti de bulunacaktır.

Eğer dünyada zulüm varsa elbette bunu irtikap eden zalimler olacaktır. Eğer dünyada mazlûmlar varsa elbette bunların hakkı zalimlerden alınacaktır. Oysa görüyoruz ki zalimlerden bu dünyada hesap sorulmamaktadır çoğu zaman. Zalimin zulmü yanında kâr kalmayacağına göre mutlaka hesap verme günü gelip çatacaktır. Elbette o hesap verilen yerde bir kısım insanlar var olan Cennete, bir kısım insanlar da kızgın ateşlerin kucağına yani Cehenneme gönderilecektir.

Güzelliklerin, iyiliklerin menbaı olan inanç sisteminin içinde büyüyen insanların şeytanların kuklası olması üzüyor insanı. Akılları geveze olmuş, ruhları bilinmezliklere dalmış, kalbleri karanlıkları kabullenmiş insanlar kahrediyor insan olan insanları. Hak ve adalete ayna tutan vicdanda kara lekeler çoğalınca adı insan olanlar insan olmaktan hızla uzaklaşıyor ne yazık ki... Ama İlâhî kader bu. Boynumuz kıldan incedir bu yüce adaletin karşısında. Bizler biliyoruz ki yaratılanları bizden çok daha fazla tanıyan bir Yaratıcı vardır. Biliyoruz ki, bu sınırları oldukça dar olan kavrayışımızla eşyanın ve davranışların gerçek mahiyet ve hikmetini bilemeyiz.

Seneler sonra hiç ummadıkları bir gelecekle karşılaşacak olanları, belki de çok yakın zamanda karanlık bir gelecekle irkilecek olanları görmekten kendimizi kurtaramayız ne yazık ki... Bizler de bazen şaşırıyoruz, acaba acıyalım mı, dövünelim mi, kahrolalım mı? Yoksa her şeyde bir hikmet mi görelim? Çünkü şaşırmakla, acımakla, kahrolmakla değiştiremeyiz kendi rızasıyla zarara girenlerin akıbetlerini. O zaman kendimize bakalım, hiç olmazsa geleceğimizin karanlıklara mahkûm olmaması için sınırlı gücümüzü ve o küçücük irademizi devreye sokmaya çalışalım inşallah...

03.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri