"Gerçekten" haber verir 14 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Hazret-i İsa Aleyhisselâmın dönüşü



Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde, “Âhirzamanda Hz. İsa’nın (as) dini hakikisi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek”1 der.

Kaynaklara dayanılarak varılan, feraset ve kerâmetle söylenen bir hüküm bu. Cehalet ve körü körüne taklitçiliğin kırılıp yerini akıl, ilim, insaf ve hakperestliğin almaya başladığı günümüzde bunun gerçekleştiğini görmek bizi ancak sevindiriyor.

1984 yılında Avrupa’nın 114 kilisesi toplanıyor ve Hz. Muhammed’in (asm) peygamberlik kriterlerine uyup uymadığı tartışılıyor, bunun için öne sürdükleri altı kriterin aynen Hz. Muhammed’de de (asm) bulunduğu görülüyor. Sonunda 114 kilise, müştereken Hz. Muhammed’in (asm) peygamber olduğunu açıklıyor.

Olayı anlatan Hollandalı Protestan papaz Dr. Slomp bu kararı Hollandaca, İngilizce ve Fransızca birer kitap halinde yayınlıyor. Ne var ki bu çok önemli nokta İslâm âleminde gerekli yankıyı bulmuyor. Konuyla ilgili üzüntüsünü Dr. Slomp, “Müslümanlardan alkış bekliyorduk, ama kimseden bir tepki almadık” tarzında dile getirmekten kendini alamıyor.

Meşhur teolog Hans Küng’ün de ünlü İslâm Kitabı’nda, “Biz Müslümanların, Yunan felsefesinin etkisi altında şekillenen teslis akidesine gelmesini mi bekleyeceğiz? Neden Muhammed (asm), bu fasit felsefeyi tashih eden ve İncil ve Tevrat’ta anlatılan, beklenen peygamber olmasın”2 şeklindeki kanaati de ilginç değil mi?

13 Aralık 1992’de papalık tarafından yayınlanıp, bütün kiliselere dağıtılan, sadece Fransa’da 200 bin adet satılan 627 sayfalık diğer bir kitapta Hıristiyanlığın İslâmiyet doğrultusunda yorumlanışı da bir o kadar ilginç. Fatiha Sûresinin de yer aldığı bu kitapta şöyle deniliyor:

“İnsanlar, diğer insanların yaptıkları kànunlara değil, İlâhî kanunlara itaat etmelidirler.”

Tevhid inancının tüttüğü eserde teslis ise şöyle ele alınıyor:

“Teslis akidesini tek Allah inancına göre izah etmek imkânı kalmamıştır. Hazreti İsa, sadece Allah’ın kendisine tebliğ ettiklerini nakleden bir peygamberdir.”

1967’den bu yana papalık “Dinler Arası Diyalog Konseyi Başkanı” sıfatıyla Müslümanların Ramazan bayramlarını tebrik ettiğini de bunlara ekleyelim.3

Hıristiyan dünyasının bu noktaya gelmesi neyi ifade ediyor? Hz. İsa’yı herkes açıkça tanımayacağı, ancak ona çok yakın olanlar tanıyabileceğine göre bunlar Hz. İsa’nın icraatlarından başka nasıl izah edilebilir?

Dipnotlar:

1- Nursî, Said, Kastamonu Lâhikası, s. 111.

2- Karaman, Hayreddin, Yeni Şafak, 31.8.2008.

3- Mehdi ve Deccal, s. 139-140.

14.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah’a sığınan bağışlanır



Abdurrahman Bey: “Geçmiş günahlardan tümüyle pişman olan ve Allah’a sığınan bir insan bağışlanır mı?

Hendek savaşı sonrası müşriklerin bozgun yemiş ve yıpranmış bir halde Mekke’ye döndükleri gündü. Mekke’ye bir yorgunluk, bir sessizlik hâkim olmuştu. Müşriklerin hatırı sayılır büyüklerinden Amr b. As çevresindekilere: “Görüyorum ki Muhammed gittikçe kuvvetleniyor. Biz istemesek de her gün biraz daha ilerliyor. Gelin, buraları terk edelim. Gidip Necâşî’ye sığınalım. Eğer Muhammed kavmimize galip gelirse artık Necâşî’nin yanında kalırız; Muhammed’in emrine girmekten daha iyidir! Eğer kavmimiz galip olursa tekrar döneriz. Biz kavmimiz içinde tanınan kimseleriz. Kavmimiz bizi dışlamaz” dedi.

Çevresindekiler onu tasdik ettiler ve beraberce Necâşî’ye gidip sığınmaya karar verdiler. Necâşî’nin gözüne girmek için de, ona hediye olarak takdim etmek üzere bir hayli deri topladılar ve yola koyuldular.

Necâşî’nin yanına vardıklarında, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın elçisi olan Amr b. Ümeyye radiyallahü anh onun yanından çıkıyordu. Şok oldular; buna hiçbir anlam veremediler. Amr b. As’ın içini birden önüne geçilmez bir düşmanlık hırsı kapladı. Hendek gününü düşündü. Husûmeti bilendi ve oracıkta Amr b. Ümeyye radiyallahü anh’ın boynunu vurmak istedi. Fakat kendi ülkesinde değildi. Necâşî’den gidip izin alması gerekiyordu.

Arkadaşlarına: “Durun! Necâşî’ye girdiğimizde Amr b. Ümeyye’yi bize teslim etmesini ricâ edeyim. Bu adamı öldürürsek Kureyşlilere büyük hizmet etmiş oluruz” dedi.

Necâşî’nin yanına girdiğinde önce secdeye kapandı, saygı ve ihtirâmını esirgemedi.

Necâşî: “Hoş geldin dostum” dedi.

Amr b. As: “Hoş bulduk efendim. Size bol miktarda deri getirdim” dedi ve derileri verdi.

Necâşî bu hediyeleri beğenmiş, memnun olmuştu.

Amr b. As devamla: “Ey Melik! Az önce yanınızdan bir adamın çıktığını gördüm. O adam bizim düşmanımızın elçisidir. İzin ver onu öldüreyim. Çünkü onlar bizim büyüklerimizden ve eşrâfımızdan bir çok kimseleri öldürmüşlerdir” dedi.

Bunun üzerine Necâşî öyle bir kızdı, öyle bir celâllendi ki, elini öfkesinden burnuna vurmasıyla burnu kırıldı. Amr b. As korkudan tir tir titremeye başlamıştı. Söylediğine bin pişman olmuş, Necâşî’yi kızdırdığı için utanmıştı. Gelir gelmez Necâşî’yi kızdırmak hiç de hoş olmamıştı. İçinden, “Neden söyledim? Söylemez olsaydım!” demeye başladı. Utancından yer yarılsa girecekti. Sonra kendisini toparladı ve:

“Ey Melik! Eğer hoşlanmayacağını bilseydim, bu teklifi sana yapmazdım!” dedi.

Necâşî gazapla haykırdı: “Mûsâ Aleyhisselâma gelen Nâmûs-u Ekber’in (Cibrîl-i Emîn’in) kendisine geldiği bir kimsenin elçisini öldürmek için sana teslim etmemi bana nasıl teklif ediyorsun?”

Amr b. As şaşırmıştı; üzerine bir kaynar su dökülmüş gibi tüyleri diken diken oldu. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı hiç de böyle düşünmemişti. Kendini toparladı ve: “Ey Melik! Gerçekten öyle midir?” diye sordu.

Necâşî: “Allah senin iyiliğini versin! Beni dinle de, git O’na tabi ol! Allah’a yemin ederim ki, O Hak Peygamberdir! Mûsâ Aleyhisselâm, nasıl Fir’avun ile askerlerine karşı galip çıktıysa, o da muhaliflerine karşı muzaffer olacaktır!” dedi.

Orada ne oldu? Amr b. As’ın rûhunda nasıl fırtınalar koptu? İçinde ne gibi volkanlar patladı? Bilinmez; ama bilinen bir şey var: Amr b. As, yaptıklarına pişman oldu ve hemen oracıkta, Necâşî’nin tahtının önünde bir heykel gibi dimdik ayakta dururken, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma kalbi ısınıverdi. Öyle bir ısındı ki, artık kimse Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın sevgisini Amr b. As’ın kalbinden söküp alamazdı.

Amr b. As, kararını vermiş olarak Necâşî’ye: “O halde bana el ver! Müslümanlık adına sana bîat edeyim” dedi. Necâşî elini uzattı ve Amr b. As orada Necâşî’nin elinde Müslüman oldu. Amr b. As daha sonra Mekke’ye döndü ve hiç beklemeden Medîne’ye hareket etti. Yolda kendisine Halid b. Velid de iştirak etmişti.

Amr bin As’ın Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın huzurunda neler yaşadığını ve neler hissettiğini kendisinden dinleyelim:

“Harre’de indik. Elbiselerimizi değiştirinceye kadar ikindi ezanı okundu. Sonra kalkıp, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâma gittik. Huzuruna girdiğimizde, mübârek sîması nûr gibi parlıyordu. Müslümanlar etrafını sarmışlardı. Bizim gelişimizden sevinçli idiler. Önce Halid b. Velid, sonra da Osman b. Talha ilerleyip bîat ettiler. Sonra ben! Dizlerim titriyordu. Birden kendimi mübârek dizleri dibinde bulmuştum.

“Yâ Resûlallah!” dedim, “Şimdiye kadar işlemiş olduğum günahlarımın bağışlanması dileğiyle sana bîat ediyorum.”

Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm: “Ey Amr!” dedi, “İslâmiyet kendisinden önceki işlenen günahları silip süpürür! Bîat et!” buyurdu.

Bunun üzerine bîat ettim.”1

Cenâb-ı Hak Tevvâb’tır, Ğafûr’dur, Vehhâb’tır, Şekûr’dur. Kendisine yürüyerek gelen kulunu koşarak karşıladığını bir hadîs-i kudsî’de bildirir.2 Çünkü hidâyetin özünde geçmiş günahlardan samimiyetle pişmanlık ve Allah’a dönüş ve sığınış bulunmaktadır. Allah’a dönen, şefkat görür, bağışlanır, mağfiret ve merhamet bulur. Allah’a dönen pişman olmaz.

Dipnotlar:

1- el-Bidâye, IV/237; Heysemî, IX/351

14.09.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Efsaneler ve gerçekler…



MODERN KÖLELER

Günümüzde kölenin tanımı, “fiziksel veya psikolojik şiddet altında çalıştırılan, alınıp satılan, işverenin tamamen kontrolü altında tuttuğu kişi” olarak yapılıyor. Birleşmiş Milletler danışmanı ve “Küresel Ekonomide Yeni Kölelik” isimli kitabın yazarı Kevin Bales, “Bu tanıma göre çağımızda dünyada 27 milyon köle var” diyor.

Uzmanlara göre Batı Afrika’da on binlerce çocuk, ucuz emek talebini doldurmak için ülkeden ülkeye yollanıyor. Uluslararası Çalışma Organizasyonu (ILO) raporlarına göre de, 250 milyon çocuk, okula gitmeleri gereken yaşta çalışmak zorunda kalıyor. Bunların çoğu, fabrikalarda, madenlerde köleliğe yakın şartlarda çalıştırılıyorlar.

Uzmanlar, 18 ve 19. yüzyılların aksine, günümüz köle tacirlerinin güçlü erkekleri değil kadın ve çocukları hedeflediğine dikkat çekiyorlar. Bunun sebebi ise, kolaylıkla boyunduruk altına alınabilecek ve sesi kesilebilecek kişilerin tercih edilmesi. (28 Nisan 2008, ntvmsnbc)

Evet, kölelik insanlık tarihi kadar eski bir problem. Araştırmaların gösterdiği gibi günümüzde daha da acımasız şartlarda devam ede gelmekte.

Gönül böyle bir olayın varlığını istemese de ne yazık ki gerçek!

OSMANLI KADINI:

EFSANE VE GERÇEKLER

Bu konudan bahsetmemizin sebebi geçtiğimiz günlerde ABD’de alınan bir kitap ödülü. Aslı Sancar’ın on yıllık araştırma neticesi İngilizce olarak kaleme aldığı kitap ülkede saygın bir yeri olan Benjamin Franklin ödülünü almış. “Benjamin Franklin ödülü” (Ottoman Women: Myth and Reality) başlığını taşıyan kitap, ecdadın kadınlara verdiği değerden bahsetmekte. O dönemde köle kadınların hukuku ve günlük yaşantılarından kesitler de kitapta yer almakta. Hem de Batılı kadın seyyahların gözlemlerine dayanarak...

Malûm bugün olduğu gibi dün de önyargılı Oryantalistler Müslüman kadını özellikle harem, kölelik, cariyelik, çok eşlilik konularında İslâm dininden kaynaklanan esir gibi görme hastalığından muzdaripler. Sözgelimi Osmanlı sarayında harem hayatını görmeleri mümkün olmadığı halde, adeta 1001 gece masalları gibi hayalî hikâyecikler, fantazi resimler üzerinden Osmanlıyı eleştirenlerin hileleri yine tarihçilerce ortaya çıkarılmış bir gerçek. (Bunlardan sadece bir tanesi, değerli bilim adamımız Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün bu konuda yazdığı “İslâm Hukukunda Kölelik, Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı’da Harem” adlı kitabı!)

Batılı oryantalistin tarihî gerçekleri saptırmasını “husûmet” olarak tanımlayabiliriz, ama aynı mantığı savunan kendi insanlarımızı anlamak gerçekten zor!

Oysaki o dönemde değişik vesilelerle gezgin ya da sefaret görevlisi olarak İmparatorluğa gelen saray kadınlarıyla tanıştırılan, harem hayatını gözlemleyen, şehirde günlük yaşantı içinde kadının hayatını inceleyen bir kısım Batılı kadınların yazdıkları hatıralar gerçeğe ayna tutmakta.

Sözgelimi Avrupalı gezgin Julia Pardoe bunlardan bir tanesi. 1836 yılında yaptığı bir gözlemi şöyle anlatıyor: “Başkalarına hizmet ederek var olmak zorunda kalsaydım, hiç tereddüt etmeden bir Türk ailesinin kölesi olarak yaşamayı seçerdim. Osmanlı insanının kölesi onun evlâtlığı gibidir. Hizmetçiyle efendisini hayranlıkla seyredin, biri hizmet ederken öylesine candan, öylesine samimî, öbürü emir verirken aynı şekilde yumuşak ve tatlı dilli.”

Pardoe’ya göre sözgelimi Kafkasya’daki bütün kızlar ve erkekler, şeref sahibi olmaya, ilerlemeye giden yolun herkese açık olduğu İstanbul’a gitmek için diretirdi. 1856–1857 yılları arasında hediyelerle Kafkasya’ya giden Lady Blunt anne-babaları kızlarını köle olarak satmak için caydırmaya çalışmıştı ama bunların hepsi reddedilmişti.

Ondördüncü yüzyıldan sonraki Osmanlı padişahlarının birçoğu da zaten önceden köle olan kadınların oğullarıydı. Yani o dönemde kölelik dudak bükülen bir statü değildi.

Köleliği inceleyen İngiliz Adolphus Slade bu tabloyu şöyle tanımlıyordu: “İngiliz erkekleri için Hindistan neyse, Doğulu kadınlar için de kölelik oydu; mertebe atlama vesilesi”

EN BÜYÜK SEVAP: AZAD ETMEK

Dinimizde bir köleyi hürriyetine kavuşturmak büyük bir hayır işlemek anlamına geliyor. Osmanlı da İslâm hukukundaki bu hükme titizlikle riayet etmiş ve hükme bağlamış. Osmanlıda hukuken Beyaz kadınlar dokuz sene kölelik etmek zorundayken siyahî kadınlar için bu süre bünyeleri daha soğuk bir iklime uygun olmadığından yedi yıl. Bir kadın kölelikten azad edilince kendisine kanunen geçerli bir belge verilmekte. Kadın ömrünün sonuna kadar eski efendisinin evinde kalmayı isterse, kendisine çok iyi bakılmakta. Bunun yerine evlenmeyi seçerse, evlendiği zaman mücevherleri, çeyizi hazırlanıp, ev de verilmekte. Azad edilmiş köle, hayatının geri kalanı boyunca eski efendisinden emeklilik maaşı almakta.

Bu durumu günümüzdeki sosyal güvenlik kurumunun vazifesi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır sanırız!

KÖKLER VE KÖLE İSAURA

Bunlar bir zamanlar TV ekranlarında izlediğimiz, Batıdaki kölelik kurumu üzerine çevrilmiş diziler. Hepsi de içler acısı sahneleriyle zihnimizde yer etmekte. (Özellikle Kökler dizisindeki Kunta Kinte’nin maceralarını yazar Alex Haley, aile tarihindeki gerçeklerden yola çıkarak hazırlamış.)

Oysaki Osmanlıdaki kölelik Batıdakinden çok farklı. Avrupalı gezginler Osmanlı’da köleliğin Batı’daki gibi zorla ağır işlere koşulma şeklinde olmadığında ittifak etmişler. Hatta Batılı kimi kadın gezginler hatıralarında bir cariyenin yerinin “Batı’daki bir ev hizmetçisininkine tercih edilebilir” olduğunu belirtmekte.

BİRAZCIK İNSAF!

Bu konuda hakikatin en önemli şahidi, doğru söyleyen tarihtir ve tarihçilerin konuyla ilgili kitapları, makaleleridir şüphesiz. Söyleyeceğimiz o ki, bize yakışan tarihi yargılarken hüküm verirken insafla o dönemin şartları içinde olayları değerlendirmektir. Yoksa fil dişi kulelerden ahkâm kesmek değil!

14.09.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Cezbeden insanlar ve mekânlar



İSTENİLEN mânâda olmasa da ailesinden hiç de küçümsenmeyecek bir dinî eğitim almıştı. Aslında onun fıtrî bir yakınlığı vardı dînî bilgilere ve değerlere. Ailesinin ve yaşadığı çevrenin mütedeyyin olması, daha çocuk yaşta iken Hasan’ı oldukça masum ve mükemmel bir hâle getirmişti. O daha çocuk denecek yaşta olmasına rağmen, hâl ve hareketleriyle, söz ve davranışlarıyla olgun ve mükemmel bir insan görünümü sergiliyordu.

Lise çağında olmasına rağmen emsâllerinden farklı bir yaşantı sergileyen Hasan’a herkes farklı bir gözle bakıyor, iltifatlarda bulunuyor, geleceğin bir hizmet erbabı nazarıyla bakıyordu.

Seneler birbirini kovalamış ve artık Hasan liseyi bitirmiş, hayal ettiği yüksek okulu kazanmış ve artık büyük şehirde yaşamaya başlamıştı. Hiç de alışık olmadığı bu kalabalık şehirde yaşamak, yabancısı olduğu yeni çevreye ayak uydurmak hiç de kolay olmadı. Oldukça mazbut ve mütedeyyin bir çevreden gelip, böylesi kozmopolit bir ortama uyum sağlamak, tâbir yerindeyse bu sosyete insanlarla beraber yaşamak, elbette kolay değildi.

Daha da önemlisi, Hasan’ın mânevî hayatını tehdit eden, inancını, itikadını tehlikeye sokan ve her türlü menfiliklerin kol gezdiği bu büyük şehirde yaşamak için Hasan mutlaka bir çare bulmalıydı. Bu düşüncelerle bir çarenin, bir arayışın içine girdi.

Okulda tanıştığı, ilk günden yakın ilgi ve alâkasını gördüğü Ali de, Hasan’daki bu şaşkınlığı, bu tedirginliği görmüş olmalı ki, ona daha samimî, daha sıcak davranmaya başladı. Ve samimî dostluğun pekişmesini düşünerek Ali, birgün Hasan’ı, bazı öğrencilerle beraber kaldığı eve davet etti.

Dâveti memnuniyetle kabul eden Hasan, eve gittiğinde orada kalan öğrencilerin çok sıcak ilgileriyle karşılaşınca, bir anda kendisini evinde, anne-babasının, kardeşlerinin yanında hissetti.

Hasan, bu evde kalan Ali’nin arkadaşlarıyla da tanıştı. Onlar da Ali gibi candan, sıcak ve samimî gençlerdi. Böyle olunca Hasan hemencecik onlara ısınıverdi.

Burası bir öğrenci evi olmanın ötesinde, sanki bir eğitim, bir ilim mekânı görünümünde idi. Bir ibadet mekânı, bir kütüphane, bir tedris mekânı gibiydi bu gençlerin evi. Buranın tertibi, düzeni ve temizliği de Hasan’ın dikkatini çekmişti. Hepsinden önemlisi, buradaki gençlerin hâl ve hareketleri, söz ve davranışları da çok dikkatini çekmişti. Bu gençlerin hepsi de, Hasan’ın çevresinde veya okulda karşılaştığı gençlerden çok farklıydı. Düzenli kıyafetleri, kibar ve nazik davranışları, içten ve samimî yaklaşımları, güleryüzlü ve tevazulu duruşları, Hasan’ı en çok celb ve cezbeden hallerdi.

Evde bu gençlerin hemen hemen hiç boş zamanları yok gibiydi. Bazen yalnız olarak ya Kur’ân, ya Cevşen veya kırmızı kaplı kitapları sessizce okuyorlar; bazen de birisi, bu kitaplardan bir konuyu okuyor, diğerleri dinliyor, zaman zaman da soru-cevap şeklinde bu gibi derslerin müzakeresi yapılıyordu. Ayrıca bu gençlerin beraberce yemek yemeleri, çay içmeleri, cemaatle namaz kılmaları ve tesbihat yapmaları da Hasan’ın çokça hoşuna gitmişti.

Gençlerin kaldığı bu mekânın cezb ve celbedici hâli sebebiyle, Hasan bir türlü oradan ayrılmak istemiyordu. Bunun farkında olan Ali, Hasan’a: “Sakıncası yoksa, bu gece de misafirimiz ol istersen” dedi. Bu sıcak teklifi, Hasan memnuniyetle kabul etti.

Yemekler yendi... Akşamın ilerleyen saatlerinden sonra buraya gruplar halinde her yaştan epeyce kalabalık insan geldi. Gündüz okunan kitaplardan dersler yapıldı. Hasan bir taraftan, okunan dersi dinlerken, göz ucuyla da gelen insanlara dikkat ediyor, hâl ve duruşuyla hayret ve takdirlerini belli ediyordu. Ve gelen misafirler, gecenin geç vakitlerinde dağıldıktan sonra Hasan, ev sahibi gençlere gelen bu insanlara hayran kaldığını, yapılan ders ve sohbeti de çok beğendiğini ifade ettikten sonra eğer izin verirlerse kendisinin de burada kalmak istediğini söyledi. Hasan’ın bu teklifine karşılık gençler hiç duraklamadan, hep bir ağızdan; “Hay hay, seni de devamlı aramızda görmekten şeref duyarız” dediler.

14.09.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Hazin bir Ramazan hatırası (1)



1944 yılı Ramazanıydı.

Emirdağ’da yaşandı hadise.

Denizli Hapishanesi’nden tahliye edildikten sonra, mahkemede beraat ettiği hâlde Emirdağ’da ikamete mecbur edilerek kasabaya getirilen Said Nursî, hiç kullanmamasına rağmen ‘Okur’ soyadı ile oranın nüfusuna kaydedilmiş ve bir otele yerleştirilmişti.

Kendisi bir ev kiralayarak orada kalmak isteyince, karakolun karşısında olması kaydıyla izin verilmiş, o da Çalışkanların yardımıyla karakola yakın bir evi kiralamış ve oraya yerleşmişti.

“Çok sıkıcı ve kederli bir memleket” dediği Emirdağ’da, polislerin ve jandarmaların, mezalim raddesine varan baskı ve tarassutlarına rağmen tabiî, ictimaî şartlara intibak etmeye çalışmıştı.

Emirdağ’a geldiği ilk günden itibaren yanına gelip gitmeye başlayan Çalışkanlar hanedanı mensupları gibi samimî, fedakâr dostlar, Hamza Emek, Mustafa Ezener, Dr. Tahir Barçın gibi istidatlı talebeler bulunca, intibak safhası kısa sürmüş ve hemen hizmetlerine başlamıştı.

Kışa doğru, Emirdağ’daki ilk Ramazanını idrak edince, bu kudsî zamanın rahmetinden, feyzinden istifade ederek Denizli Hapishanesi’nde yazmaya başladığı Meyve Risâlesi’nin meselelerini telife devam etti.

“Bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir iki gün Ramazanda mecburiyetle gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit hüccetleri derc ederek yazdım” diyerek de ifade ettiği gibi sağlığı müsait olmasa da Onuncu Mesele’yi yazdı.

‘Kur’ân’da olan tekrarâta gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevaptır’ cümlesi ile takdim ettiği bu bahis Emirdağ’da yazdığı ilk eser olduğu için ‘Emirdağ Çiçeği’ adını da verdi.

Maksadı hemen On Birinci Mesele’ye geçmek ve Ramazan ayının mânevî hazzı ve uhrevî hızı ile ‘iman şecere-i kudsiyesinin Cennet, saadet-i ebediye ve rü’yetullah meyvelerinin küllî mânâlarının bazı cüz’î numunelerini’ beyan etmekti.

Lâkin kasabada, her gün onun yaptığı her hareketi dikkatle takip eden, yanına gelenin, gidenin listesini tutan, çalışmalarına mâni olmak isteyen bazı gizli mihraklar ve resmî makamlar da vardı.

Bediüzzaman’ın, yaptıkları onca zulme, eziyete, işkenceye, engellemelere aldırmadan hür bir insan kararlılığı ve rahatlığıyla hizmetlerine devam ettiğini görünce, onu bu yolla durduramayacaklarını anladılar ve meş’um yollara başvurmaya karar verdiler.

Bu maksatla, önce evinin önüne, gece gündüz nöbet tutacak şekilde polisler, bekçiler yerleştirdiler. Kapısının kilidinin anahtarını da onlara verdiler ve ahâli ile irtibatını kestiler.

Ardından arada sırada yanına gelerek ona hizmet eden, çarşıdan alınacak ihtiyaçlarını gören ve yemeğini yaptırıp çamaşırlarını yıkatan insanlara izin vermeyerek büsbütün yalnız bıraktılar.

Daha sonra, “Onu öldürmek için yukarıdan emir aldık” diyerek bir bekçibaşını kandırdılar, eline çok zehirli bir madde tutuşturdular ve bir fırsatını bulup onu zehirlemesini istediler.

Said Nursî’nin günlük hareketlerini bir iki gün takip eden bekçibaşı, sahura çok erken kalktığını ve bazen yemeğini pencerenin kenarına koyarak soğuttuğunu görünce aradığı fırsatı buldu.

O gece, nöbeti kendisi devralıyormuş gibi yaparak, nöbetçi bekçiye izin verdi. Bir süre sonra pencereye merdiven dayayarak yukarı çıktı ve Bediüzzaman’ın, soğuması için pencerenin kenarına bıraktığı sahur yemeğinin içine o zehiri koyarak merdiveni de alıp usulca uzaklaştı.

Hayatına kastedilmek istendiğini bildiği ve daha önce dokuz defa zehirlendiği hâlde, yeni geldiği bir kasabada, hayatını korumakla vazifeli olan insanlar tarafından böyle mübarek zamanda öyle dehşetli bir denaetin işlenebileceğine ihtimal vermediğinden yemeğini yedi.

O vakitlerde yatmak âdeti olmadığından, sabah namazını müteakip seher evradı ve ezkârı ile meşgul olmaya hazırlandığı sırada, o zamana kadar verilen zehirlerden çok daha şiddetli olan o müthiş zehir tesirini gösterince acı içinde kıvranıp hazin hazin inlemeye başladı.

Üstadlarına uygulanan bu sıkı tarassutun altında bazı suikast plânlarının olabileceğinden endişe ettiklerinden evin etrafından bir an bile ayrılmayan bazı dostları, talebeleri, kapının önünde nöbet tutan bekçinin kaybolduğunu görünce eve girdiler.

Üst kata çıktıklarında Said Nursî’yi yerde acılar içinde kıvranırken bulunca, hemen kaldırdılar ve telâşla ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Onun kendisini zehirlediklerini işaret etmesi üzerine, istifra ettirici bir şeyler vermek istedilerse de kabul ettiremediler.

Onun, sekerât hâlinde de olsa orucunu bozmayacağını anlayınca, Kur’ân ve Cevşen okumaya başladılar. İçlerinden biri de gidip diğer Nur Talebelerine haber vererek duâ etmelerini istedi.

Acı haberi kısa zamanda kasabadaki bütün Nurcular duydu ve Emirdağ’da, o anda kadın erkek, yaşlı çocuk yüzlerce insan şifa niyazıyla Allah’a yalvarmaya başladı.

Dehşetli acılar içinde kıvranmasına rağmen dilinden duâyı, hâlinden ilticayı bir an bile eksik etmeyen Bediüzzaman, uzun süre bu vaziyette yattıktan sonra biraz kendine gelir gibi oldu.

“Merak etmeyin kardeşlerim” dedi etrafında sessizce ağlaşan talebelerini görünce. “Cevşen ve Evrâd-ı Bahaiyye bu defa dahi o dehşetli zehrin tehlikesine galebe etti. Tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.”

Gerçekten de şiddetli hastalık hâli bir hafta kadar sürdü. O zaman içinde bir şeyler yiyip içmeye takat yetiremeyen Bediüzzaman, sadece iftar ve sahur vakitlerinde birer yudum su içerek orucunu tutmaya devam etti.

Bu zafiyetin tesiriyle gittikçe takatten düştüğünü, iyice şiddetlenen hastalığının hayatî tehlike arz etmeye başladığını hissedince, talebelerinden birinin kalem kâğıt almasını işaret etti.

“Vasiyetnâmemdir” diyerek başladı söze. Ancak fısıltı hâlinde söyleyebildiği “Aziz sıddık kardeşlerim ve varislerim” hitabının ardından da hazin bir sesle devam etti.

“Ecel gizli olmasından vasiyetnâme yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risâle-i Nur’dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmuâlarım ve sair şeylerimin bütününü gül ve nur fabrikalarının heyetine başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman benim arkamda o metrukatım benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.”

Vasiyetnameyi yazan kişi gözyaşlarına mâni olamasa da dudaklarını ısırarak içli hıçkırık hislerini sindirmeye çalışırken dinleyenler, ağlayışlarıyla Üstadlarını üzmemek için sessizce dışarı çıktılar. Ellerine Cevşenlerini aldılar ve hem okudular, hem ağladılar.

Said Nursî vasiyetname sözünü söylediği anda evi kaplayan matem havası, içli hıçkırıklarla dolu ürpertici bir sessizlik hâlinde uzun süre devam etti. Emirdağ’da olanlar onda az da olsa iyileşme emareleri gördükçe teselli buldular.

Fakat vasiyetnamenin de yer aldığı lâhika mektuplarının ulaştığı yerlerde ilk anda meydana gelen infiâl hâli, zamanla yerini duâlarla sağlanan itidale, teslimiyete ve tevekküle bıraktı.

Ekser Nur Talebeleri, yalvarışlarını gözyaşları ile yıkayarak tazarru ve niyaz içinde Allah’a arz ederken, bazıları hasret hislerini teskin edemeyince kaleme kâğıda sarılıp hislerini mektup satırlarına döktüler.

“Annem, babam ve tatlı canım sana feda olsun Üstadım! Birkaç gündür acılarımıza zehir katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devalar aradığımız o mübarek ay, akıbet husufa mı uğruyor?”

Şairliği ile iştihar eden Hasan Feyzi, eleminden kendisinde şiir yazmaya mecal bulamayıp tahassürlerini bu gibi cümlelerle ifade etmeye çalışırken, yazdıklarından çok daha fazlasını yaşayan bir hâlet-i ruhiye içine girdi.

Vasiyetnâmeden husûle gelen tahassüslere bir de bu gibi hisleri terennüm eden hazin mektuplar eklenince, matem havasının ağırlığı çok geçmeden bütün kırgın gönüllere ve mahzun kalplere sirayet etti.

O zaman, memleketin uzak diyarlarından Emirdağ’a doğru hızlı bir ziyaretçi akını başladı. Kimi tek başına yola çıktı, kimi gruplar hâlinde. Ama hepsinin tek dileği Üstadını ziyaret edip sağlık, sıhhat içinde olduğunu görerek gelip merakla geride bekleyenlere müjde vermekti.

Maddî mânialar, uzun mesafeler ve mâlî zaruretler kadar, resmî tavırları, hissî korkuları, siyasî baskıları, zecrî tedbirleri de aşarak Emirdağ’a gelebilenler iştiyakla Said Nursî’yi görmek istediler.

Ne var ki, onun hastalığının yanı sıra, hadisenin şuyu bulmasıyla arttırılan emniyet tedbirlerinin de tesiriyle buna çok azı muvaffak olabildi. Onu görenler göremeyenlere iyileşmekte olduğunu söyleyince, hepsi memleketlerine müsterih döndüler.

Çeşitli sebepler yüzünden gelemeyenlerse Halil İbrahim gibi, “Acaba senin firakın bizleri deli divane etmez mi? Senin gaybubetine bizler nasıl tahammül edebiliriz? Aman aman Üstadımız efendimiz, sen sağ ol, ben sana kurban olayım. Talebelerinin dide-i dünyada gaybubetine tahammülü yoktur” diyerek umum Nurcuların teessürlerine tercüman oldular.

Hicran hissiyle söylenen bu ifadeler isyan muhtevalı sözler değil, yalvarış, yakarış, tazarru ve niyaz mânâsı taşıyan fiilî duâlardı. Bizzat Bediüzzaman’a yazılan veya Nur Talebeleri arasında haberleşmeyi sağlayan mektuplarda nesir olarak dile getirilen hislerin yanı sıra, nazım şeklinde terennüm edilen yalvarışlar da vardı.

“Her çileye şükür edip cefalara katlanan

Her hasmına acıyarak yol gösterip ağlayan

Ehl-i iman yarasına tiryakları bağlayan

Sendin Üstad hem hayatı fanîlere satmayan

Fanî dedin, geçer dedin, mihnetleri zevkettin

Zâlim, zındık, hepsi sana zulmetti de şükrettin

Alçak eller on tecrübe zehirleri hazmettin

Cevşen baha iksiriyle tesirini defettin”

Zekâi gibi, elemini böyle içli mısralara dökenlerse hem sanatlı, âhenkli şiirlerinde hem de şifahî duâlarında Allah’ın Şafî isminden istimdat isteyerek, ferdî duâlarına cemaatî bir tesir gücü kazandırdılar.

Böyle umumî ve hâlis duâlar, Allah indinde müstecap olmalı ki, zehrin tesiri azaldıkça Said Nursî iyileşti. “Bir gün bir duâda, ‘Yâ Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle’ meâlinde duâyı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidâr ve sevimli bir hâlet hissettim. ‘Elhamdülillah’ dedim, Azrail’i cidden sevmeye başladım” diyerek On Birinci Meyveyi yazmaya başladı.

Bediüzzaman’ın yaşadığı o dehşet anları ve talebelerinin hissettiği hicran yaraları da hafızalarda, mektuplarda, kitap sayfalarında hazin bir Ramazan hatırası olarak kaldı.

14.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Nirvana’ya yolculuk



ÖNCE yazımıza konuyla ilgili küçük bir alıntıyla başlayalım: “Tüm dünyanın merakla beklediği, “yüzyılın deneyi” başarıyla başladı. Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi CERN’de ilk proton hüzmesi 3.8 milyar dolara malolan “Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHS)” adlı dev makineye başarıyla gönderildi. Deneyin yapıldığı LHS, Fransa-İsviçre sınırında Cenevre yakınlarındaki Alp dağlarının 150 metre altında yer alan 27 kilometre uzunluğundaki bir tünele yerleştirilmişti. İlk hüzme, sıcaklığın sıfırın altında 271.3 derece olduğu tünelde, saat yönünde hareket etti. Öğleden sonra yapılan deneylerde de, başka bir proton hüzmesi, bu kez saat yönünün tersinde, tüneli baştan başa dolaştı. Bilim adamları, ilk olarak protonları iki yönde de ışık hızına yakın bir hıza çıkaracak. Bir kaç ay içinde de, bu protonlar birbirlerine zıt yönden aynı anda tünele gönderilecek. Ve birbirleriyle çarpıştırılacak. Böylece, uzmanlar, evrenin oluşumuna neden olduğuna inanılan 14 milyar yıl önce gerçekleşen “Büyük Patlama”yı (Big Bang) daha iyi anlama şansı bulacak. Ancak birçok bilim adamı da, çarpışma sırasında kara deliklerin ortaya çıkacağını ve dünyayı yutabileceğini iddia ediyor…”

İsviçre ile Fransa arasındaki ara bölgede yer alan CERN adlı devasa araştırma merkezinde faaliyete geçen ve çalışmaları 10 ile 20 yılı kapsayacak ve Türkiye’den İsrail’e kadar binlerce bilim adamının yer aldığı muazzam deney tüpü ilmin yeni sınırlarını da çizecek. Nasıl olur demeyin? İnsanoğlu olarak henüz maddeyi tanımanın kıyısındayız. İçinde yaşadığımız hâlde madde ile ilişkimiz denizle balığın ilişkisinden öte değil. “Ol mahiler ki deniz içredürler denizi bilmezler” tarzına bir ilişki. İnsanoğlu daha maddenin yapısını keşfedebilmiş değil. Bazı pozitivist fizikçiler madde-enerji dönüşümü tekerlemesinde kalmış durumdalar. Onlarınki felsefenin tartıştığı tavuk-yumurta ilişkisi tartışmasının bir benzeridir. Maddenin yapısını bilmediğimiz gibi içinde yaşadığımız muazzam zaman nehri veya okyanusu da bilmiyoruz. Makro alem veya kozmoğrafya bizim gözümüzü büyülemiş durumda. Halbuki mikro alem de makro alem kadar büyük ve devâsâ. Onun büyüklüğü derinliğinde... Saniyenin içinde milyarlarca saliseler ve ötekiler var. Dolayısıyla zamanın öteki boyutlarını tam olarak bilmiyoruz. Ve insanlık Bing Bang teorisini LHS deneyimiyle birlikte laboratuvar ortamında yeniden keşfetmeye hazırlanıyor. İlk patlamadan sonra 3 saniye içinde neler olup bittiğini merak ediyor. Dolayısıyla zaman içinde sonsuz kareler var. Ama eskilerin “hâlâ” dedikleri kâinat boşlukta mı seyrediyor yoksa kara madde veya esir maddesi gibi maddelerle mi dolu? Kara madde veya kayıp madde keşfedildiğinde ise ‘hâlâ’ veya uzay boşluğu teorisi çöpe gidecek. Bu çöpe gidince yüzyıllardan beri tartışılan felsefede ‘hâlâ’ var mıdır yok mudur? tartışması da sona erecektir? Doğrusu, CERN’deki deneyim üzerinden yapılan madde içi yolculuk bizi madde ötesine mi götürecek bilmiyoruz? Bundan dolayı bilim adamları kadar dünya da olayı ilgiyle ve bazen de deneyin ortaya çıkaracağı kara deliklerin dünyayı yutması ihtimali sebebiyle kaygıyla izliyor. Ama ilk deneyim şimdilik kaydıyla bu korkuların yersiz olduğunu ve kıyametin CERN üzerinden kopmayacağını gösteriyor. CERN de makro alem ile mikro alem asındaki bağlantının sırları yeniden keşfedilmeye çalışılıyor. Madde-enerji ilişkisi zaman mekân münasebeti anlaşılmaya ve aydınlatılmaya çalışılıyor.

***

Bu özelliklerinden dolayı CERN’deki LHS deneyimi bir şekilde Kutsal Kâse’yi bulma yolculuğu olarak da adlandırılıyor. Netice itibarıyla, deney fizikî de olsa bizi metafiziki sonuçlara götürüyor. Bundan dolayı bu kâinatın en büyük deneyi kimilerine göre Om’a kimilerine göre Nirvana’ya bir yolculuk. Maddî âlemden madde ötesine bir yolculuk. Bu yolculuk sırasında aranan sırlardan birisi de ilâhî parçacık (God particle). Aslında buradaki ‘ilâhî parçacık’ ifadesi insanları yanıltmamalı. İlâhî ihsan anlamında enerjiye kütle kazandıran bir parçacık. Şimdi insanlık CERN’de bu parçacığın izini sürüyor. Bilindiği gibi İslâm hikemiyatında ve düşüncesinde insan mikro bir kâinattır. Kâinat da makro bir insandır. Bu açıdan bakıldığında ilâhî çiple veya parça ile insanda bulunduğu ifade edilen kuyruk sokumu (acbu’z zeneb) birbirine ne kadar da benziyor. Kâinatın kare köküne ilâhî parça denilebileceği gibi insanın kare köküne de acbu’z zeneb denilmektedir. Dolayısıyla mikro alem ile makro alem birbirine çok benziyor. Aralarında tenasüp var. Dolayısıyla kâinatta hiçbir şey küçük değil. Birisi derinlemesine büyük diğeri afakî olarak büyük. Bundan dolayı İmam-ı Ali’ye atfedilen şu söz ne kadar da yerindedir: “Sanırsın ki küçük bir cisimsin. Halbuki bütün kâinat sende dürülmüştür…” Bundan dolayı zerreyi yaratan ancak kâinatı yaratabilir ifadesi nasıl doğruysa bunun makus önermesi olan kâinatı yaratan ancak zerreyi yatarabilir önermesi de aynen doğrudur. Kâinat bütün parçaları ve azalarıyla birbirine bağlıdır. Dolayısıyla mikrosunda ve makrosunda ancak tek bir el tasarruf edebilir. Kâinatın başlangıcı da sonu da tek bir yaratıcıya işaret ediyor. CERN kâinatın başlangıcını keşfe doğru bir yolcuğa çıktı ve bu yolculuk onu kâinatın sonu ile ilgili bilgilere de götürecektir. Bu da hissettiğimiz ama ifade edemediğimiz derinlikleri gözlerimizin önüne serecektir.

14.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dünyayı ateşe verenler



Dünyanın bitmeyen dertlerinden biri de intiharlar. Az ya da çok, her ülkede insanlar kendi elleriyle hayattan istifa etmek istiyorlar. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) ararştırmasına göre dünya üzerinde her 40 saniyede bir intihar ve her 3 saniyede de bir intihar girişimi yaşanıyor.

Dünyanın başı artan intiharlar sebebiyle dertte de, Türkiye dertsiz mi? Ülkemizde intihar hadiseleri dünya ülkelerine nisbetle daha az, ama zaman zaman umulmayan intiharlara da şahit oluyoruz. Bilhassa Güneydoğu’da sebebi tam izah edilemeyen intiharlar oluyor.

Peki insanlar niçin intihar eder? Pek çok sebep sayılabilir, ama işin özünde inançla ilgili konular var.

Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı da intihar hadiselerini yorumlarken şöyle demiş: “Başta depresyon ile alkol ve madde bağımlılığı olmak üzere çeşitli ruhsal hastalıklar, çocukluk ve yetişkinlik dönemlerine ait örseleyici yaşantılar, olumsuz aile içi etkileşimler, sosyal yalıtılmışlık, toplumsal dayanışma azlığı, kayıplar, umutsuzluk, göç gibi sosyo-ekonomik tesirler intihar riskini artırmaktadır.’’ (Yeni Asya, 11 Eylül 2008)

İntiharı önlemek için konunun, psikiyatrik boyutu yanı sıra sosyolojik ve politik açından da ele alınması gerektiği hatırlatan başka uzmanlar da, “Bu konu sadece ruh sağlığı alanında çalışan örgüt ya da kurumların değil, tüm kurum ve örgütlerin ilgi alanında olmalıdır” demişler.

Burada unutturulmak istenen bir konuya dikkat çekmekte fayda var: Alkol ve madde bağımlılığı insanları doğrudan ya da dolaylı olarak intihara sürüklüyorsa, ısrarla devam eden ‘alkollü içki’ reklâmlarına ne demeli? Bir yandan intiharlardan şikâyet edip, öte yandan intihara sebep olan alkollü içki reklâmlarına karşı sessiz kalmak mümkün mü?

Bu hususta alkollü içki üretenler sorumlu olduğu kadar, bunların reklâmlarının yapılmasına imkân tanıyanlar da sorumludur. Yürürlükteki ihtilâl anayasasında bile gençleri ‘zararlı alışkanlıklar’dan korumak devletin görevleri arasında sayılmıştır. Öyle ise, alkollü içkiler ve bir adım sonrası olan uyuşturucu / öldürücüler karşısında niçin gerekli tedbirler alınmıyor?

Bu konunun muhataplarından biri de hükümettir. Bunca ikaz ve hatırlatmalara rağmen gençleri intihara sürükleyen sebepler arasında yer alan ‘alkollü içki’lere karşı gerekli tedbirler alınmıyor. TBMM’de “Sağlık Komisyonu” var, ancak bu önemli konu nedense gündemlerine gelmiyor. Geliyor da ‘çare’ mi bulamıyorlar, onu bilemiyoruz.

İntihar vak’alarının gündeme gelmesi vesilesiyle TBMM Sağlık Komisyonuna ve hükûmete bir defada daha sesleniyoruz: Gazetelerde ısrarla devam ettirilen alkollü içki reklâmlarına ‘dur’ denilsin! İlmen ve tıbben insan sağlığını tehdit ettiği konusunda ihtilâf olmayan bu felâketlere karşı sessiz kalınmasın!

Maddî menfaatleri için insanları intihara sürükleyen maddeperestliğe itiraz ediyoruz. Alkollü içki üreticilerinin dünyayı ateşe atmasına hayır!

14.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

‘Ergenekon’da son durum



Birkaç ay öncesinde Türkiye’nin birinci gündem maddesi olan Ergenekon dâvâsı, Başbakan Erdoğan-Aydın Doğan polemiği yüzünden bir süredir gündemden düşmüştü. Ancak Adalet Bakanlığının Savcı Zekeriya Öz hakkındaki soruşturması yüzünden tekrar gündeme geldi.

14 Temmuz 2008 tarihinde mahkemeye sunulan ve 441 klâsörden oluşan Ergenekon iddianamesiyle ilgili incelemesini tamamlayan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi dâvâyı 25 Temmuz’da kabul etmişti. Dâvâ 20 Ekim 2008 tarihinden itibaren görüşülmeye başlayacak.

“Terör örgütü kurmak, terör örgütüne yardım etmek, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmak veya görev yapmasını engellemeye teşebbüs”ten tutun da Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı halkı silâhlı isyana tahrike varıncaya kadar çok ağır suçlar içeren dâvânın sonucu büyük bir merakla bekleniyor.

* * *

Son günlerde bu konuda iki gelişme yaşandı. Birincisi Ergenekon savcısı Öz hakkında inceleme başlatılmıştı. Tabi böyle önemli ve büyük bir dâvânın savcısına inceleme başlatılması hemen akıllara Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı getirmişti. Hakkında inceleme başlatılan Ergenekon soruşturmasını yürüten Öz’e hukuk camiasından destek gelmişti. Öz’e karşı yapılan hatadan dönülmesi gerektiğini belirten hukukçular, Ergenekon soruşturmasının sonuna kadar götürülmesini istemişlerdi. Ve şu çarpıtıcı tepkiyi göstermişlerdi: “Türkiye, Şemdinli dâvâsının Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı kaybetmesi gibi Zekeriya Öz’ü kaybetmesine izin vermemelidir…”

Adalet Bakanlığı da bunu yaptı. Bakanlık Ergenekon soruşturmasını yürüten Cumhuriyet Savcıları hakkında soruşturma izni vermeyerek “Öz’ün de kaybedilmesi”ne izin vermedi.

Dâvânın başlarından beri içlerinde emekli paşaların da olduğu sanıkların cezaevine konulması dolayısıyla “Ferhat Sarıyaka’nın başına gelenler Öz’ün başına geleceği” söylenip duruyordu. Şimdilik böyle bir durum ortaya çıkmadı. Hiç değilse hukuk sistemimiz çokça eleştirilen Sarıkaya olayını bir kez daha yaşamadı. Bu yaşanmayacak anlamına da gelmiyor tabi. Daha sonra şikâyetler yapılırsa bu dâvâ sonuna kadar “inceleme” yapılabilecektir. Bu da Ergenekon savcılarını “psikolojik baskı” altına alma anlamına gelebilir. Şimdilik yanlıştan dönüldü diyebiliriz.

* * *

Ergenekon dâvâsı ile ilgili ikinci gelişme de arkasında bir sorunun cevapsız kaldığı garip bir ziyaret vardı. Henüz Savcılık tarafından iddianamesi dahi hazırlanmayan Emekli orgeneraller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur, “TSK adına” Kocaeli Garnizon Komutanı Korgeneral Galip Mendi tarafından ziyaret edilmişti. Bu ziyaretin arkasından fazla bir tartışma yaşanmadı. Ancak şu soru pek çok yerde soruldu, soruluyor: Bu emekli iki paşa beraat ederlerse de etmezlerse de “yargı bağımsızlığı” tartışılmaz mı?

Bu ziyaretle ilgili görüşlerimizi 5 Eylül 2008 tarihli yazımızda yazmıştık. Burada dikkat çekmek istediğim konu bu ziyaretle ilgili MAZLUMDER’in suç duyurusunda bulunmuş olması. MAZLUMDER Genel Başkan Yardımcısı Avukat Emrullah Beytar, Ergenekon dâvâsı neticesinde Kandıra Cezaevinde tutuklu bulunan Emekli Orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’u ziyaret eden Kocaeli Garnizon Komutanı Korgeneral Galip Mendi’ye hukuka aykırı olarak izin veren savcılar hakkında “Görevi Kötüye Kullanma Suçu”nu gerekçe göstererek Adalet Bakanlığına suç duyurusunda bulundu. Beytar’ın dâvâ dilekçesindeki şu ifadesi çarpıcıydı: “Ciddî bir suçlamayla suçlanan iki şüpheliyi, bulundukları makamdan aldıkları gücü kötüye kullanarak TSK adına yapılmış olunan bu ziyaret yargıyı ve hukuku tesir altına almaya yönelik olduğu açıktır. Savcılığın böyle bir ihtimali dikkate almayarak ziyarete izin vermiş olması açık görevi kötüye kullanma suçu işledikleri kanaatindeyiz.”

20 Ekim tarihi itibariyle bu dâvâyı çokça tartışacağız. Bakalım bu suç duyurusundan sonra “şüpheliler” hakkında idarî ve cezaî soruşturma yapılacak mı? Son dalga gözaltında alınan kişiler hakkındaki iddianame de neler çıkacak? Bu ziyaretler sonrasında gelişmeler nasıl olacak? Bekleyip göreceğiz…

14.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Fâni ömrü bâkileştirmek



Fâni ve ölümlü dünyada her insanın en büyük arzusu, sonsuza kadar saadet içinde yaşamak olsa gerek. Ne var ki, bu varlık âlemini ve dünyayı yaratıp insanı buraya gönderen Yaratıcının koyduğu kanun, istisnasız herkes için geçerli: “Her canlı ölümü tadacak.” Hiç kimse bu kanunun dışında değil.

Ama süresi herkese göre değişen fâni ömrü bâkileştirebiliriz. Bunun yolunu ise “Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz?” diye soran Bediüzzaman’ın cevaplarından takip edelim.

“Her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır. Bu fâni ömrü bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne çevirmek mümkündür” diyor Said Nursî ve o çareyi şöyle ifade ediyor:

“Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillah, livechillah, lieclillah rızası dairesinde hareket ediniz.” (Lem’alar, s. 38)

Bu mânâlar çerçevesinde sırf Allah rızası için yapılan ibadet ve dualarla idrak edilmiş Kadir Gecesi gibi bir tek gecenin, bin ay, yani seksen üç senelik bir manevî kazanç potansiyelini içinde saklaması, işte bu sırrın tecellîlerinden biri.

Bu çerçevede, Üstadın şu ifadeleri de anlamlı:

“Şu mübarek şehr-i Ramazan (Ramazan ayı), Leyle-i Kadri (Kadir Gecesini) ihata ettiği için, kendisi de ömür içinde bir Leyle-i Kadirdir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür; saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bâkidir.” (Barla L. s. 451)

Bu ifadeler üzerinde derin düşünmek lâzım.

Şu bir gerçek ki, eğer şuuruna erebilirsek, dakikası bir güne, saati iki aya, günü birkaç seneye ve tamamı seksen üç senelik ömre denk ve bedel bir mübarek ayın içerisinde bulunuyoruz.

İnsanı Rabbine yaklaştırma vesilesi olan ibadetlerin, sair vakitlere kıyasla çok daha zengin bir çeşitlilikle hayatımızı renklendirmesi, bu aya mahsus orijinal özellik ve güzelliklerden biri.

En başta, en etkili nefis terbiyesi yöntemi olarak kendimize çekidüzen vermemizi, çoğu zaman farkında olmadan aştığımız sınırlara geri dönmemizi, elimizdeki nimetlerin değerini bilmemizi, perhizle beden fonksiyonlarımızın yenilenmesini, bütün âza ve duygularımızın disipline edilmesini, açların halini daha iyi hissetmemizi sağlayan; sahurlarıyla bizi gece ibadetine de hazırlarken, iftarlarıyla nimetlerin şükrünün kâmil mânâda edasına ve aile fertlerini bir araya getirip, modern hayatın zayıflattığı aile-akraba bağlarının kuvvetlenmesine vesile olan oruç...

Beş vakte ilâveten kılınan teravih namazı...

Birikmiş servetlerde fakirlerin hakkı olan ve doğru şekilde, fazlasıyla hesaplanıp isabetli, uygun adreslerine ulaştırılmasıyla toplumda sosyal adaletin teminine ve gelir dağılımındaki farklardan kaynaklanan huzursuzlukların izalesine ciddî katkılarda bulunan zekât ve sadakalar...

Hatimler, mukabeleler, Kur'ân tilâvetleri, tefsir mütâlâaları ve yoğun tefekkür ibadetleri...

Ve bunların dışında, günlük mesai ve çalışma düzenimiz içerisinde yaptığımız diğer rutin işleri de, bu rengârenk ve dopdolu ibadetlerin verdiği manevî enerji ve sinerji ile, ibadet niyetiyle ruhlandırıp canlandırmak. İnsanlarla muhatabiyetimizde, söz konusu ibadetlerin kazandırdığı melekî haslet ve hususiyetlerle davranmak.

Evet, fâni, kısa, faydasız bir ömrü bâki, uzun, faydalı ve semereli kılmanın; gelip geçen dakikaları, saatleri, günleri, haftaları bâkileştirmenin anahtarı, bir kez daha idrak ettiğimiz ve yarısını geride bıraktığımız Ramazan’ın ihtiva ettiği bu müjdeli mânâlarda saklı. Bunları ne kadar özümseyebilir ve hayatımıza hakim kılabilirsek, sonsuz saadetin sırrını o ölçüde yakalayabiliriz.

Onun için her bir dakika, saat, gün ve haftasıyla Ramazan’ı bu mânâlar çerçevesinde en iyi şekilde değerlendirmeye ve Ramazan dışındaki zamanları da Ramazan gibi yaşamaya çalışmamız gerekiyor. Fâni ömrümüzü böyle bâkileştirebilir ve ebedî saadete bu yolla ulaşabiliriz...

14.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır