Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Mayıs 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Hayat yahut bilgisayar



Bilgisayar sana üç seçenek sunar:

Beklemeye al, kapat ve yeniden başlat.

Oysa hayatta hiçbiri yoktur. Çoğu zaman ansızın kapanıverir, haber bile vermeden. Elektrikler kesilivermiş gibi.

Bazı dosyaları kimse görmeden sileceksindir.

Yeni bazı dosyalar oluşturacaksındır.

Yeni elektronik postalar gönderecek, sana gelenleri cevaplayacaksındır.

Bazı cümlelerin yarım kalmıştır, devamını getirmezsen yanlış anlaşılacaksındır.

Bazı resimlere son rötuşları yapmamışsındır, yeterince aydınlatmamış, yeterince büyütmemiş ya da küçültmemişsindir.

O filmi henüz izlememiş, o yazıyı henüz bitirmemiş, o şarkıyı henüz dinlememişsindir.

Yepyeni bir program kuracaksındır belki, her şeye sıfırdan başlatan.

Yepyeni bir program kuracaksındır, bütün hatalardan arındıran.

Bütün dosyaları gözden geçirmek ve fazlalıklardan kurtulmak, eksikleri tamamlamak üzeresindir.

Sormaz hayat, kapatayım mı diye? Kapatıverir.

Silemediğin o dosya orada duruyordur.

Bitiremediğin o cümle, o haliyle oradadır.

Hatalarını temizleyen program kurulamamıştır.

Ama yapacak bir şey yoktur. Hayat sormaz.

Hele hele beklemeye almaz.

Hele hele yeniden hiç başlatmaz.

Hele hele hiç formatlamaz.

Her an kapanabilir gibi çalışmalısındır.

Her an yarım kalabilecek gibi izlemeli, dinlemeli, yazmalı, okumalısındır.

Hayat, sana iyi ile doğru arasında seçim sunar.

Güzel ile çirkin arasında da.

Ama kapatmak ya da kapatmamak arasında değil.

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Medreselerin kurtuluş formülü Risâle-i Nur’da



Medrese denildiğinde Camiülezher´in aklımıza gelmemesi zordur. Başta Afrika kıt'ası olmak üzere İslâm âlemini yüzyıllarca nurlandıran Ezher medresesinin özelliği, bayrağını hâlâ yükseklerde dalgalandırmasıdır. Bunda Osmanlının ilmî hürriyeti büyük rol oynamıştır. Müslüman halkların arasında “kudsiyete” varan bu büyük tesiri Ezher, elbette esas aldığı Kur'ân'a ve onun ilk tefsiri olan sünnete borçluydu. İslâm âlemine musallat emperyalizm ve daha sonra deccaliyetin yakın zamana kadar “Ezher”i birçok Kuzey Afrika medresesi gibi misyonsuzlaştıramamalarının arkasında, yine İslâm âleminin belirgin maddî-manevî desteği vardı. Kemalizm, Osmanlının devamı Türkiye´de medreseleri resmen kapatınca, binlerce Türkiyeli genç, ilim tahsili için Ezher´e koşmuşlardı. Yani Ezher yine Osmanlıydı.

İnkâr-ı Uluhiyet fikrini esas alan Batılı cereyanlar, elbette İslâm âlemindeki icraatlarını içimizdeki ajanlarıyla yapacaklardı. Tek parti döneminde Türkiye´de yaptıkları gibi… Kuzey Afrika’daki (Mağrib, Cezayir ve Tunus) meşhur medreseleri fonksiyonsuz hale getirmeleri gibi; Mısır, Şam, Bağdat, Hint ve Pakistan medreselerinde de uzun ve derin çalışmaların çoktandır yapıldığını duyuyoruz. Hatta Mübarek’e yapılan baskı ile Camiülezher´in müfredatında “modernize” adı altında bazı değişikliklerin yapıldığını medyadan takip ettik. Mahiyetini tam öğrenemediğimiz bu değişikliklerin ne olduğunu tam öğrenemeden, meşhur İslâm düşmanı Sarkozy’nin Şeyh Tantavi’yi iğfal ile giriştikleri çalışmada, medrese karşıtlarının plânlarının genişliğini ve derinliğini gösterdi.

Maalesef Türkiye´deki Kemalizm bu ilhad hereketinin mütemadiyen bayraktarlığını yaptı. Müslüman Türkiye´ye karşı işlenen 12 Eylül cinayetini müteakiben “Ezher mezunlarının” diplomalarının iptali, çeşitli hizmet kademelerindeki Ezherli memurların ihracı, cinayetin kimlerce ve hangi maksatlara yönelik yapıldığını elbette ortaya koyuyor. Hadise Ezher´le sınırlı değildi. Sözde Arap âlemindeki eğitim müfredatından “Yahudî düşmanlığını teşvik ettiği” iddia edilen kısımlar çıkarılıyordu. Fakat alâkası yoktu. İcraatı yapan inkâr-ı ulûhiyet taraftarları; Müslüman gençlerin itikadlarını, salâhat ve İslâmî taraftarlıklarını bozacak ve ortadan kaldıracak çalışmaların peşindeydiler. Önce itikadları sarsacaklardı ve sonra da “İslâmî amel” ile istihza edilecekti. Batı felsefesine karşı, Kur´ân’dan kuvvetlice inşaa edilmiş bir itikadın Arap âleminde varlığı da zaten tartışılıyordu. Geleneksel eğitimin tazyikiyle İslâmî ilimlerin daha ziyade “amelî” tarafı veriliyordu klâsik medreselerimizde…

BOP'un; İslâm âlemindeki imanı, ahlâkı ve nizamı tahrip anlamına da geldiğini bilmeyenler, demokrasi ve hürriyetle kendilerini teselli ededursunlar. Yüzbinlerce insanın kanı üzerine kurulacak demokrasiden hayır gelmeyeceği Ortadoğu örneğinde görülüyor. Müslüman kadının iffetine düşman zındıkanın BOP çerçevesinde, “kadın hak ve hürriyetleri” görevinin Mekke zirvesinde Türkiye’deki muhafazakârlara verilmesi manidar olmuştur. Vatanı kadar iffeti ve iffetini simgeleyen çarşafı uğruna savaşan bir milletin tesettürlü kadınlarını her türlü “kamusal hukuktan” mahrum eden Türkiye, İslâm âlemindeki kadınlara hürriyet getirecekti… Allah bazılarını ancak bu şekilde maskaralaştırır.

İşte bu BOP, başta Arap dünyası olmak üzere pis elini ta Java'ya kadar harîm-i İslâma uzatmış, İslâmiyeti az çok öğretmeye çalışan medreselerin içini boşaltmaya çalışıyor. Bahanelere destek figüranlar ve figüranlığa teşneler İslâm âleminde o kadar mebzul ki… Cehalet ve zaruretin pençesine düşürülmüş bir coğrafyada bundan bol ne olabilir ki… Zındıkanın son hedeflerinden birisi de Pakistan ve Hindistan´daki İslâmî teşekküller veya medreseler olduğu Londra'dan biliniyordu… Londra'daki bombalama senaryosunu yazanlar, adres olarak aylar önce Pakistan'ı vermişlerdi. Hint kökenli Müslümanların vatanlarıyla rabıtalarını koparmak, aralarına nifak atmak ve bu vesileyle vazifeleri olan Müşerref´le belli makus hedeflere yürümekti…

Müşerref'te Kemalizm mantalitesi de vardır. Belki de 28 Şubat'ı gerçekleştiren paşalarımızın sınıf arkadaşı… Hani 17 Ağustos depremiyle günahları örtüşen bazı emekli paşalarımızla. Zira Müslümanları fişleyen, dinî tedrisata darbe vuran ve tesettürü yasaklayan paşalarımızla kafa yapıları benzeşiyor. Gerçi Pakistan'da depreme “İlâhî ikaz” demek suç değil… Ama Müşerref´in Pakistan halkına rağmen BOP’cularla işbirliğinin acı faturasını bütün Pakistan çekti ve çekiyor.

BOP’un mengenesine yakalanan medresenin de elbette hata ve günahı vardır. Tecditten bîhaberce fen ilimlerine kapılarını bir asıra yakındır kapatması, bugünkü zilletimize sebep olarak gösterilebilir. Yani, medresenin kendini yenilemesi ve ıslâhı lâzımdı… Niçin yapmadı?

Medresenin kendisini ıslâh etmesinin lüzumu belki de yedi asırdan fazladır İslâm âleminde konuşuluyor. Tarihî kayıtları, padişah fermanlarını ve o zamanki divan müzakerelerini dikkatlice okuyanlar, elbette hak vereceklerdir.

Avrupa aydınlanmasıyla Osmanlı mülküne saray kapısından giren “mektebin” gördüğü hususî alâka ve iltifata karşı; üvey evlât durumuna düşürülen medresinin hal-i pür melâli son ikiyüz yılda maddî-manevî çatışmaları da beraberinde getirmiş. Mekteplerin felsefeden doğan fenlerle şarka hucûmu medreseyi müdafaa edenleri zor durumda bırakmış. Bu tartışma ve sürtüşmenin Bediüzzaman Hazretlerinin “Medresetü’z Zehra” projesine kadar devam ettiğini görüyoruz. Bize göre medrese ve mektep çatışmasını ortadan kaldıran Bediüzzaman’ın meşhur projesinden sonra, bu hususta temelleri ilgilendiren ciddî bir tartışma ile karşılaşmıyoruz. Bazı Kemalistlerin “Avrupa dinsizleri” adına medreseye atmak istedikleri çamur, onun mazideki temiz hatıralarına çarparak tekrar kara yüzlerine sıçrıyor. Fakat ne hazindir ki; Osmanlı Devletinin vefatıyla birlikte “medrese” resmî müessese olarak bizde vefat etmiş. Devletin ulaşamadığı ve Selaniklilerin de bir türlü uzlaşamadığı şarktaki medrese bir nebze daha hayatını ahali arasında devam ettirmişse de, o da umumî mânâyı takip ediyor.

Bediüzzaman Hz.leri ferasetiyle gördüğü bu dehşetli felâkete karşı, “hayatımın en büyük ideali ve hayali” dediği müşahhas Medresetü´z Zehra’ya muvaffak olamamış, ama, aynı mânâyı Anadolu olmak üzere dünyanın bir çok köşesine yayılan “Medrese-i Nuriye”lerle tahakkukunu görerek dar’ül bekaya kemal-i huzurla yürümüştür. Said Nursî Hazretlerinin medrese ile mektebi barıştırma projesinin üstünden yüz yıla yakın bir zaman geçince, “Nur medreselerinin” rolü tekrar konuşulmaya başlanıyor. Dünyanın pek çok lisanına ve bilhassa Arapça-İngilizce ile İslâm dünyasında yayılmaya başlayan Risâle-i Nurlar, mahallî medreselerin BOP’un mengenesinden kurtulmalarının usullerini neşretmeye başlıyor. Bediüzzaman Hz.lerinin hem mektuplarında, hem de evradında ehemmiyetini vurguladığı “İslâm âlemindeki Risâle-i Nur’un neşri” bugünlerde bir başka önem kazanıyor. Batı felsefesinin düzenbazlıklarıyla medreselere musallat olan BOP’çular, karşısında Risâle-i Nur'dan ders alan İslâm ulemasını görünce şaşkına dönüyorlar. Risâle-i Nur, yüzyıllık tecrübesiyle felsefenin plân ve desiselerini tar ü mar ederken, nazarı tekrar Kur’ân ve Sünnete çeviriyor. Âlem-i İslâmı ve bilhassa Arap âlemini hâmisiz zanneden neo-conların “medreselerin dönüşümü” projelerinin akim kaldığını pek yakında daha net göreceğiz, inşallah.

Medresenin malı olan Risâle-i Nur bir taraftan meşhur dünya medreselerini müdafaa ederken, diğer taraftan harim-i İslâmdaki münafıklarla dehşetli mücadeleleri yaşıyor. Pratiğini bizzat Bediüzzaman’ın elinde yaşayan Anadolu Risâle-i Nur medreselerindeki dersler, bazıların yanlış anladıkları mânâda dış mihrakların nazar-ı dikkatini celbedecek surette hiçbir zaman “kurumsallaşmamıştır.” Usûlünü İmam-ı Ali'den alan bu medreseler “sırren tenevveret” ve “sırren beyaneten” prensibi, yani azamî dikkat ve ihtiyat düsturları, onu saldırı ve nifaklardan Allah’ın inayetiyle muhafaza etmiş.

1980’lere kadar Türkiye’de soruşturmalara maruz kalan Risâle-i Nur eserlerinin ve medreselerinin ihtilâlden sonra rahat bırakılması iki hususu hatıra getiriyordu. Birisi; Risâle-i Nur muarızlarının efkâr-ı amme nezdinde düştükleri gülünç durumun giderilmesi için ihtilâl hükümetinin Adalet Bakanı kürsüde acziyetini ifade ediyordu, yani karşı durulmayan hareket bilmecbûriye serbest bırakılıyordu. Diğeri ise, düşmanları metod değiştirmişlerdi. Nurculara, kamusal alanda görünmemek, M. Kemal'le sürtüşmemek ve gösterilen iktidarlara rey vermek şartıyla tam bir serbestiyet içinde çalışmaları sözü veriliyordu. Hatta mahallerden çeşitli şekillerde destekleneceklerdi. Kısmen izolasyona yakın, Kur’ânî hakikatleri hayata taşımaktan uzak ve daha ziyade dar dairede “uhrevî” bir şekle bürünen bazı medreselere karşın, Bediüzzaman’dan tevarüs edilen pratik “Medrese-i Nuriye” tarzını devam ettirenler, daha ziyade efkâr-ı ammenin dikkatini çektiler. Bu dikkati perdeleme işi fazla geciktirilmedi. Kendilerine isnad edilen “Nurculuğu” açıktan reddettikleri halde birileri tarafından “fısıltı korosu” halinde ısrarla Nurcu olarak ileri sürülenlerle yine bir ara “efkâr-ı amme” karartıldı. Fakat bu da çok uzun sürmedi. Risâle-i Nur’dan ders alamayan ve Nur medreselerinde diz çökemeyen bu genç nesil, maalesef Risâle-i Nur kimliğine sahip çıkamadı. Hakikat yeniden tulû edince, Kur´ânî ve semavî olan “medrese”ye perde olmak isteyenler, mecburen çekildiler.

Risâle-i Nur medreselerinin âlem-i İslâmdaki medreselere kuvvet ve destek verdiğini çok iyi bilen zındıkanın, “Nur medresesini” tahrip ve tahrif çalışmaları elbette devam edecektir. Bazen ifratla ve bazen de tefritle hadiseyi karıştırmaya çalışacaklardır. Medreseyi “Batı felsefesinin” aşısıyla aşılamaya çalışanlar çıkacağı gibi, ifrata karşı çıkan tefrittekilerin; “zaman ve mekânı” inkâr edercesine eski çağlara kaçışlarıyla da bu müesseseyi lekedar etmeye çalışanlar elbette olacaktır.

Bize düşen; usûlünü doğrudan Kur'ân’dan alan, vahye istinad eden, Resulullah’a dayanan ve pratiği yapılmış, teorisi ise belgeler ve metinler halinde elimizde çoklukla bulunan nur medresesinin bu orjinal yapısını muhafaza etmektir. Gerçi onu Anadolu´nun sinesinden bugüne kadar kimsecikler söküp atamamışlar, ama bidatlarla, yeni icadlarla, felsefenin göz boyamasıyla zihinler geçmişte teşviş edildiği gibi bugün de karışabilir.

BOP’un “medreselerin dönüşümü” projesinin, ilmî bir heyetçe incelenmesi gerekiyor. Dünya kapitalinin ekserisini ve Amerikan ordusunun yardımını muvakkaten de olsa emrine geçirenlerin Kuala Lumpur ve Endonezya başta olmak üzere, Körfez ülkeleri, Kuzey Afrika ve Arabistan’da neyin peşinde koşuşturduklarını tesbit etmek, Müslüman siyasetçi ve idarecilere düşüyor. Dışarıya sızdığı kadarıyla zındıka buralarda, yani medreselerde dinin “iman boyutunu” söküp atma çabasında görünüyor. Her yerde medreseye dayatılan modern hayatın, şimal cereyanının “hayatı tahrip” programından başka bir şey olmadığını da bu vesile ile tekrar edelim.

Mutlaka sizin de dikkatinizi çekiyordur. Zaman zaman Türkiye; dinî tedrisâtı, imamlarına eğitimi ve kadın hürriyetleri noktasında Batılı dinsizlerce İslâm ülkelerine örnek gösteriliyor. Dinin yerine Türkçülüğün ikame edildiği; ahlâksızlığın, inkârın, ecdatla istihzanın ve mukaddesâtla alay etmenin ders müfredatı olarak okutulduğu tek partili Türkiye'de, 1968-71'lerde ortaya çıkan zakkum meyvelerini belki de İslâm dünyası bilmiyordur. Türk milletinin tam çeyrek asır “dinsiz bir eğitim müfredatı” ile çocuklarının eğitildiğini, günümüzde BOP´un tuzağıyla boğuşan ülkelere anlatmak gerekiyor.

Tarih, Bediüzzaman Hazretlerinin tek başına Kur'ân'dan yazdığı Risâle-i Nur eserleriyle Avrupa dinsizliğine ve Anadoludaki münafıklara meydan okuduğunu ve muvaffak olduğunu ispat ederken, bunun bütün İslâm dünyasına orijinal prensipleriyle anlatılmaya devam edilmesi gerekiyor. Haddizatında her sene Risâle-i Nur'dan yüzbinlerce kitabın hac münasebetiyle Hicaz’da hacılara dağıtılması, ileri gelen İslâm üniversitelerinin her sene Bediüzzaman ve Risâle-i Nur'la ilgili yüzlerce ilmî çalışma ve sempozyum yaptırmaları, internet ağında binlerce siteden bu hakikatlerin onlarca lisanda dünyaya neşri; Risâle-i Nur medresesinin konumca sağlam yerlerde durduğunu bize gösteriyor. Yeter ki hipnotizma ve manyetizmanın alanlarından sakınıp; müteyakkız, sebatkâr, gayyur ve muhlisâne bir hal ile Risâle-i Nur´lara çalışalım. Gerisi gelecektir. Ve Allah’ın inayeti ile mengeneler çok kısa zamanda çözülüp, çöpe gidecektir…

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Büyük davete icabet yolunca



Bir dünyevî büyüğün davetine icabet edecek olsanız her zamankinden farklı giyinir, kuşanır, heyecanlanır, değişik duygu ve düşünceler içerisine girersiniz. Hiç şüphesiz hac ve umre yolcusu da çok daha farklı duygu ve düşünceler içerisindedir.

Diyelim ki umreye niyetlendiniz. Bunun için mikat yerine gelince ihrama giriyor, niyetleniyor, telbiye getiriyorsunuz. Namaza dururken her şeyi bir tarafa atıp Allah’ın huzuruna çıktığınız gibi umrede de bir taraftan giymekte olduğunuz elbisenizi çıkarırken diğer taraftan aklınızdaki, fikrinizdeki, kalbinizdeki kötü duygu ve düşüncelerden sıyrılıp Allah’ın hoşnut olacağı duygu ve davranışlar içerisine giriyorsunuz.

Telbiye getirirken de bunu dile getirmez miyiz? Evet, telbiye her şeyin Allah’ın; hamdin, mülkün O'na ait olduğunu, O'nun hiçbir ortak ve yardımcısı olmadığını, emrine âmâde olduğumuzu ifadeden ibarettir. Artık umreci her konuda Allah’ın emrine uymaya hazır olduğunu ilân etmektedir.

İki parçadan ibaret beyaz elbiselere bürünürken Mahşeri yaşamaya başlarsınız âdetâ. Evinizi, barkınızı, malınızı, mülkünüzü, yurdunuzu bırakıp gelmişsiniz. Artık makam-mevki, mal-mülk, şan-şöhret aradan kalkmış, herkes eşit seviyeye gelmiş, Mahşerdeki hâlinizi geçici bir süre de olsa üstlenmektesiniz. Malın-mülkün, çoluğun-çocuğun hiçbir fayda vermediği, ancak selim bir kalbin, salih amelin işe yaradığı o günü hatırlıyorsunuz.

Artık Allah’ın yeryüzündeki misafiri olan siz, O'nun sarayını, Beytini ziyaret için kolları sıvamış, şehirlerin anası olan Mekke’ye, şu fani dünyada gurbette bulunduğunuzu hatırlayarak asıl vatanınız olan Cennete liyakat kesbedilmek için kat kat sevaplı yoğun amellere yöneliyorsunuz.

Mikat sizin için bir dönüm noktası, bir başlangıç oluyor. Artık bir melek gibi hep iyilik düşünecek, şefkat ve iyilik sembolü olacak, hayır ve ibadetlere koşacaksınız. Çekişme, kavga, gürültü, kötü söz ve davranışlara bütün kapılarınızı kapatacaksınız. “Başkası ne der?” yerine “Allah ne der?” duygusu hakim olacak içinizde.

Zaten giymekte olduğunuz ihram olduğu gibi girmekte olduğunuz harem de bir kısım yasaklardan uzaklaşmanızı telkin etmez mi? Bir kısım yasaklar bölgesidir Harem. Ten’im, Udatü’l-İbn, Cirane ve Hudeybiye alanlarına kadar uzanan yaklaşık 25 kilometrekarelik bir alandır Harem. İhramlıyken en küçük bir canlıyı dahi öldüremez, ağaçtan bir yaprak, saçınızdan bir kıl dahi koparamazsınız.

Orası güvenlik bölgesidir. Her şey, herkes emindir artık orada. Çünkü Allah’ın evinin bulunduğu yerdir burası. Allah Resûlü (a.s.m.) Hicretten sonra Medine’yi de harem ilân edecek, bu yasaklar orada da geçerli olacaktı. Tabiî ki umreci her zamankinden daha çok saygılı olmak, söz ve davranışlarına dikkat etmek zorundadır.

Harem-i Şerif itinalı davranmayı gerektiren bir bölgedir. Hz. Âdem de, Hz. İbrahim de, Hz. Muhammed de (a.s.m.) buraları adımlamış, dinlerini buralarda yaymışlardır. Elbette taşı, toprağı müberektir buraların.

Harem’e girdiğinizde Allah, bu bölgeyi haram kıldığı gibi vücudunuzu da Cehenneme karşı haram kılmasını, azaptan korumasını istiyorsunuz Allah’tan. Kâbe’yi ilk gördüğünüzde tekbir getiriyor, Allah’ın büyüklüğünü ilân ediyor; Beytinin şeref, büyüklük ve saygınlığını arttırmasını; bunu isteyenlerin de şeref ve saygınlığının artması için Allah’a duâda bulunuyorsunuz. Aynı zamanda Allah’a selâm veriyor, “Sen Selâm’sın. Selâmet Sendendir. Rabbimiz bizi de selâmetle yaşat” diye duâ ediyor; Mescid-i Haram’a girerken de şeytandan Allah’a sığınıyor, Resûl-i Ekreme (a.s.m.) salât ve selâm getiriyor, Allah’tan bağışlanmayı diliyor, rahmetini istiyorsunuz.

Burası artık isteme makamıdır. Acz, zaaf ve fakrla yoğrulan mahiyetinizle dünya ve ahiretiniz için neler hayırlısıysa bunları gücü, kudreti, rahmeti sonsuz Rabbinizden içtenlikle, bütün samimiyetinizle istiyorsunuz.

Umre müddetince manevî bir atmosferdesiniz artık. Tavaf, Sa’y gibi umreyle ilgili işlemleri zevk ve şevkle yapmaya çalıyor, size o günleri ihsan eden Rabbinize sonsuz şükür ve hamd ediyorsunuz.

Kısacası hac da, umre de sadece şekillerden ibaret bir ibadet değil, hissedilen, yaşanan hakikatler manzumesidir.

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İbadetin içinden



Abdullah Bey: “Hastaların namazı nasıldır? Hasta olan biri namazını gözle nasıl kılabilir? Tarif eder misiniz?”

Namaz farz bir ibadettir. Ancak Cenâb-ı Hak kullarından güçlerinin yettiğini istediğini bildiriyor.1 İslâmiyet’in özünde bu vardır. Güç yetirilemeyecek teklif dinimizde yoktur.2 Bu açıdan kişi, sıhhati elverdiği ölçüde ibadetlerini yapar. Sıhhati müsaade etmediği zamanlarda, gücünün yettiği kadarını yapar, gücünün yetmediğini bırakır. Hastaların nasıl namaz kılacakları konusunda dört mezhep de görüş ve içtihatlarda bulunmuşlar ve dört mezhep de yüce dinimizde “teklîf-i mâlâ yutak” (=güç yetirilemeyen teklif) olmadığı noktasından hareketle hastaların lehine çözümler sunmuşlardır.

Namazda kıyam farz olmasına rağmen; hasta olup kıyamda bulunamayacak kimseler namazlarını oturarak kılarlar. Duvara veya değnek gibi bir desteğe dayanarak ayakta durabilen, bu şekilde kıyamını yapar. Biraz olsun ayakta durabilen kimse, namazına ayakta başlar, gücü kesildiğinde oturarak devam eder. Namazda nasıl oturulacağına gelince; Hanefî Mezhebine göre, oturabiliyorsa teşehhüdde oturduğu gibi oturur. Bu şekilde oturamıyorsa dilediği gibi oturur. Malikî Mezhebine göre, secdeler ve teşehhüt halleri dışında bağdaş kurarak oturur. Hanbelî Mezhebine göre, rükû ve secde hâli dışında bağdaş kurarak oturması sünnettir. Dilediği gibi oturması da caizdir. Şafiî Mezhebine göre ise, oturarak namaz kılan kimsenin secde ve teşehhüt hâli dışında ayaklarını altına sererek oturması sünnettir.

Bu tanımlarda geçtiği şekilde oturmaya gücü yetmeyen kimseler ise, dört mezhebe göre de diledikleri gibi otururlar.

Oturarak namaz kılan kimse rükû ve secde yapabiliyorsa yapar; yapamıyorsa îmâ ile yapar. Bu durumda secde için yaptığı ima, rükû için yaptığı îmâya göre biraz daha eğimli olur ki bu vaciptir. Ayakta durabildiği halde oturmaya ve rükû ve secde yapmaya muktedir olmayan kimse ise, rükû ve secde için, ayakta iken ima etmelidir. Bu durumda yine secde için, rükû için eğildiğinden biraz fazlaca eğilir.

Ayakta durmaya da, oturmaya da muktedir olmayan kimseler namazlarını mümkünse ayakları kıbleye gelecek şekilde arkası üzerine yatarak kılarlar. Bu durumda yine mümkünse başları altına bir yastık koyarak başlarını hafifçe kaldırırlar ve böylece kıbleye dönmeleri sağlanmış olur. Rükû ve secdeleri ise ima ile yaparlar. Bunlar mümkün değilse, imkânları ölçüsünde önce sağ yanı üzerine döner; bu da mümkün değilse dilediği gibi ima ile kılar.

Yatarak ima ile de namaz kılmaya güç yetiremeyen ve bu şekilde beş vakitten fazla hastalığı devam eden kimselere artık, muktedir olana kadar, Hanefî mezhebine göre namazın farziyeti düşer. Şafiî mezhebi ise kılabiliyorsa göz ile kaş ile ve hatta kalp ile imada bulunarak kılması gerektiğine hükmetmiştir. Buna da güç yetiremeyenler, iyileştikleri zaman kaza ederler.

Göz, kaş ve kalp ile namaz kılmanın hiçbir kuralı ve şartı yoktur. Bulunduğu yerde Allah için namaz kılmaya niyet eder, gözüyle namazın hareketlerini hayalen yapar, kalbiyle Allah’a yönelir.

***

Fethullah Turgut: “Kaza namazlarımız varsa sünnet namazlarını kılsak haram mı olur ya da mekruh mu olur?”

Kaza namazı olan birisinin sünnet namaz kılması haram olmadığı gibi, mekruh da değildir. Ancak kaza namazını ihmal etmemesi gerekir.

***

E.D. Rumuzuyla soran okuyucumuz: “Annem kurban kesmeyip kurban parasıyla anneannem dedemin birinci hanımının mezarını yaptırmak istiyor. Kurban parasıyla mezar yaptırılır mı?”

Mezar yaptırmak dinî bir emir değildir. Mezarlar için yerini ve adını belli etmenin ötesinde görkemli yapılar yaptırmak ise mekruhtur. Kurban kesmeyip kurban parasıyla mezar yaptırmaya ise cevaz yoktur.

DUÂ

Ey Mabud-u Bilhak! Sen benim izzet sahibi Rabbim! Ben Senin hakir kulunum! Sen benim azamet sahibi Mabudum! Ben Senin zayıf ve aciz abdinim! Sen benim Celâl Sahibi Hâlıkım! Ben Senin fakir ve güçsüz mahlûkunum! Sana lâyıkı ile ibadet edemedim! Seni gerektiği gibi anamadım! Senin kadrini kıymetini bilemedim! Hatalarımı ört! Ayıplarımı setreyle! Eksiklerimi yok say! Yanılmalarımı bağışla! Kulluğumu eksiklerimle kabul eyle! İbadetlerimi hatalarımla makbul kıl! Beni ve iman ehlini katında ibadet edenlerden yaz! Âmin. Âmin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 286

2- Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 73

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Millete güvenmeyenin harcı



Demokratik cumhurî yönetimlerde, millete güvenmek, halkın iradesine saygı göstermek esastır.

Demokrasinin "olmazsa olmaz" şartlarının başında, yönetim kadrosunu hür iradenin tecellisine göre şekillendirmek gelir.

Bu hür iradeye ne ölçüde saygı duyulur ve gereğine uyulursa, bir ülkenin demokrasisi de o ölçüde gelişmiş, tekâmül etmiş demektir.

Türkiye'deki durum mâlûm... Bizdeki demokrasi, düşe kalka ve ne acıdır ki süngünün ya ucunda, ya da gölgesinde kalarak yoluna devam etti.

Süngüden kurtulma çabası içine düştüğü dönemlerde ise, maalesef bu kez ya medyanın taarruzuna, ya da yargının darbesine mâruz kaldı.

Bu realite, tam bir paradoks ve tenakuz hali teşkil ediyor.

Demokrasi adına cumhuriyet zemininde faaliyet gösteren bazı partilerin durumuna baktığımızda ise, bunların en az yukarıdaki tenakuzlar kadar dikkat çekici bir vaziyet arz ettiğini görmekteyiz.

Meselâ, en eskilerden biri halkçı geçindiği isminde de "halk" tâbiri yer aldığı halde, esasında halktan kopuktur. Dahası, halkın hür iradesine de inanmıyor, güvenmiyor. Bundan dolayı da, gerilimlerden, ihtilâl ve muhtıralardan medet umuyor. Onun en büyük işi, gücü, harcı budur.

Kezâ, ismi "İşçi Partisi" olduğu halde, gerçekte işçilerle ciddî bir münasebeti bulunmayan, onların desteğini yüzde bir oranında dahi alamayan en az elli yıllık partiler var bu ülkede.

Tuhaf ama bir başka gerçek de şudur ki: Bir kanlı terör örgütüyle münasebetini, yahut fikrî bağlantısını red veya inkâr edemediği halde, yirmi yıldır değiştirmek zorunda kaldığı belki bir düzineye yakın isminin hemen tamamında "demokrat" tâbirini kullanır durur. Artık, bu ne menem bir demokratlıksa...

Oysa, demokrat olan, hürriyetleri tehdit eden bir şiddet hareketini asla benimsemez, hatta karşısında durmayı en mühim ve öncelikli bir vazife addeder.

Aynı şekilde, "Halkçıyım" diyen de, "İşçilerin partisiyim" diyen de, almış olduğu isme yaraşır bir politik tavır sergilemeli ve ismiyle müsemma bir siyasî kulvarda yürümeli.

Böyle olmadığı ve bunu yapmadıkları takdirde, maskeli ve kamufleli bir yöntemle siyaset yapıyorlar demektir.

Bu da, demokrasinin ruhunu zedeleyen ve her türlü hastalığın mikrobunu içinde barındıran bir yapılanmaya götürür.

Oysa demokrasi, bu değil. Demokrasi, aynı zamanda açıklık ve şeffaflık rejimi demektir. Kimin ne gibi bir işi, gücü, harcı, zikri, fikri varsa, hepsini bu şeffaflığın içinde yapıp yürütmesi gerekir.

Yok, böyle yapmayıp da, sürekli şekilde örtülü, maskeli ve kapalı devre usûlü bir siyaset ahlâkı ile hareket ediliyorsa, buna asla itibar edilmez, itimat edilmez.

Zaten, millet de onlara itibar etmiyor ve destek de vermiyor. Esasında, onlar da bunu biliyor ve bildikleri için de, milletin hür iradesiyle yetinmeyip başka hesapların peşine düşüyor, başka beklentilerin içine giriyor.

Ancak, her şeye rağmen, demokrasi Türkiye'de giderek güç ve erdemlik kazanarak yoluna devam ediyor. Bu da, başka türlü hesap ve beklentiler içinde olanların hevesini kursaklarına hapsediyor.

Tarihin yorumu

12 Mayıs 1965

Bangladeş'te kasırga: 10 binden fazla ölü

Bugün Myanmar'da yaşanan ve on binlerce insanın hayatına mal olan kasırganın bir benzeri, bundan 43 sene evvel yine aynı ülkenin sınır komşusu olan Bangladeş'te meydana geldi.

O tarihte henüz Pakistan'a bağlı olan Bangladeş'te yaşanan bu kasırga felâketi, resmî rakamlara göre 10 binden fazla insanın ölümüne sebebiyet verdi.

Yüzde 85'i Müslüman olan ve nüfus yoğunluğu itibariyle dünyanın en kalabalık coğrafyası diye bilinen Bangladeş, Aralık 1971'de bağımsızlığını ilân ederek Pakistan'dan ayrıldı.

Hindistan'ın doğusunda, Myanmar'ın (eski Burma) batısında yer alan Bangladeş'in nüfusu, 150 milyon civarında olup Türkiye'nin yaklaşık iki katı kadardır.

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Allah, nurunu tamamlayacaktır



Dinin siyasî bir yapı şeklinde ele alınması ve insanların gruplaşma ya da kimlik oluşturma vesilesi olarak kullanılması belki hayata en mahsurlu şekilde yansıtılması anlamına gelecektir. Dine zarar gelmesi gibi bir risk varsa o da ancak bu noktada yaşanabilir. “Dine zarar gelmesin, ne olursa olsun” düşüncesinde olanlar bu düşüncelerinde samimî iseler onu belirli bir topluluğun ya da coğrafî bölgenin malıymış gibi ele almamalıdırlar.

Farklılaşma yaşadığımız âlemin fıtrî bir sürecidir. Vücut bulan her şeyde bir farklılaşma ve kimlik oluşturma süreci gözlenmektedir. Bu canlı ve cansız bütün varlıklarda konumuyla bağlantılı bir şekilde hep vardır. Bütün varlıklar, fıtrî olarak bu farklılaşma sürecinin ardından bütünleşme ve organizasyon süreci yaşarlar. Mülk boyutunda, kâinatın yaratılışı, gezegenler ve ve yıldızlarla galaksilerin oluşumu, dünyanın oluşumu ve dünyadaki bütün canlı bedenlerin vücuda gelmesi hep farklılaşmayı takip eden bütünleşmeler ve organize oluşlar şeklinde yaratılmaktadır. Dünya coğrafyasını oluşturan farklı ırklar, kültürler, millî kimlikler, coğrafyalar ve dinler bu farklılaşma sürecinin sosyal hayata yansıması olmalıdır. Aynı şekilde bu günlerde dünya gündeminin başlarında yer alan Avrupa Birliği ve küreselleşme gibi olaylar sosyal hayatta artık farklılaşma sürecinin yerini organize olma ve bütünleşme sürecine bıraktığının işaretleri olmalıdır.

Farklılaşma aslında bir tür kimlik oluşturmadır. Kimliğini sağlam bir şekilde oluşturmuş ve özgüven kazanmış fertler diyalog ve bütünleşmeye karşı olmayan, hatta bilâkis taraftar olan bir tavır sergilerken, kimliğini netleştiremeyen her unsur diyaloglara kapalı, muhafazacı ve marjinalleşme eğiliminde bir tavır ortaya koyar. Diğer unsurlarla bir araya gelince kendi kimliğinin zarar göreceği veya kaybolacağı endişesi ile içe kapanmış ve kendi içinde tanımlanmış bir kimlik oluşturma eğilimindedir. Bu halin psikodinamik alt yapısını güvensizlik, kendinden emin olamama, benliğini zayıf görme gibi haller oluşturuyor olmalıdır. Oysa iyi tanımlanmış kimlikler bir bütünün ve organizasyonun parçası olmaya aday ve kendi kimlikleri ile bütünün içinde yer alabilecek kadar kimliklerini netleştirmiş, kaybolma, bütün içinde yok olma endişesi taşımayan bir haldedirler. Kısacası, kimliğini iyi ve sağlıklı tanımlamış her unsur artık diyalog ve bütünleşme şeklindeki fıtrî sürece adaydır. Bundan sonra, kaybolma ve yok olma endişeleri ile kendi alanını iyice belirginleştiren ve içe kapanan bir sürece girme ihtiyacı hissetmez, sağlam bir benlik oluşturmanın verdiği emniyet hali vardır.

Ülkemizde özellikle ırk ve din anlamında farklı kimlik sahibi unsurların bu güne kadar farklılaşma sürecini yaşadıkları gözlenmektedir. Bu bir anlamda farklı kimliklerinin netleştirilmesi ve belirginleştirilmesi sürecidir. Bu süreç ihtiraslar, ben-merkezli, kuşatıcı ve emperyalist arzulardan uzak tutulduğu sürece birlik ve bütünlük açısından olumlu bir gelişme olmalıdır. Kendinden emin kimlikler esnek ve tahammüllü, diğer kimliklerle organize olabilme kabiliyeti de artmış bir yapı sergilerler. Her türlü diyaloğa, kimlik tanımları ile uyumlu her bütünleşmeye açıktırlar. Bu anlamda ülkede oluşan farklı ve zengin kültür mozayiğinin her unsuru artık farklılaşma ve kimlik oluşturma sürecini tamamlamış olmalıdır. Bundan sonra diğerlerini de kendine benzetmek yerine onları da kendi kimlik ve farklılıkları ile kabul edip bir organizasyon ve bütün oluşturma süreci başlamalıdır. Bunun aksi yöndeki tavır ve arayışlar fıtrî sürece uymamaları dolayısıyla kaybolma ve yok olma tehlikesi ile karşı karşıya geleceklerdir.

Bu ülkenin farklılıkları ve sosyal mozayiği içinde önemli bir yer tutan İslâmî gruplar ve onların içinde hayatî bir konumda bulunan Nur talebeleri de bu gidişi okumalı ve bu güne kadar oluşturmaya çalıştıkları alt kimlikleri netleştirdiklerini ya da netleştirmiş olmaları gerektiğini düşünmelidirler. Âlemin fıtrat lisanı artık bütünleşme, organize olma ve kimliğini muhafaza ile bütün içinde yer alma sürecinin başladığını ortaya koymaktadır. Kâinat kitabında bu fıtrî lisanı okuyamayıp kapanarak ve diyalogları keserek kendilerini muhafazaya çalışanlar fıtrî işleyişin güçlü çarkları arasında ezilme ve bilâkis yok olma süreci ile yüz yüze geleceklerdir. Günümüzde ittihad-ı İslâm, ittihad-ı insan şeklini alma istidadında ortaya çıkmış gibidir. Artık kimlik oluşturma ve netleştirme yolundaki çatışmaların ve savaşların yerini insanlık zemininde diyaloglar ve her kimliğin kendi özellikleri ile bütünleştiği organizasyonlar yer almalıdır. Gelecek zamanın da bu yönde şekilleneceğine dair pek çok emare ortaya çıkmıştır. Kâinat kitabını ve fıtrat lisanını okuma dersi almış Nur talebeleri bu durumu okumalı ve bu bütünleşme sürecinin merkezden çevreye doğru yayılımında öncü olmalıdır. Nur talebeliği anlamında da farklı kimlikler artık netleşmiş gibidir. Bundan sonrası bu farklı kimliklerin muhafaza edildiği ve her farklı unsurun kendi özellikleri ile bütüne katkı sağladığı esneklik, tahammül ve hoşgörü içinde organize olma zamanıdır. Hatta farklılıkların bir bedene dönüştürülmesi ile güzelleşmesi adeta organların beden mükemmelliğine ve bütünlüğüne dönüştürülmesi vakti gelmiştir.

Bu anlamda hangi gruptan ve dinî inanıştan gelirse gelsin kişileri Âlemlerin Rabbi’ne yöneltme eğiliminde olan yaklaşımlar genel anlamdaki din tanımına ve maneviyata hizmet edecek ve insanlığın en temel problemi olan sebeplere ve maddeye tapmaktan kurtaracaktır. Dinin elden gideceği tasası ile maddî âlemi şekillendirme ve birilerine hayat hakkı tanımama arzusu ancak aşırı sebepçilik ile kendini de bir sebep olarak çok ön plana çıkarıp dinin de himayecisi olduğu zannından ya da vehminden kaynaklanıyor olmalıdır.

Güneşin doğacağından emin olduğunuz gibi âlemlerin Rabbi’ni de nurunu tamamlayacağından şüphemiz olmamalıdır. Birilerinin ellerindeki yırtık bez parçasını güneşin önüne perde yapacağından tasa etmek ve bunun da güeşin doğmasını engelleyeceğini düşünmek ancak güneşi hakkıyla tanımamanın bir sonucu olabilir.

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Kimi sevindiriyoruz?



Allah’ın rızasının cârî olmadığı her amel şeytanı sevindirir. Yaptığımız her işle ya Allah’ı sevindirir şeytanı kahrederiz, ya da şeytanı sevindirir Allah’ın ya Gaffar veya Kahhar isminin tecellîsine sebep oluruz. Yaptığımız işlerde üçüncü bir ihtimal düşünemeyiz. Ortada olmak da mümkün değildir. Yani bir insan “Ben ne Allah’tan, ne de şeytandan yanayım” deme imkânına sahip değildir. Böyle bir tarafsızlık görüntüsü zaten şeytan hesabına geçecek bir durumun ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

İnsanlar Hâlık-ı Kâinat olan Rabb-i Rahîmin emirleri dairesinde yaşamak için bu dünyaya gönderilmişse de, ne yazık ki çoğu zaman şeytan devreye girmekte ve insanoğlunun bu ehemmiyetli görevini ihmâl etmesine sebep olmaktadır. Bu çerçevede bu dünya hayatında iman ve küfür olmak üzere sadece iki cephenin var olduğunu söylemekten başka bir tercih hakkımız bulunmamaktadır.

İman cephesini, Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçınmak hâletleri oluştururken; küfür cephesinde ise imana mugayir her hâl yer almaktadır. Şükürler olsun ki biz Müslümanlar iman cephesinde yer almaktayız. Ancak bu cephede oluşumuz, şeytanın fitne ve fesatlarından tamamen kurtulduğumuz mânâsına gelmemektedir. Zira o mel’unun en büyük saldırıları bize olmaktadır. Çünkü o zaten küfür cephesinde olanlar üzerindeki emellerine ulaşmıştır. Boş duracak değil ya, elbette iman cephesinden gedikler açmak ve iman nuruyla aydınlanmış kalplerde küfür tohumlarını ekmek için elinden geleni yapacaktır. İşte burada biz ehl-i imana büyük görevler düşmektedir.

İman cephesini şeytanların saldırılarından korumak görevi, bu dünya misafirhanesinde imtihanı kazanmamız için hiç ihmal etmememiz gereken bir vazifedir. Hayatımızın en büyük mücadelesi şeytan ve onun içimizdeki temsilcisi olan nefisle olmaktadır. Hayatımızın en büyük cihadı da budur. “Su uyur düşman uyumaz” kabilinden bu, ebedî hayatımızı mahvetmek için uğraşan ve dünyada da bizleri rezil ve rüsvay etmek için çabalayan düşmanımız olan nefis ve şeytanımız uyumamaktadır. Her hal-u kârda biz insanları, hususan iman edenleri sinsî tuzaklarına düşürmeye çalışmaktadırlar.

Açık bir şekilde şeytanın işleri olduğunu bildiğimiz amellerden kendimizi kurtarmamız çoğu zaman mümkün olurken, diğer taraftan zahirî olarak kendimizi haklı gördüğümüz hallerde nefsimiz ve şeytanların tuzaklarına düşmemiz kolay olabilmektedir ne yazık ki... İşte bu durumla şeytanlar bizim üzerimizden emellerine ulaşabilmektedirler. Bu durum bazı durumlarda “şeytanın sağdan yaklaşması” olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada şeytanî tuzaklara düşmememiz için azamî bir şekilde dikkatli olmamız gerekmektedir.

Görünmesi ve fark edilmesi zor olan nefsânî ve şeytânî tuzaklar hayatımızın her anında, bilhassa insanlarla ve bilhassa dâvâ arkadaşlarımızla olan münasebetlerimizde her an karşımıza çıkabilmektedir. Bu tür durumlarda gafil avlanmamak için elimizde önemli kıstaslar bulunmaktadır. Kur’ânî devalarla hastalıklarımızı tedavi edebilirsek ve bunun için Allah’ın biz insanlara rehber-i ekmel olarak gönderdiği Peygamberimizin (asm) yolunu kendimize yol edinirsek bu görünmez şeytanî tuzaklardan kurtulmamız önemli ölçüde mümkün olacaktır.

Muhabbet, uhuvvet, ihlâs, samimiyet, tesanüt ve fedakârlık gibi kaideleri hayatımızda olabildiğince geçerli kılabilirsek şeytanların bir çok hilesini bertaraf edebilme imkânımız olacaktır. Aksi takdirde, düşmanlık, kin, menfaat, ayrılık, gurur, enaniyet gibi duygular hem dünya hayatımızı çekilmez hale getirecek, hem de ebedî hayatımızı karartacaklardır.

Hiçbir inananın kendini kardeşlerinden üstün tutma hakkı olamaz. Kimse sadece benim düşündüklerim ve yaptıklarım doğrudur, diğerlerininki baştanbaşa yanlıştır deme bencilliğini göstermekle kendini haklı çıkaramaz. İmanın gerçek nuruyla nurlanan insanlar, insanları eksiklikleriyle birlikte kabul etme erdemini hayatlarına geçirmekten geri kalmazlar. Bilhassa Müslüman kardeşini karalama üzerine hizmetlerini teksif edenler hezimetin en büyüğünü hayata geçirmektedirler. Ehl-i iman aşiretinin mensupları, aynı iman esaslarına bağlı olan dâvâ arkadaşlarını insanların gözünden düşürme üzerine mesailerini teksif ederlerse, bilsinler ki açık bir şekilde şeytanlara oyuncak olmuşlardır. “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” şeklindeki Peygamberî ikazı, kimse kendi hissiyâtları doğrultusunda yorumlamakla kendini sorumluluktan kurtaracağını sanmasın...

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Avrupalı ‘mürteci’ler



‘Bu kadarı da olmaz’ denilen hadiselere şahitlik etmeye başladık. Türkiye’deki ‘yasakçı’lar, artık Avrupalı siyasetçileri de ‘mürteci’ ilân etmeye başladılar. Bu yaklaşımlarında kendi bakış açılarıyla ‘haklı’ da olabilir. Fakat bu tavır, ne Türkiye, ne de dünya gerçekleriyle uyuşmaz ve örtüşmez; bari bu bilinsin.

Türkiye, dünya ile entegre olmaya başladıkça; dünya siyasetçileri de Türkiye’de yaşanan haksızlıklara şahit olmaya başladı. Bu güne kadar ‘kapalı devre’ uygulanan yasaklar, artık dünyanın da gündeminde. Avrupa Birliği yolunda ilerlemeye karar veren bir ülkenin idarecileri, “Ben ne dersem o olur” anlayışını terk etmek durumunda. Bunu bildikleri için, doğruyu söyleyenleri ‘onuncu köy’e kovmaya çalışıyorlar. Neymiş, ‘kimse bizim iç işlerimize karışamaz’mış! Tabiî ki kimse kimsenin ‘iç işi’ne karışamaz, ama artık dünya ‘küçük bir köy’ gibi oldu ve bazı konular ‘iç iş’ olmaktan çıktı. Meselâ, kasırganın vurduğu Myanmar’daki cuntacılar, “Kimse bizim işimize karışmasın” diyebilir mi? Belki der, ama bu söz dünya nezdinde taraftar bulabilir mi? “İnsanlık” bir kişi ya da bir ülke meselesi değil, dünyanın meselesidir. İlâve olarak, AB’ye üyelik yolunda ilerleyen Türkiye’ye; üye olmak istediği ‘kurum’ olan AB yöneticilerinin söz söyleme hakkı doğar. Bu bakımdan, AB yöneticilerine itiraz edenlerin taraftar bulması mümkün görünmüyor.

Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ve AB Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’in gerek Türkiye ziyaretleri sırasında ve gerek başka mekânlarda seslendirdikleri ‘doğrular’ bizdeki ‘yasakçılar’ı tam anlamıyla çileden çıkardı. Son sözlerini, en önce söyleyerek; bu iki isim başta olmak üzere onlar gibi düşünen AB yöneticilerini bir anlamda ‘mürteci/gerici’ ilân ettiler.

Türkiye ve dünya gerçeklerinden habersiz ‘aydın’ların bu itirazını ibret ile seyrediyoruz. Akılları sıra AB yöneticilerini “gerçekleri bilmemek”le suçluyorlar. Oysa asıl gerçekleri bilmeyen kendileri! Yaptıkları icraatlar ve savundukları fikirler; ‘suları tersine akıtma’ gayretinden başka ne ile izah edilebilir? 2008 yılında hâlâ ‘kamusal alan’a sığınıp, başörtüsü yasağını savunuyorlar. Savundukları yanlış elbette bununla sınırlı değil, fakat bu çarpıcı bir örnek. Bütün dünya hak, hukuk ve adalet noktasında ilerlerken bizdeki yasakçılar Türkiye’nin yerinde saymasını ya da ‘geriye’ gitmesini istiyorlar. Bu tavırlarıyla asıl “gerici”nin kendileri olduğunun da farkında değiller...

Yanlışlarında o kadar ileri gidiyorlar ki, Barroso’nun “Laiklik zorla dayatılamaz” sözüne bile itiraz ediyorlar. “Laiklik dayatılmasaydı demokrasi olmazdı” diye yazıyorlar. (Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet, 10 Mayıs 2008) Aslında burada “laikliğin” dayatıldığını itiraf etmiş oluyorlar. Peki, laiklik dayatıldı da demokrasi oldu mu? Olmuş olsaydı bugün bu tartışmalar yaşanır mıydı? Ayrıca, aynı gün, aynı gazetenin 3 yazarının (M. Y. Yılmaz, O. Ekşi, Y. Doğan) AB yöneticilerini ‘toptan’ eleştirmeleri tesadüf olabilir mi?

Demokrasilerde kararı millet verir. Hiç kimse ‘dayatarak’ işini yürüteceğini düşünmesin. Yürütülebilseydi, bu güne kadar dayatılan konularda yol alınırdı.

Milletimiz, hem de 2008 yılında; ‘dayatmalar’ı savunan ‘büyük gazete yazarları’nı ibretle ve hayretle izliyor...

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Olmert, Kur’ân-ı Kerim’i tasdik ediyor



Olmert, Kur’ân-ı Kerim’i tasdik ediyor. Nasıl oluyor diye sormayın. Basbayağı oluyor. Fazilet o ki, düşman dahi teslim ede denilir. Dolayısıyla beşer tav’an veya kerhen nasıl Allah’a muti ise aynı oranda Kur’ân-ı Kerim’i de ihtiyarî veya gayri ihtiyari yani ister istemez bir surette tasdik ediyor. Bu tasdik elbette ki iz’an düzeyinde veya boyutunda değil. Buna ızdirarî boyut dersek daha doğru olur. Daha doğrusu Kur’ân-ı Kerim’e inanmıyor, ama tasdik ediyor. Daha önce de İsrail’in Demir Lady’si olarak tarihe geçen ve İndra Gandi veya Margaret Thatcher gibilerle anılan Goldemeir’e bir defasında “İslâm kaynakları (hadisler) Müslümanlarla Yahudiler arasında bir savaş olmadıkça kıyamet kopmayacağını ve o savaşta da Müslümanların galip geleceğini haber veriyor. Ne dersiniz?” sualine karşı şunları söylemiştir: “Bugün o nesilden ortada eser yok. Ne biz o Yahudi nesliyiz, ne de Müslümanlar o Müslüman nesli veya kuşağıdır...”

Peki, Olmert hangi ifadesiyle Kur’ân-ı Kerim’i tasdik etmiş oluyor? Jerusalem Post gazetesinin ‘We don’t have jihadist or shahidim, we sanctify life’ ifadesi tam tamına onlar hakkındaki Kur’ân hükmüne ve tasvirine mutabık düşüyor. Açıkça Olmert’in sözleri Kur’ân-ı Kerim’i tasdik etmekten başka bir şey değil. Bakara Sûresinin 96’ıncı âyetinde Cenâb-ı Hak onların dünya hayatını üstün tutmaları ve tutku halinde ona bağlı olmalarıyla alâkalı şunları kaydediyor: “Andolsun, sen onların, yaşamaya bütün insanlardan; hatta Allah’a şirk koşanlardan bile düşkün olduklarını görürsün. Onların her biri bin yıl yaşamak ister. Halbuki uzun yaşamak onları azaptan kurtaracak değildir. Allah onların bütün işlerini bilir...” Burada ‘Letecidenne ahresennasi ale’l hayat’ ifadesi ‘We sanctify life (Jerusalem Post, May 7, 2008)’ ifadesine tam tamına tetabuk eder. Kur’ân’dan daha doğru, sağlam söz söyleyen kim vardır?

***

Hamdolsun Müslüman, gözünde dünyayı büyütüp de onun esiri olmaz. Yine Kur’ân-ı Kerim’in dediği gibi gözünde gerçek hayat ve yurt, ahirettir. Ve inned dare’l ahirete lehiye’l hayavan lev kanu ya’lemun...” ‘Bilseler gerçek hayat, ahiret hayatıdır’ sözü de sanki Olmert gibiler için söylenmiş bir sözdür (Ankebut: 29). Ahiret hayatına bigânelikleri dolayısıyla Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim de onları defaatla yermiş ve cenneti sadece kendilerine tahsis etmeleri üzerine de ‘Öyleyse ölümü ve doğrudan cennete gitmeyi niye tercih etmiyorsunuz?’ diyerekten hem mantık sorusu sormuş, hem de onların tutarsızlıklarını gözler önüne sermiştir. Aslında, Kur’ân-ı Kerim onlar için her daim en doğrusunu söyler. Onların cibilliyetlerini veya karakterlerini ortaya koyan âyetlerden birisi de şudur: “Ey iman edenler, sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar sizi bozmak için ellerinden geleni esirgemezler. Sizi zor duruma sokmak isterler. Nefret ağızlarından taşmaya başlamıştır. Kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer akıl ederseniz size âyetleri açıklamış bulunuyoruz (Al-i İmran: 118)...”

Buradaki, ‘Nefret ve düşmanlık ağızlarından taşmaya başlamıştır ve kalplerinde gizledikleri daha büyüktür’ ifadesi de aynen aynı karakteri ele vermektedir. Sözgelimi, geçtiğimiz dönemde İsrail Savunma Bakan Yardımcısı Matan Vilna’i roket atmaya devam etmeleri halinde Filistinlileri orantısız bir şekilde büyük bir soykırım beklediğini söylemişti. Daha doğrusu açıktan onları soykırımla tehdit etmişti. Daha sonra zırvasını tevil için çok çabaladılar. Burada kullanmış olduğu kelime ‘shoah’ yani holokost. Kendilerinin Nazilerin elinde uğradıklarını iddia ettikleri eşsiz soykırım. ‘Shoah’ yani soykırım kelimesine kullanan bu gibi Yahudiler, Yahudi okul kitaplarına Filistin’in işgaliyle alâkalı olarak ‘Nakba’ yani felâket kelimesinin sokulmasına ise karşı çıkıyorlardı. Felâketi reddeden Matan Vilna’i gibiler öte yandan Filistinlileri kendi tarzlarında holokost yani soykırımla tehdit ediyorlar. Aslında bu ifade bir şuuraltı boşalımı. Şuuraltını ele verdiler. Bu sözler bir cürm-ü meşhut yani suçüstü halidir. Tepkiler gelmeye başlayınca da kıvırdılar, Filistinlilerin ve ardından da onlara uyan başkalarının şamata yapmaya başladıklarını söylediler. Maksadı öyle değilmiş. 2 Mart 2008 tarihli Jerusalem Post gazetesinde Etgar Lefkovits, ‘Shoah’ remark sparks uproar’ yani ‘holokost’ açıklamasının şamataya yol açtığını yazmıştır.

***

Eğer bu söz bir atıf olsaydı başkalarının Yahudiler hakkındaki peşin fikrine ve kötü niyetine hamlederdik. Antisemitik bir yaklaşımın tezahürleri veya hezeyanı der geçerdik. Ama bunu sorumlu mevkide ve ne söylediğini bilen veya bilmesi gereken birisinin söylediğini nazarı dikkate alırsak bu söz Kur’ân-ı Kerim’in dediği gibi dillerini ele vermiştir. Allah bilir kalplerindeki ne büyüktür. Ondan dolayı Tehran Times gazetesinde Hassan Hanizadeh gibiler ‘New holocaust in Gaza’ başlıklı makaleler yazmaya başlamışlardır. El Hayat gazetesinde de Mahmud Mübarek gibiler ‘ Faşiyyun el cudud’ yani yeni faşistler ifadesini kullanmıştır (3/3/2008). Haksızlar mı? Gazze’de İsrail soykırımı gibi ifadeler basında yer almaya başlamıştır. Burada bir kasıt varsa Siyonistler öncelikli olarak bunu kendilerinde arasınlar. Başkalarına çuvaldız batırmadan önce kendilerine iğne batırsınlar. İsrail ya kendisiyle yüzleşecek ya da başkalarıyla. İkisi de sonuçta hakikatıyla yüzleşmesi olacaktır.

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Tuzak siyasete, siyasetçiye, millete...



Başbakanın İspanya’da sarfettiği bir cümleyle başlayan tartışmalar kapatma dâvâsına kadar uzandı. Yetersiz ve eksik de olsa başörtüsü ile ilgili MHP’nin AKP’yi yasa yapmaya zorlayan çıkışı neticesinde düzenleme yapıldı. Meclis’te demokratik süreçler işletildi.

MHP ve AKP’ye DTP de destek verdi. Ve 411 milletvekilinin desteğiyle yasa TBMM’de kabul edildi. Her şey demokrasi içinde cereyan etti. Laikçi kafanın bildik itirazları bu gerçeği değiştirmez.

Şimdi ise başörtüsüyle ilgili yasal düzenlemelerin kapatılma dâvâsının ana sebebi olduğuna dair yaygın bir kanaat hakim.

AKP’liler pişmanlık barındıran bir ifadeyle “MHP’nin oyununa geldiklerini” başbakanın yüzüne karşı dile getirdiler. Laikçi ve ulusalcılar da düzenlemenin bardağı taşıran son damla olduğunu “Biz size demedik mi” edasıyla anlatıyorlar. Bu kesim aynı anda MHP’ye “sizi de kapatırız ha!” diyerek aba altından sopa gösteriyorlar. Tartışmalar öyle bir boyuta geldi ki başörtüsü yasağı gibi ancak Myanmar’da görülebilecek dünyanın en saçma, en anlamsız, en gerici, uygulaması unutuldu. Partilerin birbirine tuzak kurduğu yazıldı, çizildi. Kapatma dâvâsıyla birlikte MHP’nin AKP’yi oyuna getirdiği iddiası öne çıktı. Karşılıklı suçlamalar yapıldı.

Bütün bu gürültünün arasında gerçeklerin üstü örtülmeye çalışılıyor. Esas niyetler gizlenmeye devam ediyor. Eğri oturup doğru konuşalım; eğer kapatılma dâvâsı açılmasaydı böyle bir oyundan bahsedilir miydi? Ya da sistemin “tek hakimi” CHP de yasaya destek verseydi kapatma iddianamesinde başörtüsü düzenlemesi yer alır mıydı?

Yasa eksik veya fazla. Doğru veya yanlış. O ayrı bir tartışma konusu. Ancak biri yüzde 47, biri yüzde 14 diğeri de yüzde 5 oy alarak Mecliste yer alan seçilmişler yasal bir değişiklik yapamayacak mı? İllâ ki her şey müesses nizamın onayından mı geçecek? Halkın kahir ekseriyetinin—başörtüsü örneğinde olduğu gibi—bir yasağa karşı olmasına dayanarak çözüm yoluna gidilemeyecek mi? Çoğunluğun hürriyeti, ne zamana kadar “azınlığın da azınlığı” durumundakilerin iki dudağı arasında çıkacak onaya kalacak?

Bu soruların cevabını aramaktan çok siyasetin, siyasetçilerin birbirlerini suçlamasını seyrediyoruz, konuşuyoruz. Siyaset ve siyasetçi halkın nazarında küçük düşürülmeye çalışılırken kimin kime tuzak kurduğunu unutuyoruz. Bazı siyasetçilerden vazgeçtik. Onlar her ne kadar seçilmiş de olsa bürokratik oligarşinin temsilcisi gibi hareket ediyor. Peki ya halka hizmet iddiasında olanlar… Halkın iradesinin her türlü iradeden üstün olduğuna inananlar…

Akılları bir türlü siyasî hırslarının önüne geçemiyor. Siyasete kurulan tuzak başarılı olduğunda hepsini silip süpüreceğinin farkında değiller. Bari geçmişte yaşadığımız gizli açık darbe ve ihtilâllerden ders alsalar.

Son söz: Ortada bir tuzak varsa bu oligarşinin; siyasete, temsilcilerine ve millete kurduğu yeni bir tuzaktır.

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara siyasetinin hal-i pürmelâli



Anadolu, bağrına düşen şehitlerine ağlarken Ankara’da siyasi kargaşa devam ediyor. Dünyevî ve maddî boğuşmaların odağındaki siyaset, sıkıştığında mânevî ve uhrevî tâbirlere sığınıyor. Ne var ki konu siyaset olunca, bu deyim ve tâbirlerden de siyasî anlamlar çıkarılıyor…

Özelleştirme ihâlelerinde yakın çevresini kayırdığı ve oğlunun genç yaşta “gemicik” satın alması hakkındaki iddialar üzerine, dünyanın fanî olmasına izâfeten, Başbakan Erdoğan, Almanya’da, herkesin cepsiz bir kefenle kabre gireceğini ve dünya malını ve makamlarını dünyada bırakacağını belirtmişti.

Daha sonra başörtüsü yasağına dair anayasal değişikliklerden dolayı gerginleşen politik ortamda yine kefeni kastederek ortaya attığı “beyaz çarşaf” lâfı, bir hayli tartışılmıştı. Bunun üzerine CHP Lideri Baykal da hızını alamamış; Meclis grubunda âyetler, hadisler ve dinî menkıbelerle konuşmasını takviye etmişti.

Demirel’in yıllar önce imam hatip okullarının açılmasına ve gereğine, bilhassa “din, devlet, demokrasi ve laiklik”le ilgili tespitlerinin yanısıra, Baykal’ın partisinin grubunda naklettiği “dinî terminoloji”nin “savunma”da Erdoğan’ın sözlerine “gerekçe” ve “emsal” olarak kullanılması, dikkate değer ayrı bir konu…

Ancak Başbakan’ın en son “Vakıflar Haftası”nda, “Bizim lûgatımızda karamsarlık, umutsuzluk ve bedbinlik yoktur” dedikten sonra, “Bizler emânet taşıyıcılarız, bugün varız, yarın yokuz” demesi, kulislerde her fırsatta partisinin kapatılmayacağını dile getiren Erdoğan’ın da “kapatılacağı” kanaatinde olduğu yorumlarına yol açtı…

* * *

Siyasî mahfillerde AKP’nin kapatılacağına dair ciddî endişeler taşınıyor. Mâlum medyada İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in Türkiye ziyareti öncesi ağır “kraliyet protokolü” gereği Cumhurbaşkanı Gül’ün smokin ve frak giymeye râzı olup - olmadığı tartışmaları sürerken, kulislerde “kapatma” sonrası için alttan alta çeşitli alternatifler ortaya atılıyor.

Başbakan’ın Can Paker’in evinde “gerginlik” olmaması mülâhazasıyla “Anayasa değişikliğine gidilmeyeceği”ni açıklaması üzerine iktidar partisinde kafalar daha da karışmakta; Erdoğan’ın da zımnen partinin kapatılacağına inandığı görüşü gittikçe kuvvet kazanmakta.

Başbakan’ın “bağımsız” olarak seçilerek Meclis’e girmesi, ardından Gül’le yer değiştirmesi, bu olmadığı takdirde bir sivil toplum kuruluşunun başına geçmesi ve yeniden siyasete dönmesi senaryoları bunu gösteriyor. Çoğu kişinin bir “hikmet” izâfe ederek Erdoğan’ın bir “strateji” izlediği zannettiği politikalarının, hiçbir ciddî hazırlık ve plânının olmadığı su yüzüne çıkmakta.

Başörtüsü hakkında iki maddelik mini Anayasal düzenlemenin “iptal” istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne verilmesiyle, “MHP’nin tuzağına düşüldüğü” şeklindeki serzenişler bunu açığa çıkarmakta. Erdoğan’ın, “Beş yıldır bu konuyu gündeme getirmeyen bir Başbakan olarak, yurtdışında bana sorulduğunda başka ne diyebilirim” tarzındaki “pişmanlık” kokan ifâdeleri, bunu hususu bir defa daha ele vermekte…

* * *

Bu yüzden net bir “yol haritası”nın çıkarılamıyor, nihaî noktada bir karar alınamıyor. Partinin yetkili kurulları bu belirsizlikle işin içinden çıkamıyor.

Bundandır ki her kafadan bir ses çıkıyor; izlenecek stratejide bir türlü ortak plân belirlenemiyor; birbirinden oldukça farklı eğilimler tezâhür ediyor. Tek çâre olarak Genel Başkana “tam yetki” veriliyor.

“Kapatma dâvâsı” bir “komplo” olarak görülüyor; ama “komplo”ya karşı tedbirde birleşilemiyor. İktidar partisinde kimse açıktan bir şey demiyor; lâkin politikanın tabiatındaki sâikle milletvekilleri daha şimdiden “Tayyip’li – Tayyip’siz”, “Şener’li-Şenersiz” “yeni parti”lerin hesabını yapıyor, kapalı kapılar arkasında karşıt siyasî formüller araştırılıyor…

Çıkmazdaki Ankara siyasetinin hal-i pürmelâli bu…

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Yeni pencereler



Yeni Asya’da günlük veya haftalık yazılarıyla düzenli olarak okuyucularımızla buluşan yazarlarımız mâlûm.

Bunları yeni isimlerle takviye ederek yazı ailemizi genişletme arzumuz ve bu istikametteki aralıksız çalışmalarımız da.

Geçtiğimiz dönemde bu açıdan hepimizi sevindirip memnun eden güzel gelişmeler oldu.

Bunların bir kısmı bu köşede yazıldı.

Bir de araya başka konuların girmesi sebebiyle yazma fırsatı bulunamadığı için sessiz sedasız başlayıp devam eden yeni yazarlarımız var.

Bu hafta bunları hatırlatarak bu gecikmeyi telâfi etmek ve böylece yazar kadromuzdaki gelişmeyi derli toplu bir şekilde dikkatlerinize sunmak istiyoruz.

Bu meyanda ilk zikredeceğimiz isimlerden biri, çoktandır Lâhika köşesindeki hizmet eksenli yazılarıyla takip ettiğimiz Ahmet Özdemir.

Bir diğeri, derinlikli sosyal tahliller içeren yazılarıyla aramıza katılan Köprü dergisi editörü Ahmet Dursun.

Bu arada, evvelce düzenli olarak yazdığı halde bazı sebeplerle ara veren, ama tekrar başlayan Ali Oktay ve Meryem Tortuk imzalarını hatırlamamız gerekiyor.

Bunları zikrettikten sonra, önemli gelişmelerin yaşandığı bir diğer alan olarak, dış dünyaya açılan farklı pencereler niteliğindeki köşelerimizde yaşanan sevindirici artışa geçelim.

Bunlardan Avusturya ve Avustralya mektupları daha önce bu köşeye konu olmuştu.

Mikâil Yaprak imzalı Avusturya mektupları hayli zamandır düzenli olarak devam ediyor.

Avustralya mektuplarında, yazarımız Saadet Topuz’un özel sebeplerden kaynaklanan yoğunluğunun yol açtığı kısa fasıla, bilâhare hizmet nöbetini devralmak üzere beşinci kıt'aya giden Zeynep Ruhan-Ruhan Asya imzalarının devreye girmesiyle giderildi. Ama ilk fırsatta Saadet Topuz da tekrar aramıza dönecek ve Avustralya mektuplarını daha da zenginleşen içeriklerle hep birlikte devam ettirecekler. Fatih Yargı’nın arada bir de olsa gezi notlarıyla bu tabloyu tamamladığını ayrıca ilâve edelim.

Bir başka pencere, Said Hafızoğlu imzasıyla görmeye başladığımız Amerika mektubu.

Bir diğeri, H. Kübra Akdemir imzalı Hollanda mektubu.

Amerika ve Hollanda mektupları henüz periyodik bir istikrara oturmuş değil, ama inşaallah yakın zamanda o da olacak.

Ve geçen hafta bu listeye eklenen güzel bir sürpriz: Fatma Nur Zengin’in Mısır mektubu.

Bu fasılda, epey zaman öncesine kadar gayri muayyen fasılalarla da olsa devam eden Körfez mektupları cenahında Suna Durmaz’dan tekrar harekete geçme sinyalleri aldığımızı memnuniyetle kaydedelim.

Şükrü Bulut’un Almanya mektubu niteliğindeki yazıları da bu tabloyu tamamlıyor.

Sırada dış pencereler faslında yeni ve farklı bir aşamanın eşiğinde olduğumuzu müjdesi var.

Bilindiği gibi, 23 Mart’ta gazeteyle birlikte verdiğimiz “Meşrutiyetin 100. yılında Batılı aydınların gözüyle Bediüzzaman Said Nursî” ilâvesini, konuyla ilgili olarak yabancı yazarların Yeni Asya için özel olarak kaleme aldıkları makalelerden oluşturmuştuk.

Bu yazarlardan bazıları, bundan böyle günlük gazetemiz için de düzenli olarak yazmaya başlayacaklar.

Bunlardan biri, Milwaukee Spanish Journal gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Robert Miranda. Amerikan Ulusal Köşe Yazarları birincilik ödülü sahibi Latin Amerikalı aktivist Miranda, aslında ismini Da’ud Ali Selâm olarak değiştirmiş bir Müslüman. Kendisi bundan böyle haftalık yazılarıyla aramızda olacak.

Ve buna benzer sürprizlerimiz sürecek.

Son bir not: Lâhika başta olmak üzere, muhtelif sayfalarımıza gayrimuayyen fasılalarla yazı gönderen çok sayıda fahrî yazarımız da var; ama onları tek tek zikretmeye yerimiz müsait olmadığı için, isim tasrihini okurlarımızın dikkatine havale ile kendilerine teşekkür ediyoruz.

12.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Dağı, taşı ağaçlandıralım



Yukarıdaki ifadeler Çevre Bakanına ait. “Betonlaşmaya inat yeşil İstanbul” projesi kapsamında İstanbul’daki bir törende bu ifadeyi kullanmış. Ayrıca Hz. Muhammed’in (asm) “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz, elinizde fidan varsa dikiniz” hadisini de hatırlatarak “Bizde ağaç sevgisi çok az, ağacı sevmemiz lâzım” demiş.

Gerçekten, günümüzde altı bin yerde kullanılan ağacın değerini bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de yeterli ağaç sevgisi yok. Sevgi ve bilgi olmayınca ağaç sadece yakılan bir ‘odun’ olarak görülüyor. Böyle olunca da ‘eli baltalılar’dan kurtulamıyoruz. Nitekim yurdumuzda çıkan orman yangınlarının yüzde 99’u insanlar tarafından ve bunun da yüzde 42’sinin de kasten yapıldığı ifade ediliyor. (1)

Ağaç sevgisinin temelinde, onların da ibadet yapıyor olmalarının anlaşılması çok önemli bir konudur. Kur’ân-ı Kerim’de “Gövdesiz bitkiler ve ağaçlar da Allah’a secde ederler”(2) diye buyurulmaktadır. Hz. Ebu Bekir savaşta askerlerine şu emri vermiştir: “Hurma ağaçlarını sökmeyiniz ve onları yakmayınız. Hiçbir meyve ağacını kesmeyiniz.”(3) Said Nursî Hazretleri evinin önündeki çınar ağacı için, “Ben bu çınar ağacını Yıldız Sarayına değişmem, bu çınar benim için 1000 altından kıymetli” demiştir.(4)

Halifesini tayin etmek isteyen Sümbül Efendi bir gün müridlerini etrafına toplar ve onlara şöyle der: “Kim dergâhı en iyi şekilde süslerse, onu benim yerime halife yapacağım.” Bunun üzerine müridlerinden her biri, çeşitli çiçekler toplayarak bir köşeyi süslerler. Yalnızca içlerinden biri, Merkez Efendi, sadece kurumuş bir çiçek koparıp getirerek bir köşeyi de o süsler. Etrafa göz gezdiren Sümbül Efendinin gözü Merkez Efendi’nin köşesine takılır. Sonra ona sorar, “Herkes yemyeşil çiçekler getirirken sen niçin kuru bir çiçek dalı getirdin?” Merkez Efendi şeyhine şu cevabı verir: “Efendim ibadet halinde olan yeşil çiçekleri ibadetlerinden alıkoymak istemedim. Bu ibadetini bitirmiş olduğundan bunu getirdim.” (5)

Ağacı koruma noktasında ‘dün’le ‘bugün’ü bir kıyas yapacağız. 1940 ila 1986 yılları arasında 36 bin orman yangını meydana gelmiş. Bununla 1.5 milyon hektar orman alanı yok olmuş, bu da ormanlarımızın yüzde 6’sının yok olması demek. Bu yangınların yüzde 42’sinin de kasıtla yapıldığını dikkate aldığımızda çok kötü bir sonuç ortaya çıkmaktadır.

İngiliz kadın seyyah Lady Craven, “Türklerin tabiat güzelliklerine o kadar hürmetleri vardır ki, eğer bir ağaç bulunan yere ev yapacak olurlarsa, damlarının en güzel ziyneti saydıkları bu ağaca kâfi gelecek bir boşluk bırakırlar. İşin doğrusunu isterseniz, güzel bir ağaçlıkla mukayese edin de, sonra bana Türklerin haklı olup olmadıklarını söyleyin” demiştir.

Dr. Brayer de, İstanbul’daki anılarından bahsederken şunları söylüyor: “Bir gün bir Hıristiyan hastamın bahçesinde gezinirken ailesinin kalabalıklaşmış olduğundan bahsederek, evine bir daire daha ilâve etmek istediğini, fakat beş altı ağaç yıkmak icap ettiği için arzusunu yerine getirmesine mani olan müşkil bir vaziyet içinde bulunduğunu söyledi ve sözüne şöyle devam etti: ‘Bu ağaçların mevcud olduğunu Müslüman komşularımın hepsi biliyor ve hepsi her gün görüyor. Şimdi bunların yerine ev yaptırdığımı görecek olurlarsa, neden ağaçları yıkmaya cü’ret ettiğimi gelip benden sorarlar ve beni hakir görürler ve rezil ederler. Müslüman Türklerin asırlardan beri gölgesinde dinlendikleri bu güzel tabiat mahsullerine karşı besledikleri hürmet sayesinde Türkiye’de altı, sekiz ve hatta on kadem kutrunda çınarlar vardır.” (6)

Bir de bu günü düşünmeli…

Dipnotlar:

1. Çevre Bilimleri, 47; 2. Rahman Sûresi, 6; 3. İslâm ve Ekoloji. 80; 4. Son Şahitler, 459; 5. İslâm ve Ekoloji, 87; 6. a.g.e, 97

12.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT