Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 



Nimetullah AKAY

İnsanî münasebetlerle imtihanımız



Dünya hayatının imtihanında başarılı olmanın bir çok yollarından biri de insanlarla olan münasebetlerimizdir. Sadece kendimizi düzeltmemiz, iç dünyamızda kendimizle barışık olmamız yetmemektedir. Kendi nefsiyle mücadelede başarılı olan bir insanın gerçekleştirmesi gereken ikinci hamle insanlarla iyi bir münasebet içinde olmaktır.

Kâinatın Yaratıcısı kendi mahlûklarını yine kendi mahlûklarının şerrinden korumak için bilhassa şuur sahiplerinin uyması gereken mükemmel bir nizam kurmuştur yeryüzünde. İmtihana tabî tutulmuş insanlar dışındaki bütün mahlûkat görevlerini eksiksiz yaparken, hayır ve şer arasında tercih yapmakta serbest bırakılan insanoğlu, zaman zaman şerri tercih ederek varlıklar arasındaki düzene aykırı hareketlerde bulunmakta ve yaratılıştaki âhengin bozulmasına sebep olabilmektedir.

Yaratılış âlemindeki ahengin bozulmaması görevi insanlara verilmiş ve ancak bu yapıcı görevini yerine getirdiği takdirde imtihanı kazanmada önemli bir adım atmış olabileceği vaaz edilmiştir. “Kul hakkı”nın imtihanda başarılı olmada önemli bir yere sahip olmasının temelinde, insanların hemcinsleriyle iyi geçinmesi ve onlara zarar vermemesi gerçeği yatmaktadır.

Yaratılan her mahlûka iyi davranmak inanmanın önemli bir kuralı olmakla beraber bunların içinde insanlarla olan münasebetler en çok önem verilen konudur. Bu durum da bize gösteriyor ki, ahiretteki ebedî saadeti kazanmanın yolu dünya hayatının yaşanış şeklinden geçmektedir. Başta insan olarak, yaratılan bütün mahlûkatla uyumlu bir dünya hayatı yaşayan bir insan, ahireti kazanma yolunda önemli bir adım atmış demektir. Buradan, Hâlık-ı Kerimimiz olan Allah’ın rızasını kazanmanın önemli bir yolunun insanlarla olan münasebetlerimizden geçtiğini de anlamaktayız.

Bu dünya hayatında Allah’ın rızasını kazanmanın sadece ibadetle mümkün olmayacağı ve ibadetle birlikte bir insan olarak bizimle münasebettar olan bütün mahlûkatın haklarına riâyet etmemiz gerektiği gerçeği İslâm dininin hem dünya hayatına, hem de ahiret hayatına baktığı sonucunu rahatlıkla çıkarabiliriz. Evet dünya hayatı ahiret inancı olmadan bir değer ifade etmemektedir, ancak ahiret hayatının dünyada kazanılabileceği gerçeği de bize dünya hayatının bu cihetle oldukça önemli olduğunu göstermektedir.

Meseleye Allah’a hakikî bir kul olma nokta-i nazarından bakarsak, dünyanın da çok ehemmiyetli olduğu gerçeğini anlarız. Dünya, ebedî hayatların kazanıldığı, kâinattaki mükemmel nizamın tefekkür edildiği, Kâinat Sultanına hakkıyla kul olunduğu bir mekândır. İmtihanlı dünya olmasaydı insanlar meleklerden de daha üstün bir mertebeye çıkma imkânını bulamazlardı herhalde. O halde ölüm gibi zahiren çok acı hâletleri de olsa, dünya hayatının görünmeyen çok hikmetleri bulunmaktadır. Bu cihetle Rabbimizin isimlerinin önemli bir tecellî yeri olan dünyamızı sevmek zorundayız.

Dünyayı sevmek için, öncelikle dünya üzerinde en şerefli mahlûk olan insanları Yaradandan ötürü sevme ve kendimizi onlara sevdirme ameliyesini unutmamamız gerekir. Bizler sadece insanların insanca olmayan davranış ve düşüncelerini sevmeme hakkına sahibiz. Asrın büyük âlimi Bediüzzaman, insanları yüz kapılı bir hana benzetmekte ve bazı kapıları kapalı olsa da açık bazı kapılardan bu hana girebileceğimiz gerçeğini bize hatırlatmaktadır. Bu demektir ki, insanlarla olan münasebetlerimizde toptancı bir yaklaşım göstermememiz gerekir.

Görebileceğimiz insânî yönleriyle temas kurduğumuz bir kısım insanlara İslâmın yüce hakikatlerini anlatmamızın ehemmiyetini Peygamber Efendimiz (asm) muhtelif hadisleriyle ifade buyurmuştur. Bunlardan birisi “Bir insanın imanını kurtarmanın sahralar dolusu koyun tasadduk etmekten daha hayırlı olduğu” meâlindeki hadis-i şeriftir. Ayrıca komşu hakkına Yüce Peygamberimizin (asm) sıkça vurgu yapması ve insanlara teşekkür etmeyenin Allah’a şükredemeyeceği gerçeğini bize hatırlatması, hemen hemen bütün insan tipleriyle münasebetin ehemmiyeti konusunda bize oldukça önemli mesajlar vermektedir.

15.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Sakın ha!



Anayasa Mahkemesinin AKP hakkındaki kapatma dâvâsını ve iddianameyi kabul kararıyla başlayan süreç devam ediyor.

İddianame AKP’ye gönderildi. Şimdi sıra, savunmanın hazırlanmasında. Yeni gündem bu.

Tepkilerin son derece sıcak olduğu ilk başlarda, “Bu haksız dâvâya tepkimizi savunma yapmayarak gösterelim” diyen AKP’liler olmuştu.

Ama duygular yatışıp meseleyi daha sakin bir şekilde değerlendirme aşamasına gelindiğinde bu tavrın yerini “Elbette savunmamızı yapacağız, hem de öyle bir savunma yapacağız ki, bir demokrasi manifestosu olarak tarihe geçecek” beyanlarıyla dile getirilen iddialı yaklaşım aldı.

Tabiî, bunun da ne derece gerçekçi olduğunu, savunma metni ortaya çıktığında göreceğiz.

Şu aşamada görünen o ki, savunmanın önemli unsurlarından biri, iddianamenin dayandırıldığı gazete kupürlerinde yer alan haberlerden bilâhare tekzip edilmiş olanları göstermek olacak.

Bir diğerinin, yine aynı haberlerde cımbızla çekilerek verilen ve suçlama gerekçesi olarak kullanılan sözlerin, konuşmanın bütünü içerisinde siyakı ve sibakıyla birlikte ortaya konulup, yansıtılan anlamın gerçekte kast edilen mesajla örtüşmediğini ispatlamak olması öngörülüyor.

Peki, bunlar suçlamaların asılsızlığına mahkeme üyelerini ikna etmek için yeterli olacak mı?

Bu noktada önemli soru işaretleri var.

367 darbesinin fikir babası olarak bilinen Sabih Kanadoğlu’nun, “AKP iddianamesindeki iddialar RP ve FP dâvâlarındakilerden çok daha ciddî ve kesin” beyanı, son derece dikkat çekici.

Yani, görünen o ki, bu işin şakası yok.

AKP, iddianame ile kendisine yöneltilen suçlamaları, bunlara dayanak olarak gösterilen kupürleri çürüterek ne ölçüde püskürtebilecek?

İşte bu noktada, AKP’nin “Hiçbir zaman laiklik aleyhtarı faaliyetlerin odağı olmadık ve olmayız” iddiasıyla mahkemenin karşısına çıkıp, AYM üyelerini buna inandırmak için çok daha ileri adımlar atmaya teşvik edildiği görülüyor.

“AKP hukukçuları”na atfen medyaya yansıyan şu teklifler, bunun düşündürücü bir örneği:

“Türbanın ilk ve ortaöğretim öğrencileri ile kamu görevlilerince kullanılmasının kesinlikle yasaklanması gibi bir anayasa değişikliğini gündeme getirirsek, iddianamenin en temel bölümü boşa düşürülebilir. Bu aynı zamanda toplumsal anlamda AKP’ye bakışı ve laiklik kaynaklı endişeleri etkili biçimde değiştirir. İkinci olarak imam hatip liselerine yönelik katsayı düzenlemesinin söz konusu edilmeyeceği hükme bağlanabilir.” (İsmail Küçükkaya, Akşam, 10.4.08)

AKP’nin yeni anayasa taslağını hazırlama işini tevdî ettiği akademisyenlerden bazılarının, üniversitedeki başörtüsü yasağını anayasayla kaldırma girişiminin yol açtığı tepkiler üzerine, “Madem bu kaygılar var, o zaman bunları gidermek için ilk ve ortaokullarla kamuda türban serbestisinin kesinlikle söz konusu olmayacağına ilişkin de bir madde koymalıyız” dedikleri biliniyor.

Umarız, AKP bu akla uyup da bu yola gitmez.

Eğer kendisini kurtarmak için başörtüsü yasağını ilk ve ortaokullarla kamuda anayasal bir zeminde kalıcılaştırır ve yıllardır katsayı mağduriyetinin giderilmesini bekleyen imam hatipleri feda edip bir kez daha derin bir hüsrana yol açarsa, bunun vebalini kolay kolay taşıyamaz.

Evvelce RP AYM’ye verdiği savunmada “Hakikî Atatürkçü biziz, 163’ü biz kaldırmadık, imam hatipleri de açmadık” diye onca dil dökmesine rağmen kapatılmaktan kurtulamamıştı.

Temennî edelim ki, AKP de aynı zillete düşmesin. Başörtülüleri ve imam hatipleri feda etmesin. Onurlu ve dik bir duruş ortaya koysun.

Beş buçuk yıllık iktidarında 28 Şubat mağdurlarının hiçbir problemine çözüm getiremediği halde, 22 Temmuz’da mâlûm sebeplerle arttırdığı oyların sahiplerini iyice ortada bırakmasın. Aksine, o emanet oyların artık hakkını versin.

Vermezse, milletin de iki eli yakasına yapışır.

15.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ümit KIZILTEPE

Gıda krizi ve Türkiye



ABD’de (değişken faiz sebebiyle) başlayan mortgage krizine bir de, dünya piyasalarında gıda ürünlerinin fiyatının artması sebebiyle oluşan gıda krizi eklendi. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son raporuna göre, gıda maliyetleri 2006’dan 2007 yılına kadar dünya genelinde yüzde 23 arttı. Bu dönemde tahıl fiyatları yüzde 42, yemeklik yağın fiyatı yüzde 50, süt ürünlerinin fiyatı ise yüzde 80 yükseldi. Gıda fiyatlarındaki artışın temel sebebleri olarak özellikle Çin ve Hindistan’ın artan talebi, küresel ısınmanın etkileri, petrol fiyatındaki önlenemez yükseliş ve hububatın biyoyakıt üretimine hammadde yapılması sıralanıyor. Bu sebeblerin yanında değişmeyen talep, stok azlığı ve yeni ihracat kısıtlamalarının da tahıl fiyatlarını arttırdığı kaydediliyor. Gelelim bu problemin önemine Birleşmiş Milletler (BM) ve IMF Başkanı Dominque Strauss-Kahn’ın ayrı ayrı yaptıkları açıklamada, gıda fiyatlarındaki artışın, yüz binlerce kişinin açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı, bunun da dünya çapında siyasi istikrarsızlığa ve şiddet dalgasına yol açabileceği uyarısında bulundular. Nitekim, Haiti, Filipinler ve Mısır’ında aralarında bulunduğu ülkelerde gıda (başta ekmek) fiyatlarındaki artış sebebiyle çıkan ‘isyanlar’ bu uyarının önemini açıklıyor. IMF başkanının dile getirdiği bir başka ve önemli tehlike de sürekli yükselecek gıda fiyatlarının yol açacağı ticaret dengesizliği ve dünyada enflasyon oranlarının yükselmesi.

Bu yaşanan krizler için ne yapılabilir? diye soracak olursak, Washington’da toplanan IMF, gıda fiyatlarına ve finansal krize karşı ülkelere harekete geçme çağrısı yaptı. Bu çağrının sonucunu ve etkisini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Bu arada zengin ülkelere, krize müdahale etmeleri için çağrı üzerine çağrı yapılıyor. Açları doyurmak için acilen ihtiyaç duyulan paraysa sadece 500 milyon dolar.

Gelelim bize. Türkiye’de de pirinç fiyatları yüzde 130, yoksul yiyeceği olan bulgur fiyatı da son 1 yılda yüzde 155 oranında arttı. Başka birçok gıda ürünüde bu zamlardan nasibini aldı. Enflasyon yükselme eğilimindeydi, bu artışlar enflasyonu iyice arttıracağa benziyor. Dünyada yaşanan ve bizi de etkilemeye başlayan bu iki büyük krizin yanında AKP'ye açılan kapatma dâvâsı da bu gelişmelere tuz biber oldu. Dâvâ sebebiyle yaşanan siyasi istikrarsızlık görüntüsü, güvensizlik, belirsizlik ortamı birçok yabancı yatırımcını yatırım kararını durdurmasına veya rölantiye almasına neden oldu. Türkiye’deki anormal fiyat artışlarının sebebini, Tüketici Hakları Merkezi (TÜ-MER) Genel Başkanı Ömer Keser, yaşanan gerginlik ortamını fırsat bilen vurguncuların fiyatlarda yaptığı oynamalar olarak açıklıyor. Bizde böyleleri çoktur. En küçük fırsatta köşeyi döneyim anlayışı. Kendilerinden başka kimseyi düşünmezler. Hükümetin bu fırsatçıları bulmasını ve gerekli işlemi yapmasını istiyoruz. Diğer taraftan tüketici olarak bizlere düşen görev ise tepki olarak o ürünlerden fiyatları düşene kadar almamak olabilir.

Fiyat artışlarına karşı alınacak başka ve en önemli tedbir ise, bazı gıda ürünlerinin ekimi yeni başladı, başlıyor. Bu ürünleri planlı programlı ekmek, olur. Bahar mevsiminde gelen rahmet bu yıl kuraklık riskini ortadan kaldırdı. Yalnız çiftçi perişan. Sattığı para etmiyor, ama girdileri yüzde yüzlere varan oranda zamlandı. Meselâ, gübre yüzde yüze yaklaşan oranda zamlanırken, mazot 3 YTL’ye yaklaştı. Diğer girdiler hariç. Çiftçi gübre alıp atamıyor, atamayınca verimin düşük kalacağını söylüyor. Hükümetin bu durumu görerek çiftçiye destek olmalı. Destekleme paralarını da zamanında verirse çiftçi rahatlayacak ekimini zamanında yapabilecek.

Tarım sektörü tekrar önem kazanmaya başlıyor. Türkiye olarak bu krizi iyi yönetirsek fırsata çevirebiliriz. Nasıl mı? Tabiî ki tarım sektörünü tekrar canlandırarak. Bunun için tarımda gerekli reformları yaparsak, damla sulamaya geçersek, kaliteli tohum kullanırsak. Çiftçiye gerekli desteği sağlarsak, onları eğitirsek. Planlı programlı üretim yaparsak, vb tedbirleri alırsak. Otomotiv, tekstil, makina sektörünün yanında veya onlardan daha çok tarım ürünü ihracatı yapabiliriz. Türkiye olarak bu potansiyele sahibiz.

15.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Temel yanılgımız



Olayları sebep-sonuç ilişkisi içinde incelerken düştüğümüz temel yanlışlardan biri; çoğunlukla zahiri sebepler üzerinde takılıp kalmamız, meselelerin bir türlü özüne inemeyişimiz, problemlerimizi belirlerken de önceliklerimizi ötelememizdir. Aileden başlayarak, eğitim, siyaset, hukuk gibi hayatın her alanında bu yanlışlığa düşmekten bir türlü kendimizi kurtaramıyoruz; adeta şeytan taşlamaktan Kâbe’yi tavaf etmeye vakit bulamıyoruz.

Benliğimizi kuşatan, fikir dünyamızı altüst eden, varlık sebebimizin ne olduğunu bize unutturan, bu tür sorgulamaları aklımızın ucundan bile geçirtmeyen bir keşmekeşin içindeyiz son günlerde. Bu kargaşadan nasıl kurtulacağımızı tartışıp duruyoruz. Çözümü siyasette ararken de kendimizi ihmal ediyoruz.

Aslında her şey ne güzel başlamıştı değil mi? Ülkemizi sosyo-ekonomik sıkıntılardan kurtaracak, millete özlediği refaha kavuşturacak AKP, kendi içinden “dindar cumhurbaşkanı”nı da seçerek gücünü perçinlemiş, adeta “mutlak bir iktidar” sahasını kendine açmıştı; ya da onlar buna böyle inanmışlar biz de öyle sanmıştık. Şimdi neleri tartışıyoruz? AKP kapatılacak mı? Kapatılırsa bunun etkileri nasıl olacak? Ordu-siyaset-yargı mengenesine sıkışmış demokrasimizi bu cendereden nasıl kurtaracağız? Ergenekon nasıl sonuçlanacak? Hakkında kapatılma dâvâsı açılmış bir parti gizli kodları çözümleyebilme dirayetini gösterebilecek mi? Acaba bu, vb. soruları bugün için cevaplamak bizim temel meselelerimizi çözer mi?

Bu noktaya nasıl geldiğimiz sorusunun cevabını hemen bugünlerde aramak da bizi doğru sonuçlara götürmeyebilir. “Selâm verdim rüşvet değildir deyu almadılar” şeklinde özetleyebileceğimiz bir bozulmaya işaret eden bir şikâyetin özüne inilemediği için koca bir imparatorluk çöktü, bir medeniyet tarumar oldu. İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçişte de ihmal edilen hep insan unsuru oldu. “Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek” uyarıları dikkate alınmadı. İmparatorluğun kurulmasını sağlayan, büyük rüyalar gören insan tipi Doğu-Batı dualitesinin kurbanı yapıldı. Bizdeki çağdaşlaşma-modernleşme hareketleri pratikte toplumsal bir değişime sebep olurken özünde buhranlar içinde kıvranan insan ve toplum tipini meydana getirdi.

Sistemleri insanlar kurarlar. Ne kadar mükemmel bir sistem kurarsanız kurun, özünde bu sistemi yönetecek ve ona sahip çıkacak doğru insanlarınız yoksa kurduğunuz o sistemin yozlaşmasını seyretmekten başka da elinizden bir şey gelmez. Bugün de yaptığımız budur.

Fikir dünyamızı altüst eden, bizi ümitsizliğe iterek bezdiren tartışmaların içinde nefes alamaz hale geldik. Bu karmaşa içinde tüketilen bir ömür, ihmal edilen nesiller, yitirilmiş bir gelecek… En önemlisi Yaratıcı-kul ilişkisini zedeleyen insanların tehlikeye attığı sonsuz bir ömür… Önceliklerimizi belirlerken elimizin yetişmediği yerlerdeki problemleri birincil meselemiz haline getirme alışkanlığından kurtulmalıyız. Dağların ötesindeki problemlerden ziyade burnumuzun dibindeki; evimizin, daha da özelde kalbimizin içindeki problemlerle yüzleşmeliyiz.

Bu sebeple, kıskandırıcı bir güçle iktidara gelen bir hükümetin en büyük ve ilk projesi aileyle ilgili olmalıydı. Kendi zenginini oluşturup, çevresine avanslar dağıtıp kendi iktidarını perçinlemeye çalışmak yerine ailelerimizi çözülmelerden kurtaracak, aileyi ayağa kaldıracak projeler geliştirilmeliydi. İnsanımızın tekrar büyük rüyalar görmesini sağlayacak, asırlardır aradığı ruhunu kendisine geri verecek eğitim projelerine öncelik verilmeliydi. Kirli bir siyasetin peşinden yıllarca koşturduğu gençlerine; özünde paylaşmayı, bir arada yaşamayı, bir insan olarak karşısındakine değer vermeyi öğretebilecek projeler öne çıkmalıydı. İktidarı ele geçirmenin her şeyi çözümleyeceği yanılgısına düşmeden önce İslâmî çevrelerin de üzerine düşen; kalblerdeki ihtilâli gerçekleştirecek içe bakış, öze dönüş muhasebeleri olmalıydı. Sonuç olarak, bunlar olmadığı sürece bu kısır döngü içinde, bezgin bir halde hayal kurmaya devam edeceğiz.

15.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Kararsızlık kaybettirir…



Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun Türkiye ziyareti, medya tarafından âdeta çarpıtıldı. Türkiye’nin en ciddî gündemini sulandıran mâlum medya, yine yapacağını yaptı…

Ziyaretinin Ankara ayağı Meclis’teki “oda krizi”ne, İstanbul bölümü ise Kumkapı’daki on dakikalık “balıkçı pazarına uğraması” magazinine boğduruldu…

En bâriz çarpıtma ise, Barroso’nun demokrasi ve özgürlük talepleri üzerinde yapıldı. Mesele, Meclis’te Türk Ceza Kanununun 301. maddesine ve AKP’yi “kapatma dâvâsı”na hasredildi. Halbuki Barroso, 301’in dışında düşünce suçunu düzenleyen maddelerin de AB’nin ifâde özgürlüğü normlarına getirilmesinin gereğini belirtti. Sivil özgürlükler ve ifâde özgürlüğü konusunda müzâkere yapılamayacağını açık açık bildirdi.

“Laiklik” üzerinde bir standart empoze edemeyeceklerini belirten Barroso’nun, imtinalı bir üslûpla demokrasinin sorunların üstesinden gelmesi dileğiyle başörtüsü yasağı hakkında inançların özgür olmasını dilemekle kalması dikkat çekti. Keza “kapatma dâvâsı”nda, “dâvâ sürecine müdahâle etmek istemediğini” belirtip, demokrasi prensipleri ve hukuk devleti temennisiyle yetindi.

Barroso’nun Ankara’da “laiklik ve türban konusunu kendi içinizde çözün” ihtiyatlı ifâdesine rağmen, “Türkiye’deki AB karşıtları”nın habbeyi kubbe yapıp, ziyareti “kapatma dâvâsı”nda “iktidar partisine destek” şeklinde propagandaları, demokratikleşme ve özgürlüklere dair düzenlemeleri gölgede bıraktı…

* * *

Ne var ki, AB Komisyonu Başkanı’nın bu kritik kavşakta oldukça önemli ziyaretinin sulandırılmasına yalnız medya değil, siyasî iktidarın hâlâ ürkek ve çekingen tavrının da etkisi oldu.

Hükümet âdeta şokta; yalnız Barroso’yu dinlemekle kaldı. Başbakan Erdoğan, görüşmelerde yalnız bilinen genel demokratik değerlendirmeleriyle yetindi. Özellikle demokratikleşme, ifâde ve inanç özgürlüğünde Türkiye’nin AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin “ulusal program”da söz verdiği ve “katılım ortaklığı belgesi”nde belirlenen uyum yasaları hakkında net ve cesâretli adımların atılacağı beyânında bulunulamadı.

Ne siyasetin demokratikleşmesi için siyasî partiler ve seçim yasalarının “temsilde adalet”i esas alacak şekilde AB kriterlerine göre düzenlenmesi, ne yargı reformu, ne eğitimin demokratikleşmesi, ne yeni anayasa ve ne de başta Kıbrıs konusu olmak üzere müzâkere sürecinde tıkanan tartışmalı diğer başlıklarda net ve kararlı bir açılım sergilenemedi…

Kısacası, son dönemde “kapatma dâvâsı” hakkındaki belirsizlik, Barroso’nun ziyaretini âdeta işlevsiz kıldı; iktidar partisindeki kararsızlık ve kafa karışıklığı, AB uyum yasalarına dair hükümeti atacağı adımlarda da tereddüt ve tedirginliklerin içine itti.

Partisinin merkez karar kurullarında yapılan uzun görüşmeler sonucu “kapatma dâvâsı” süreciyle ilgili tam yetki alan Erdoğan’ın, belirli bir mesaj verememesi, bunun işâreti. Bir tek 301’i Meclis’e getirmekle yetinecekleri ve diğer düzenlemeleri daha sonra getirebilecekleri yönündeki kapalı ifâdeleri bunu açığa çıkarıyor.

Buna bağlı olarak hükümet ve parti sözcülerinden “kararsızlığı” açığa vuran, tedirgin ve çekingen açıklamaları, gelinen noktada siyasî iktidarın iddiaların aksine bir tek “kapatma dâvâsı”na odaklandığı, demokratikleşmeyi askıya aldığını ele vermekte…

* * *

Üzerinden haftalar geçtiği halde, AKP yönetiminin hâlâ “kapatma dâvâsı”na karşı formül arayışlarını sürdürmesi bunu gösteriyor. AKP yöneticilerinin, Meclis’e getirmeyi düşündükleri genişletilmiş anayasa değişikliği düzenlemesinden vazgeçme ihtimalinin yüzde 50 olduğunu belirtmeleri, siyasî iktidarın bu defa da meseleyi günübirlik pansuman tedbirlerle geçiştirmeye yöneldiğinin sinyallerini veriyor.

Bundandır ki, her kafadan bir ses çıkıyor. Bir gün geniş kapsamlı “demokratikleşme paketi”nden bahsedilirken, ertesi gün Başbakan’ın “kapatma dâvâsı”nı dar kapsamlı bir ekiple yürüteceği belirtiliyor. Parti kapatmayı zorlaştıran Anayasanın ilgili maddeleriyle ve Siyasî Partiler Kanununun 101. maddesiyle iktifa edecekleri bildiriliyor.

Görünen o ki, bunca ibretli olaya rağmen AKP iktidarı, her defasında olduğu gibi, yine ciddî, kapsamlı, temel düzenlemeleri esas alan “demokratikleşme” çabasından geri duruyor.

Oysa hükümetin, Barroso’nun ziyaretini ve “kapatma dâvâsı”nı fırsat bilerek, salt “kapatma”yla kalmayıp en azından AB Genel Sekreterliği’nin bildirdiği en azından ifâde ve inanç özgürlüklerini içine alan muhtevalı bir “demokratikleşme paketi”ni cür’et ve kararlılıkla Meclis’in gündemine getirmesi, milletin verdiği desteğin icâbıdır. Her fırsatta övündüğü “yüzde 46”nın bedelidir…

Kararsızlık ve çekingenlik, sâdece kaybettirir; hem Türkiye’ye, hem de siyasî iktidara…

15.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gerçekler itina ile gizlenir!



Dünyada olan biten hadiselerin pek çoğu, uluslar arası haber ajanslarının ‘süzgeci’nden, daha doğrusu ‘sansür’ünden geçerek bizlere ulaşabiliyor. Bütün dünyanın olduğu gibi, İslâm dünyasının ciddî problemlerinden biri de budur.

Son günlerde ifade edildiği üzere dünya üzerindeki Müslüman nüfus, Katolikleri de geride bırakmış durumda. Buna rağmen, milyarı aşan nüfusla ilgili haberler dünya kamuoyunu meşgul edemiyor.

Bu durumun onlarca, belki de yüzlerce sebebi var. Zaman zaman ifade edildiği üzere, İslâm ülkeleri arasında bir haberleşme ağı kurulmasına da acilen ihtiyaç duyuluyor. Öyle İslâm ülkeleri var ki, neredeyse adlarını dahi bilemiyoruz. Bunun yanında, meselâ Amerika’nın herhangi bir kasabasında ‘yaprak düşse’ haberdâr oluyoruz. Çünkü sistem bu şekilde kurulmuş... Pek çok gazetenin ‘dış haberler sayfası’, daha ziyade ‘Amerika’da neler oldu sayfasın’a dönüşmüş durumda. Bu çelişki, Türkiye’nin aşması gereken çelişkilerden sadece biridir.

Uluslar arası ‘ifsat şebekeleri’nin dolaylı katkısı olan bu durum, kuru bir iddiâdan ibaret değildir. Avrupalı ya da Amerikalı gazeteciler de bu gerçeği ifade etmekten geri kalmıyorlar. Meselâ, New York Times’ın Türkiye ve Ortadoğu temsilcisi Lynsey Addario bu itirafçılardan biri. Pek çok İslâm coğrafyasında mesleğini icrâ eden Addario, 2004 yılında Sudan’ın Darfur bölgesine gitmiş ve orada yaşananları fotoğraflarla belgeleyip bir sergi açmış.

Ortadoğu’da da görev yapan Amerikalı gazeteci, Amerikan halkının ve dolayısıyla dünyanın; gerçeklerden habersiz olduğunu ifade ederken şöyle demiş: “Ortadoğu’ya gittiğinizde ve orada uzun süre kaldığınızda, insanların farklı değerleri olduğunu görüyorsunuz. İnsanların değerlerini ve hayatlarını yargılamam ne kadar doğru bilmiyorum, çünkü her ikisi de tamamen farklı hayatlar, ama yine de Ortadoğu’nun genelde yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Özellikle ABD’de halk, Ortadoğu’daki insanların ne kadar misafirperver ve canayakın olduklarından habersiz.” (Cumhuriyet, Pazar eki, 13 Nisan 2008)

İnsanların gerçeklerden habersiz olması bir yana, yaşananların özellikle gizleniyor olması da ayrı bir vak’a. New York Times’ın Türkiye ve Ortadoğu temsilcisi Lynsey Addario, “ABD medyasının, savaş sırasındaki tutumu sık sık tartışılıyor. Editörlerle, yaptığınız haberler hakkında konuşurken, o çelişkiyi hissedebiliyor musunuz?” sorusuna şu cevabı vermiş: “Bir takım görüş ayrılıklarını ABD’ye döndüğümde yaşadım. Felluce’de yaralanan askerlerle ilgili bir haber yapmıştım. Life Magazine, fotoğraflarımı, dört ay boyunca elinde tuttu ve sonunda yayımlamamaya karar verdi. Bana dedikleri şuydu: ‘Fotoğrafların içeriği ve görsel yanı çok kuvvetli. Amerikalılar, bununla başa çıkamaz.’” (agg.)

Amerikalı editörler endişelerinde haklı! Çünkü Amerikalılar ve bütün dünya; yalan, yanlış ve ‘sansür’lenmiş haberlerle başa çıkamıyor! Bu fasit daire kırıldığında, gerçeklerin anlaşılmasını kimse engelleyemeyecek.

Genelde bütün dünya, özelde de ‘İslâm dünyası’nda yaşananlardan ‘sansür’süz bir şekilde haberdar olmak en temel hakkımız...

15.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Siyasî krizden devlet krizine



Süleyman Demirel geçenlerde Tercüman gazetesine Türkiye’de siyasetin bittiğini söylemişti. İşte tam bu noktada Ergenekon krizi, darbe söylentileri ve rejim ve devlet buhranı söylemleri patlak verdi. Kimileri bundan dolayı: “Kriz var, Ergenekon var zira muhalefet yok” diyorlar. Dolayısıyla siyasî kriz, rejim veya devlet krizini de tetiklemiş oldu. Seken siyasî ayak kendi kendine tamir edilemediğinden dolayı bu hem rejim, hem de AKP krizine dönüşmüştür. Yine bunun sebebi Demirel’in de ifade ettiği gibi askerî veya toplumsal mühendislik müdahaleleridir. Artık millet müdahalelere karşı şerbetli hâle geldiğinden ve gardını aldığından dolayı; bu durum yüzeye millet-devlet çekişmesi olarak yansıyor. Millet, ‘Bir daha aldatılmak mı asla. Aldatılmaya paydos!’ diyerek işi inada bindiriyor. Bu ‘manipülasyonlara şerbetliyim’ tavrı da, aklı ve muhakemeyi tamamen tatil ediyor. Ama maalesef yapacak bir şey de yok.

28 Şubat sürecinden beri millette derin devlete karşı bir refleks gelişti ve bu da çekişmeyi ve tıkanmayı beraberinde getiriyor. Bunun da iki kanadı var. Muhafazakâr kesimler ordu siyasete karışıyor diye ona karşı mesafe koyarken tam karşısında ulusalcılar ise ordu yeteri kadar siyasete bulaşmıyor veya müdahale etmiyor diye kırgın ve tepkililer. Dolayısıyla cumhuriyet tarihi en derin ve ontolojik krizini yaşıyor. Krizin derinliğini analiz eden Şükrü Karaca gibiler bunun bir rejim ve ondan öte devlet krizi olduğuna parmak basıyorlar. Şükrü Karaca gibilerine göre, daha önce yaşanan krizler aslında devlet krizi değildi. Belki kısmen siyasî ve ondan maada rejim kriziydi. 12 Eylül’de siyaset ülkeyi yönetemez hâle gelmişti. Şimdi ise siyaset ülkeyi tıkır tıkır yönetiyor. Ama tek ayak üzerinde. Dolayısıyla siyasî bir krizden söz etmek mümkün değil. Hakim siyasî parti veya yapı ile devlet kurumları arasında kan uyuşmazlığından mütevellit bir devlet krizi var. Ülkeyi yönetenler dizginleri kaybettiklerini düşünüyorlar. AKP ise bir takım iteklemeler veya zorlamalarla birlikte iktidar olayım derken kadrolaşarak muktedir olmanın yollarını açıyor. Sözgelimi, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı olarak atıyor, ama Menderes döneminde bazı kurumlara yapılan atamalardaki gibi atananlar altlarına veya bürokrasiye nüfuz edemiyor ve atamalar yüzeysel kalıyor. Bundan dolayı bürokrasi, başındaki cumhurbaşkanına bile dâvâ açabiliyor. Bu da Şükrü Karaca’nın ifadesiyle devlet krizininin yansımasından başka bir şey değildir.

***

Devlet krizini en fazla sembolize eden hususlardan birisi de Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu’nun ifadesine göre resmi ideolojinin yani Kemalizmin bitiş trendinde ve sürecinde olmasıdır. Katırcıoğlu çatışmanın da bu yüzden kaynaklandığını düşünüyor. Halkın güdülmeye karşı refleksi derin devlet veya ulusalcılar katında da rejim elden gidiyor algısına dönüşüyor. Bu itibarla, devlet ile millet arasında derin bir güvensizlik var. Devlet ve millet tezadının tam arasında kalan AKP de bunun çekim alanında savrulup duruyor. Şükrü Karaca gibiler çıkışı AKP’nin derin devlete teslim olmasında ve uzlaşmasında görüyorlar. Ama CHP kafadan AKP’nin bitişini ilân etmiş bile. Geri dönüşü ve pazarlığı mümkün görmüyor. Şükrü Karaca mücadelenin siyasî arenada veya devlet içinde kalmasını ve halka yansımamasını da istiyor. Kontrol dışına çıkmasını mahzurlu görüyor ve buna mukabil ara formüller öneriyor. Kimileri de AB üzerinden krizin yumuşatılabileceğini öngörüyor, ama Barroso örneğinde olduğu gibi AB temsilcileri ortadan konuşsalar bile Ulusalcılar onları da taraf olarak algılıyor. Dolayısıyla krizden çıkmak için içerideki ve dışarıdaki hakem adayları da bu titizlikle elenmiş oluyor. Şükrü Karaca gibilerin yaklaşımlarına mukabil, Mümtaz’er Türköne ve Hasan Celâl Güzel gibiler AKP’yi tasfiye sürecinde krizin sokağa taşacağını ve halka mâl olacağını ve son sözün de halk tarafından söyleneceğini ifade ediyorlar. Hakemlerin bittiği noktada, krizi bir şekilde halkın çözeceğini düşünüyorlar.

***

Anlaşılan 12 Eylül öncesi krizden daha derin ve büyük bir krizle karşı karşıyayız. Mahiyeti 28 Şubat krizinden veya sürecinden çok farklı değil ama vüs’at ve derinlik itibarıyla onu da gölgede bırakan bir kriz. Zira Millî Görüş çizgisi devletin bu kadar dehlizlerine ve derinlerine inmemişti ve onu yüzeyden söküp atmak nisbeten daha kolaydı. İkincisi de, halk tabanı olarak da AKP kadar genişliğe ulaşamamıştı. Dolayısıyla toplumsal mühendisliğin Türkiye’yi gelip taşıdığı nokta burası. Artık sistem kendi kendini yenilemek bir tarafa imha ediyor veya oyun kendi kendine son veriyor. Güç oyunu bozar. Nihayet herşeyin de bir limiti var.

15.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İnsanın başına gelen zulüm ve musibetler



Kullarını çok seven, onlara aslâ zulmetmeyen Allah, onlara niçin musibetleri vermektedir?

Bunun şüphesiz birçok hikmetleri vardır. Tarihçe-i Hayat’ta dikkat çekildiği gibi, “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir.”1

Demek musibetin iki yönü var: Biri geçmişte işlenen bir kısım suçlara ceza olarak veriliyor, diğeri de ileride verilecek bir mükâfatın başlangıcı oluyor.

O halde musibetler sabredildiği takdirde günahlara kefaret, bir kısım nimet ve hayırlara kavuşmanın da vesilesi olabilir. En azından büyük sevap kazandırır.

İnsan, kendi kusur ve hatalarına karşı savcı, başkalarının kusur ve hatalarına karşı da avukat makamında olmalı. Kendini daima suçlayacak, yargılayacak, nefsini temize çıkarmayacak. Nefis en büyük düşmanımız değil mi?

“Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi” dediği ve başı yanına astığı fıkralardan üçüncüsünde Bediüzzaman Hazretleri, nefsini şöyle susturuyor: “Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar; fakat kader senin gizli hatalarına binâen, o musibet eliyle, seni hem terbiye, hem hatana keffaret ediyor.”2

Nefsi temize çıkarma değil, sorgulama, yargılamada ne müthiş bir örnek! Bu güzel örneklerden biri de Tarihçe-i Hayat’ta “Konuşan yalnız hakikattir” makalesinde yer alıyor. Bu makalesinde yirmi sekiz sene suçsuz olarak vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılması, mahkemeden mahkemeye sevk edilmesindeki sırrı açıklarken nefsi sorgulamayı yine ihmal etmiyordu Bediüzzaman Hazretleri: “Allah’a binlerce şükür olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlâhî ihtiyarım haricinde dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor, ‘Sakın’ diyor, ‘İman hakikatini şahsına âlet yapma. Tâ ki imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun…

“Âdil kadere de derim ki: Ben Senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa, herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî, manevî füyuzat hislerimi fedâ etmeseydim iman hizmetinde bu büyük ve manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi fedâ ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim, bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede, Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebesi yetişti.”3

İşte büyüklerin hâli! O Bediüzzaman Hazretleri ki başkalarınca kusur dahi telâkkî edilmeyen, hatta yakalamak için peşinden koşulan makamları elde etmeyi hayalinden bile geçirmiyor, bunu ihlâs sırrına ters görüyor, elinin tersiyle itiyor, iman ve Kur’ân hizmetinin maddî ve manevî hiçbir şeye âlet olmaması için gerekli herşeyi yapıyor.

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 458; Tarihçe-i Hayat, s. 120.

2- Emirdağ Lahikası, s. 173.

3- Tarihçe-i Hayat, s. 595-596.

15.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kelime-i şehâdet ve hürriyetler



Kelime-i şehâdet; Allah’ın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed’in (asm) onun kulu ve elçisi olduğunu tasdik ile ifade etmektir. Allah’a ve peygamberlere îmânın hak ve hürriyetlere kazandırdıklarının aynısı, Kelime-i Şehadet için de geçerlidir. Ki, şu açılımları da yapabiliriz:

- Kelime-i Şehadet, aynı zamanda duânın özü ve anahtarıdır. Bir kulluk görevi olarak duâ, günahların izlerini vicdânlardan siler, rûhu arındırır ve psikolojik rahatlık verir.

- “Lâilâhe illallah, Muhammedürresûlüllah” enerji depolatır. Günlük işler ve olumsuz hâdiseler içinde yorulan, enerjisi tükenen insan, duâ ile şarj olur. Bunu tekrarlayarak imanımızı yenileriz. Hz. Peygamber (asm), “İmanınızı ‘La ilahe illallah’ ile yenileyiniz”1 der.

“Gayb denilen metafizik âlemle aramızdaki perde kalksa, imanımda bir artma olmaz!” diyen Hz. Ali (ra), “Ey Allah’ın Elçisi, Allah’a kavuşan en kısa yol nedir?” diye sorar. Peygamberimiz: “Benim ve öteki elçilerin bildirdiği en güzel zikir, ‘La ilâhe illallah’ cümlesidir. Gök ve yeryüzü kefenin bir gözüne, bu söz diğer gözüne bırakılsa, bil ki bu söz daha ağır gelir...” cevabını verir.

- Kelime-i Şehadetle Onu çağırır, Onu anar ve Ona sığınırız. Bir Hadîs-i Kudsî’de Kelime-i Şehadetle ve ibâdetle meydana gelen yakınlaşma; Allah’a karşı sevginin, bu sevgi de kulda duyarlı bir vicdan ve sağduyunun doğmasına sebep olduğu belirtilir.

- Kelime-i Şehadet, yalnızca kâinatın tek olan Yaratıcısına iman etmeyi, tevekkülü; Hz. Muhammed’i (asm) rehber kabul etmeyi; bunlar da hak ve hürriyetleri gerektirir. Kelime-i Şahadet, başkalarının keyfîliğine tâbi olmak değil, Allah Resûlünün verdiği şefkat, sevgi, hürmet/saygı, yardım, iyilik, diğergamlık gibi yüzlerce olumlu hasleti geliştirir. Aynı zamanda da olumsuz davranışlardan uzaklaştırarak hak ve hürriyetlere saygıya yönlendirir.

- Kelime-i Şehadetle beşerî baskı ve minnetlerden kurtulur, gerçek hürriyete kavuşur; aradaki vasıta ve perdeleri kaldırıp, doğrudan doğruya Allah’a muhatap oluruz. Onun huzûruna ve dergâhına iltica ile Ona hamd ve şükranlarımızı arz ederiz.

- Kelime-i Şehadet zikri ve duâsıyla madde bağımlılığından, nefsî, indî, süflî arzu ve isteklerden kurtuluruz. Bu da hak ve hürriyetlere açılan sonsuz bir penceredir.

- Kelime-i Şehadet, doğrudan doğruya dert ve sıkıntıların gidericisi olan ve bütün ihtiyaçları karşılayan Allah’a muhatap eder. Dolayısıyla mânevî bir sır, bir ilâç olur.

- Kelime-i Şehadet stres, üzüntü, ümitsizlik ve yalnızlığın baskılarını, kendimizi vermemiz ve ihlâsımız derecesine göre hafifleştirir. Çünkü duâ eden kişi bilir ki, yalnız değil, birisi var: Bütün ihtiyaçlarını görür; bilir; sesini duyar; ona cevap verir.

- Kelime-i Şehadet; dünya ve içindekilerle beraber, nefsin etrafında dolanmaktan kurtarıp, O’na tevcih eder, yani, çokluktan, dünya problemlerinden, sıkıntılarından sıyırıp, ruha nefes aldırır ve dinlendirir.

- Kelime-i şehadet, sonsuz güce dayanma güveni verir; altından kalkılması imkânsız meseleleri, gücü sonsuz olan Allah’a havâle ederek; sırtındaki problemler yumağından, ağır yüklerden kurtarır.

Dipnot: 1- Müsned, 2:359; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 2:415; Hâkim, el-Müstedrek, 4:256; el-Heysemî, Mecmâü’z-Zevâid, 1:52.

15.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Dağdaki çobanın demokrasideki yeri



Bir mankenin ağzından ve çıkan bir anda gündeme oturan "Benim oyum ile dağdaki çobanın oyu aynı değerde olmamalı" şeklindeki sözün münferit bir anlayışı yansıttığını zannetmeyin sakın. Bu öylesine köklü ve derin bir zihniyettir ki, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk çeyrek asrında ülkeye bütünüyle hâkim olmuş ve o döneme damgasını vurmuş bir zihniyettir.

* * *

Demokrasilerde, vatandaşların oyları arasında herhangi ayrım yoktur ve olamaz. Herkes birbirine eşit değerdeki oy hakkına sahiptir.

Kullanılan oyun, sarayda oturan krala veya aynı sarayda kapıcılık yapan bir hizmetçiye ait olması hesabı etkilemez ve neticeyi değiştirmez.

Tabiî, bu ölçüler demokratik sistemlerde geçerli; otokratik, yahut totaliter rejimlerde değil...

* * *

Bizim yakın tarihimizde, vatandaşın oy değeri itibariyle, işte arada böylesine uçurum kadar farklar var.

1923'den 1950'ye, özellikle 1946'ya kadar olan süre zarfında, vatandaşın—hele hele köylünün, çiftçinin, çobanın—oy hakkına zerrece değer verilmiş, yahut itibar edilmiş değil.

Milletvekili seçimlerinde vatandaşın reyine müracaat edilmemesini bir yana bırakın, Meclis'in kararıyla ülkede yapılan en köklü devrimlerde, inkılâplarda bile, referanduma hiç gidilmemiş, gitme ihtiyacı dahi duyulmamış. Bu zihniyetin kurmay kadrosu, vatandaşa "Cahil oy çoğunluğu" nazarıyla bakmış, köylüye "Hasolar, Memolar" diyerek, onları kendinden aşağı görmüştur.

Hatta, dahası var. Şöyle ki: "Bunu nasıl yaparsınız? Bu işler referandumsuz nasıl olur?" diye soran Avrupalı gazetecilere şu tarzda cevaplar verilmiş: "Biz okumuş, entelektüel bir seviyeye gelmiş tahsilli, kültürlü insanlarız. Cahil köylünün seviyesine inip de ne yapacağız yani? Dolayısıyla, bizim onun seviyesine inmemiz değil, onun bizim seviyemize çıkması lâzım."

* * *

Evet, işte bütün mesele burada...

Bugün bir mankenin ağzından çıkan antidemokratik söz, esasında seksen–yüz yıllık bir anlayışın, bu ülkede uzun yıllar hakimiyet kurmuş bir zihniyetin yansımasıdır.

Bunun, demokrasiyle uzaktan yakından bir alâkası yoktur gerçi. Ama, tam da Türkiye'ye mahsus bazı gizli gerçeklerin acı bir ifadesidir.

Durum, demokrasi meselesinde böyle olduğu gibi, maalesef yargı ve laiklik gibi önemli meselelerimizde de hemen hemen aynıdır.

Tarihin yorumu

Cesur Anzavur'un fecî âkıbeti

Anadolu'daki Kuvâ–yı Millîye hareketini baltalamak maksadıyla kurulan Kuvâ–yı İnzibatîye komutanı Anzavur Ahmet, Çanakkale'nin Karabiga yöresinde giriştiği bir çatışma esnasında vurularak öldürüldü.

Anzavur, bu tarihten tam bir sene önce (15 Nisan 1920), yine aynı yörede Çerkez Ethem ve Demirci Efe idaresindeki Millî Kuvvetlerle giriştiği çatışmayı kaybetmiş ve atından düşerek yaralandığı için, İstanbul'a doğru kaçarak canını zor kurtarmıştı.

* * *

Kuvâ–yı Millîye hareketinin Anadolu'da giderek güçlenmesi, Damat Ferit Paşa idaresindeki İstanbul hükümetini bir hayli telaşlandırmıştı. Milletin desteğini alan bu hareketin önüne geçilmesi için çeşitli çareler, tedbirler düşünülüyordu.

İstanbul'daki işgal kuvvetlerinin de desteğini alan son bir çare olarak, Kuvâ–yı Millîye'ye karşı bir Kuvâ–yı İnzibatîye Teşkilâtının kurulması (Nisan 1920) oldu.

Yaklaşık dört bin techizatlı askeri bulunan bu teşkilâtın başına önce Süleyman Şefik Paşa getirildi. Ancak, Adapazarı–Düzce taraflarında etkili bir güce sahip olan Abhaza Beylerinden Anzavur Ahmet ile anlaşamayan Şefik Paşa bu birliğin komutanlığından istifa etti.

Bu gelişmenin ardından, bütün ipler Mir–i Mirân (sivil paşa) ünvanıyla Kuvâ–yı İnzibatîye'nin başına getirtilen Anzavur'un eline geçti.

Anzavur Ahmet, aynı zamanda eski Jandarma binbaşılığından emekli olmuş, askerlik mesleğinden az–çok anlayan bir şahsiyet idi.

* * *

Beyliği kadar cesaretiyle de şöhret bulan Anzavur'un komutasındaki dört bin kişilik derme çatma ordunun Kuvâ–yı Millîye askerleriyle önemli iki çatışması var.

Bunlardan biri Düzce–Hendek taraflarında (1920), diğeri ise Çanakkale–Balıkesir taraflarında yaşandı.

Neticede, her iki mücadeleyi de kaybeden Anzavur, 15 Nisan 1921'de üçüncü bir mücadeleye hazırlandığı esnada, yakın adamlarıyla birlikte pusuya düşürülerek öldürüldü.

Böylelikle, Millî Hareketi zaafa uğratmak için iç isyanlardan medet uman bir fitne hareketi daha bertaraf edilmiş oldu.

"Cesur Anzavur"un cesedi, Biga ilçesinin Buzağılık köyü civarındaki bir gübreliğe defnedildi. Gövdesinden kesilmek suretiyle ayrılan kafası her ne kadar Ankara'ya ulaştırılmak istendiyse de, buna muvaffak olunamadı. Cesediyle birlikte aynı yere gömülerek üzeri kapatıldı.

Anzavur'un kurtulan askerleri İstanbul'a kaçarak, işgal kuvvetleriyle birlikte çalışmaya devam etti. Ne var ki, işgalcilerden de yüz bulamadılar ve zamanla dışlanarak uzaklaştırıldılar. Kurtuluş zaferinden sonra yakalananların çoğu idam edildi.

15.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



K. Avcı:

*“Mayıs 2007’de eğer askerliğim ‘öğretmen asker’ olarak çıkarsa bu Kurban Bayramında sığır keseceğim diye niyet ettim. (Adak olarak da zikrettim.) Asıl niyetim askerliğimin ‘öğretmen asker’ olarak çıkması ile doğacak olan çocuğum için, aldığım araba için ve de kurbanda keseceğim kurbanı toplayıp sadece bir sığır keserim diye düşünüyordum. Niyetimizi ettik; fakat ben kurbanda sığır kesmeyip koyun kestim. Şimdi kafama takıldı; bir hocaya sordum, ‘olmaz’ dedi ‘Sen sığır adamışsın, kurban üzerinden kalkmaz, sığırı (adağı) ayrı kesmelisin’ dedi. Adak hâlâ duruyor. Ne yapmalıyım? Ayrıntılı bir şekilde anlatırsanız sevinirim.”

Allah’a verdiğimiz düzgün bir sözü sonradan muhtelif tevillerle çevirmek, değiştirmek ve sözden caymak doğru değildir. O verdiğimiz sözü yerine getirmek ne kadar güç olursa olsun; bir defa ağzımızdan çıkmış ve bir defa vacip olmayan o şeyi üzerimize vacip yapmışız.

Öyleyse sözümüze sadık kalmalı ve adağımızı hiç nazlanmadan yerine getirmeliyiz.

Her zaman elimiz Allah’a açılacak, her zaman gözümüz Allah’tan bekleyecek, her zaman umutlarımızı Allah yeşertecek, her zaman her ihtiyacımızı Allah deruhte edecektir inşallah.

Kendi başımıza sardığımız külfeti aşmamız lâzım. Allah Ganiyy’dir, Muğniy’dir, Kerim’dir, Rahim’dir.

Biz o külfeti aştığımızda, O, bizim üzerimizde merhamet sahibidir.

Zaten istediklerimizi vermiş; öyle değil mi?

Ama O verdikçe vermekten hoşlanıyor.

Belki bizim bir adımımıza O on adımla cevap verecek ve bize daha da yaklaşacak.

Daha verecekleri ve bizim ihtiyacımız olan çok şey var çünkü.

Binâenaleyh; adağımızı—ne adamışsak—hiç caymadan ve hiç değiştirmeden yerine getirelim. Allah kabul etsin. Âmin.

***

Z. Kuş:

*“İnançlı, dinine hizmet etmeye çalışan biriyim. Çocuğum olmuyor. İmtihan olduğunu biliyorum. Fakat düşünmeden de edemiyorum: İnsanların çocuğunun olmamasının hikmeti nedir?”

Öncelikle doktora başvurdunuz mu bilmiyorum; eşinizle birlikte doktora gitmenizi ve tıbbın teklifleri ile hareket etmenizi tavsiye ediyorum.

Sağlıkla ilgili bir çözümü varsa böylece Allah’ın izniyle ulaşabilmeniz mümkün olur.

Eğer tıbbî bir çözümü yoksa yapabileceğiniz şey, hayırlısının böyle olduğu yolunda kendinizi ikna etmek olacaktır.

Çünkü bizim beşerî gücümüzü aşan bir tecellî karşısında yapabileceğimiz bir şey kalmaz.

Bu durumda, “Olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysaki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o şey sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz”1 âyetinin fehvası ile amel etmeliyiz.

Hoşumuza gitmeyen hiçbir tecellîde, yolunda gitmeyen hiçbir işte Allah’a küsmek gibi, Allah’tan hesap sormak gibi bir seçeneğimiz yoktur.

Her hal ve her şartta Allah’a teslim olmakla yükümlüyüz.

Eğer bizim için çocuk yaratmamışsa, bunun en büyük hikmetini hayra yorarak bulacağız, “Böylesi hayırlıdır da ondan” diyeceğiz.

Öte yandan, üzerimizde şükrünü eda etmediğimiz, şükrüne yetişemediğimiz çok nimetler var.

Allah’ın vermediği bir şeyle meşgul olmak yerine, verdiği şeylerin şükrü ile meşgul olmamız gerektiğini düşünmeliyiz.

Çünkü unutmamalıyız ki, yaratılışımızın en mühim gayesi, en büyük neticesi ve en göz alıcı meyvesi şükürdür.2

Çocuğun olmaması meselesinde, diğer tecellîlerde olduğu gibi, Allah’ın hükmü ve takdiri esastır. Hikmet, Allah’ın iradesinde gizlidir. Allah’ın iradesini ise hiç kimse sorgulamaya yetkili değildir. İnsana düşen, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, sorgulamak değil, şükretmektir.

Bununla beraber, vermeyi takdir buyurduğu zaman belki de henüz gelmemiştir.

Ümidimizi kaybetmeden duâya devam etmeye de en azından hiçbir şey mani değildir.

Duâya devam etmeye sebep olmak gibi bir hikmet bile kendi başına büyük bir hikmettir.

Dipnotlar:

1- Bakara Suresi: 216

2- Bediüzzaman, Lem’alar, s. 609

15.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri