"Gerçekten" haber verir 13 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 


Hakan YALMAN

Dikkatli konuş! Batmaktan kork!



Kişilerarası ilişkilerde zaman zaman sıkıntı yaşanan nokta yanlış bağlantılar kurulmasıdır. Bu bağlantılar dolayısıyla ortaya çıkan suçlamalar bazen haksız ve adaletsiz olabilir. Bu durum çoğu zaman aile içi ilişkilerde ve sosyal hayatın gereği olan ilişkilerde ülkeler arası ilişkilerde ortaya çıkan sıkıntıların kaynağıdır. Bazen insanlar özellikle hayatı kendilerine problem haline getirirler. Önemli olmayan problemler büyütüldüğü için büyük algılanır. Şeytanın genel stratejik planı da insanın bu zaaf noktasından istifade etmek üzerine bina edilmiştir. Diğer yandan, “iktiran” adı verilen iki şeyin aynı anda, ya da yan yana gözlenmesinin bunlar arasında bir irtibat olduğu inancını oluşturması da şeytanın vesveseye sürüklediği alanlardan biridir.

Meselâ bir hocayı ya da dindar bir şahsı meyhaneden çıkarken gördüğümüzde bir anda aklımızda binlerce soru işareti oluşur, şahsın kötü yola düşmüş olmasından dolayı büyük sıkıntı ve endişe duyarız. Bu durumda çoğunlukla şahsın oraya birine bakmak için, hatta birilerini o bataklıktan kurtarmak için girmiş olabileceği aklımıza gelmez. Zihin meyhanenin kötü imajını, anında şahsın temiz olduğuna inandığı ahlâkına bulaştırma eğilimindedir.

Aile hayatında eşler arası problemlerden bir çoğu da aynı mekanizma ile bir tarafın peşinen diğer tarafı suçlamasından kaynaklanmaktadır.

Soğukkanlılık ve sükûnet ile olayı anlamak ve “Beraat-i zimmet asıldır”, yani suçlu olduğu isbatlanana kadar şahsın masum olduğu kabul edilmelidir ya da “hüsn-ü zan”, yani ilk planda hep iyi yönü düşünmek gereklidir gibi düsturlar uygulanmayıp üstelik tam aksi yönde hareket edilmesi çoğunlukla problemlerin başlangıç noktasını teşkil etmektedir. İnsanın varlıkla ilgili en büyük zaaf noktalarından biri yan yana gördüğü iki şeyi birbiri ile alâkalı ya da birbirini etkiliyor olarak kabul etmesidir. Bu zaaf sebebiyle çabuk suçlamalar ve peşin hükümler sıklıkla önümüze çıkan problemlerdir.

Kulluğun en belirgin ifade şekillerinden biri olan namaz için en önemli şartlar arasında bedende ve elbiselerde temizlik yer almaktadır. Bu durum sadece dış temizliği gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde kişinin dinen temiz olması hiç mümkün olmaz. Çünkü barsakları içinde sürekli olarak dinen necis kabul edilen gaita ve idrar yolları içinde yine dinî açıdan necis kabul edilen idrar bulunmaktadır. Namaz ise, bütün yönleri ile temiz ve her türlü pislikten arınmış olmayı gerekli kılan bir ibadettir. İşte ferdin içinde yer alan necaset, çok yakınında hatta içinde olduğu halde kişinin namazına ve temizliğine zarar vermez. İnsanlar içlerinde pislik taşıdıkları için birbirlerinden iğrenmezler. Bilâkis beden genel olarak çok lâtif ve nezih kabul edilmektedir. Bu nezahet ve temizlik o derece kabul edilmiştir ki, bedenin içindeki bu pislikler çoğu zaman akla bile gelmez ve hatırlanmaz. Çünkü bilinir ki bu bedenin en normal ve fizyolojik halidir.

Benzer şekilde insanın duygularını, meyillerini, arzularını ayarlayan pek çok hormon ve sinir sisteminin işleyişi insan vücudunun fizyolojik işleyişinin parçalarıdır. Özellikle gençlik döneminde bu duyguların daha galeyanda olduğu esnada, hormonlarının değişimi açısından önemli bir dönüm noktası olan bu zamanda içinde her türlü meyil bulunabilir. Bu meyillerin bulunması aynen idrar yollarında ve sindirim sistemindeki necaset gibidir. Bunların dışarı çıkmaması halinde bedenin temizliğine zarar vermemeleri gibi kötüye meyillerin de icraata geçmemiş içte kalan durumları ruh için aynı hükümdedir. Ferdin iç âleminde ve hayal dünyasında yaratılışı gereği pek çok hormonun işleyişiyle bağlantılı olarak günaha meyiller ve eğilimler var olacaktır. Bunların varlığından dolayı suçluluk duygusuna kapılmakla karnındaki pislikten dolayı abdestinin bozulduğunu düşünmek arasında özde hiçbir fark yoktur. İnsanın iç âleminde iyi ve kötü her türlü meyil bulunabilir. Suç ancak bunların icraata geçirilmesi ve fiilen ortaya konması ile doğar.

Adil-i mutlak iradeleri dışında yüzleştikleri ve yan yana geldikleri hallerden dolayı kullarını cezalandırarak bir zulüm ve şefkatsizlik hali sergilemekten münezzeh ve son derece uzak olmalıdır. İç âleminde kötü meyiller olması ile bu meyillerin sonucu olan uygulamalar aynı şeyler değildir. Meyillerden dolayı kişinin kendini suçlaması son derece yanlıştır. Önemli olan bu meyillerin emri doğrultusunda hareket etmeyen bedeni iradeyi ortaya koyabilmektir. İşte bu noktada kul, imtihanını başarı ile vermiş ve Hâlık-ı Kerim’in en çok hoşuna giden sevimli hali sergilemiş olur.

Aynı mânâyı Bediüzzaman mukaddes mânâların düşünülmesi esnasında bedenin bir ihtiyacından dolayı hayal âleminin bu ihtiyaçla bağlantılı suretler dokuması ve bu suretlerin mânâlarla yan yana gelmesinden dolayı mânâların kirlendiğinin zannedilmesi örneği ile açıklar. Hisler, çoğunlukla beden içinde işleyen hormonal mekanizmaların oluşturduğu durumlarla yakından alâkadardır. Mânâlar ve suretler iç içe gibi gözlense de birbirlerine dokunmazlar mukaddes mânâlar çirkin suretlerin içinden onlara hiç değmeden geçip aslî menzillerine ulaşırlar. Bu noktada kulun içine düşebileceği en büyük yanlışlık, iç âleminde çirkin suretler ve mukaddes mânâların birlikteliğinden dolayı iç âleminin tefessüh ettiği kalbinin bozulduğu zannına kapılmasıdır. Bu zan şeytanın hileli oyunlarından biridir ve kulu gereksiz bir suçluluk duygusuna sokarak “Battı balık yan gider” noktasına getirmeyi hedefler. Üstelik bu suçluluk duygusu ile bütün dikkat çirkin suretlere yönelir ve onları kulun âleminde daha belirgin hale getirir. Yersiz bir hassasiyet, cahilcesine bir suçluluk duygusu gibi masumiyet noktasından her şeyini kaybetmişliğin ve insanlıktan çıkmışlığın zannı sonucu bütün ümitleri yitirerek gerçek bir canavara dönüşmeyi ya da kurtuluşu yoklukta aramayı netice verebilir. Bu vahim sonuçtan kurtulmanın tek yolu kendini iyi tanımak, şeytanın hilelerini bilmek, gereksiz telâştan ve hassasiyetten uzak, makul ve mutedil bir yaklaşımla meyillerinin değil, aklının ve kalbinin sevki ile vahyin çizdiği yolda ilerleyebilmektir.

Özellikle karışıklık ve dalgalanma zamanlarında ‘Zulme rıza zulümdür’ düsturunu bilenlerin çok hassas olması ve ince düşünmesi gerekir. Algılamasındaki zaaflardan kaynaklanan haller sebebiyle eleştiriyor olabileceğinin farkında olup bu konuda kendini frenlemeyi önemli bir görev addetmelidir. Aksi halde oturduğu yerde, televizyon seyrederken veya bir dost sohbeti gibi hoş ortamlarda zulüm gibi büyük bir günahı işlemek mümkün olabilir. O yüzden az ve dikkatli konuşmalı bütün konuşmaların melekler ve Âlemlerin Rabbi tarafından işitiliyor olduğu unutulmamalıdır. Dikkatle basmalı, dikkatle konuşulmalı bir kelime ve yersiz oluşan duygulara vesile olmakla batmamalıdır.

13.10.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Zamanımız çok değil



İnsanlığın rahmet yüklü olmayan kara bulutlara ihtiyacı yoktur. Rahmet yüklü bulutların semamızı kapladığı zamanlara ihtiyacımız bulunmaktadır. Dünyamızın rahmet-i Rahman ile şenlenmesine muhtacız. Acaba neden rahmet bulutlarına hasret kaldık? Rahmet hazinesine nihayet olmayan kâinatın Rabbi’nin sınırsız cömertliğinden neden az istifade eder bir hale geldik? Gönüllerimiz neden çoraklaştı? İman nurunun aydınlığı neden gönüllerimizi aydınlatmıyor?

İnsan gibi insan olmaktan bizi uzaklaştıran sebepleri araştırmamız gerekir. Aksi takdirde karanlıklara bürünmüş bir ruhla bu dünya hayatımız son bulacak ve bizler Rahmanın rahmet hazinelerinden mahrum kalmış olacağız. Şeytanların var güçleriyle bizi dünyaya yönlendirmelerinden ne zaman kendimizi kurtaracağız? Ne zaman görüntümüz, yaşantımız, halimiz ve hareketlerimiz Rabbimize yönelik olacak, O’nu razı edecek?

Artık kendimizi, kendini avutanlar ve kendini kandıranlar sürüsünden ayırmamızın zamanı gelmedi mi? Aynanın karşısına geçip kendimizi seyredelim. Acaba görüntümüz dünyayı mı yoksa ahireti mi fazla hatırlatmaktadır? Hani biz her şeyden önce Rabbimizi razı edecektik? Ediyor muyuz sahi? Hani amellerimizde Rıza-i İlâhî olacaktı. Hani fanilerin fenalıklarına kapılmayacaktık? Sahi ihlâsın ve rızanın neresindeyiz acaba?

Başkalarına bakmadan önce kendimize dönüp, iyi bir muhasebeye kendimizi tabi tutmamızın zamanı gelmiş ve hatta geçmektedir bile... Elimizi çabuk tutmamız gerekmektedir. Zira ölüm çok yaklaştı. Belki yarın belki de yarından yakındır o kaçınılması mümkün olmayan gün... Hangi yüzle Hak divanına çıkacağımızı hiç düşündük mü?..

Vaziyet iyi görünmemektedir dostlar. İnsanı uyutan vasıtalar gün geçtikçe artmaktadır. İnsanı uyandırması gereken vasıtalardan bile istifade etme takatımız kalmadı sanki. Oysa aleyhimizdeymiş gibi görünen çok vasıtalarla şeytanları kahredebiliriz. Eğer niyet ve nazarı doğru bir şekilde faaliyete geçirebilirsek, dünyanın kazanılması bile ahiretin kaybedilmesine sebep olamayacak. Böylece dikenlere değil rengârenk güllere nazar edilecek, kıyıda köşede duran pisliklere değil, yeşilin bütün güzelliklerini izhar eden bahçeler neşeyle gezilecektir.

Eğer fırsatları değerlendirmiyorsak, eğer ömür sermayesini boşu boşuna harcıyorsak başka yerde suçlu aramayalım. Kusur arıyorsak en büyüğü bizde. Düşman arıyorsak en şiddetlisi içimizde. Boşuna zaman kaybetmemek gerekir. Zaman hızla akıp gitmekte, kazançsız geçen günleri geri getirmenin imkânı bulunmamaktadır.

Rabbimize kul olalım. Bizleri yüceltecek eğilmeleri ihmal etmeyelim. Dünya başımıza yıkılsa bile başımız secdeden kalkmamalı. Hayat için en ehemmiyetli olan nefes almak kadar, belki de daha da çok lâzım olan hislere ihtiyacımız vardır. O hisler ki bizi bizden uzaklaştırmayacak, o hisler ki Rabbimizi bize unutturmayacak... İşte onlara her şeyden daha çok ihtiyacımız bulunmaktadır.

Ruhlarımız cılız kalmış, onları canlandırabilecek kuvvetli imana ihtiyacımız vardır. Kalbimizi günah kirlerinden temizleyecek zikirlere açız. Akıllarımızdaki pasları iman hakikatleriyle silmemiz gerekmektedir. Adeta deli divane olmuşuz bu âlemde. Artık uyanmamız, kendimize gelmemiz gerekir. Duygularımızı doğru istikametler için seferber etmemize şiddetle ihtiyacımız bulunmaktadır.

Bize emanet verilen lâtifelerimizi nefis ve şeytanın tasallutundan kurtarmamız gerekmektedir. İşimiz çok ey insan kardeşler. Zamanımızı fani şeylerle geçirecek kadar uzun bir ömrümüz bulunmamaktadır. Rabb-i Rahimimiz, insan gibi yaşayan insanlar için hazırlamış olduğu ebedî saadeti bize bahş etmek istiyor.

Hazinelerle dolu ebedî saadet memleketi olan Cenneti kendisinden istememizi istiyor Hâlıkımız, Rabbimiz... Gaflet içinde olma zamanı değildir. Şeytanların oyuncağı, nefsin ise bineği olmamak için hakikî insan olmaya ihtiyacımız vardır. Zaman az, yapmamız gereken ise pek çoktur, bunu hiç unutmayalım. Ve geç olmadan hemen kendimize gelelim, kendimize dönelim...

13.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Risâle-i Nur ve Yeni Asya



Risâle-i Nur´un neşir tarihçesini bilenler, Nur talebelerinin Zülfikar, Uhuvvet ve İttihad gazetelerinden sonra, Nurun dâvâsını müdafaa için Yeni Asya'yı çıkardıklarını iyi bilirler. Risâle-i Nur ile Yeni Asya arasındaki ilgi ve münasebetin “nâşir-i efkâr” derecesi, Yeni Asya´yı dünyaya “Nurcuların gazetesi” olarak tanıtmıştır.

Risâle-i Nur'un okunmasının, neşredilmesinin ve kamusal alanda seslendirilmesinin yasaklardan dolayı çok müşkül olduğu devirlerde Bediüzzaman'ın dâvâsını, yani Kur´ân dâvâsını müdafaa etmenin zorluğu mâlûm. Düşmanlarının şiddetli hücumu ile dostlarının kendisini anlayamaması arasında kırk seneye yakındır istikbale yürüyen Yeni Asya'nın kaderi de çok gariptir. Al-i Beyt´in vazifesini yüklenmeye çalışanların kaderi hep garip gelmiştir burada. Al-i Beyt teşbihini tedai ettiren elbette ki bazı hususlar var. Gazetecilik tarihine baktığımızda, hemen hemen çoğu gazetelerin ya siyasetle, ya devlet idareleriyle veya haricî kuvvetlerle iç içe olduğunu görüyoruz. Bu geleneğin dışında, resmî ideolojiye muhalif ve yalnızca Risâle-i Nur'un Kur´ân'dan aldığı hakikatleri neşretme geleneğini başlatan Yeni Asya'nın düçâr olduğu zulümleri öğrenmek için de yakın tarihe müracaat gerekiyor.

Al-i Beyt'in insanlardan istiğna, idarecilerin yardımcılarından uzak ve sırf kendi imkânlarıyla yaşama düsturunu Yeni Asya prensip edinmiştir. Kırk seneye yakın neşir hayatında, onun devletten veya devletle içli-dışlılardan bir lira bile yardım aldığını kimse iddia edemiyor. Zira mecbur olduğu istiğna düsturu buna müsaade etmedi.

Yeni Asya Al-i Beyt imamlarına ittibaen zalim, fasık, münafık ve din düşmanı komitelere karşı daima dik durdu, zulüm ve nifaklarını suratlarına çarparak hakkı müdafaada hiç geri durmadı. Bu hususu merak edenler, onun ihtilâlcileri çılgına çeviren tarihî manşetlerini arşivlerde ve geçen 21 Şubat’ta verilen “Ses getiren manşetler” ilâvesinde bulabilirler.

Bediüzzaman Hazretlerinin Kur'ân'dan ve Resulullahtan aldığı cihanşümûl prensipleri neşreden Yeni Asya, hem dünya siyasîlerine ve hem de dahilî siyasetçilere istikamet verecek neşriyatı yaptığı halde, bizatihî siyasetin içine hiç girmedi. Başyazarlarına, kıymetli kadrolarına ve nâşirlerine defaatle siyasî partilerden mebusluk teklifleri gelmesine rağmen, onlar kabul etmediler. Zübeyir Gündüzalp'in; “Bir yerden bir yere Nurlarla alâkalı bir mektubu taşımayı milletvekilliğine tercih ederim” tarzındaki duruşu, Yeni Asya´nın vizyonu oldu.

Müslüman ulemanın tarihte ve bilhassa Osmanlının sonlarından itibaren en çok tenkit edildiği bir husus, ilmi vasıta-i cer, yani geçim ve dünyalık kazanma vasıtası yapma iddiası idi. Risâle-i Nur'un müellifi bu haksız tenkide hayatıyla cevap verdiği gibi, Al-i Beyt yolundaki Yeni Asya da, maddî menfaatlere hiç yönelmeden Üstadını takip etti. Tabiri caiz ise kut-u lâyemut yaşayarak geldi.

Yeni Asya ile Al-i Beyt arasındaki zihnî irtibatın bir sebebi de, onun Sünnet-i Seniyye ve şeair-i İslâmiyeyi ihya gayretidir. Dinsiz ve münafık cereyanların ittifakıyla İslâma hücûm eden bid'alara karşı onun korkusuzca duruşu ve Sünnet-i Seniyyeyi bin seneden bu yana İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milletinin hayatına taşıma ve onu bu milletin kültürü olarak dalgalandırma cehdi, Yeni Asya'yı Al-i Beyte yaklaştırıyor.

Ahirzaman fitnelerinin oluşturduğu kaoslarda içeriden ve dışarıdan gelen hücumlarla müteaddit defalar kapanan, binalarını kaybeden ve isim değiştirmek zorunda bırakılan Yeni Asya'nın Risâle-i Nur dünyasında bir âlem olmasını istemeyenlerin veya onun bayrağını kamusal hayattan kaldırmaya çalışanların, kendilerine göre bahaneleri olacaktır.

Yukarıda sıralamaya çalıştığımız düsturları esas alan bir gazetenin neden bazı dindarlarca tenkit edildiğini, dindar siyasetçilerin neden böyle bir çizgideki gazeteye uzak durduklarını siyasî tarafgirliklerle izah etmek yeterli değildir. Zira Yeni Asya, bugüne kadar siyasî bir çizgi için yayın yapmadı ki, siyasî tarafgirlikle suçlansın.

Bize göre sosyal hayatta çok önemli, genel ve hayatî bazı düsturları müdafaa ederken, Al-i Beyt gibi bir vahid-i kıyasîyi esas aldığından bu hücumlara hedef oluyor. Yani bu ölçülerden rahatı kaçan, ticareti azalan ve peşinden koşuşturduğu dünyayı yeterince yakalayamayanlar, Yeni Asya'nın hayata aktardığı ölçülerden rahatsız oluyorlar.

Ama hadiseler Yeni Asya’nın haklılığını her defasında tekrar tekrar tasdik ve teyid ediyor.

13.10.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın yaratması üzerine bir hikmet arayışı



Çaycuma’dan Halil Usluer: “Allah’ın bizi ve varlıkları yaratmasının hikmeti nedir?”

Allah-ü Zülcelâl hem Hâlık’tır, hem Hakîm’dir. Yani hem Yaratıcı’dır, hem yarattığı şeylerde hikmet ve fayda gözeticidir. Yaratmak O’na ait olduğu gibi, hikmet de, fayda gözetmek de O’na aittir. Esasen, O’nu yarattıklarının hikmeti hususunda sorgulamak haddimize düşmediği gibi, hikmetini bilmediğimiz yaratıkların hikmetsiz olduklarını da söyleyemeyiz. Çünkü hiçbir şeyin yaratılış hikmeti, aklımızla doğrulanmak zorunda değildir.

Bununla beraber, düşünce yapımıza ve inancımıza güç ve kuvvet kazandırmak için, Allah’ın varlıkları neden yarattığını araştırmakta, düşünmekte, sebep ve hikmetlerini bulmaya çalışmakta elbette bir sakınca olmadığı gibi, O’nu eserleriyle ve yarattıklarıyla tefekkür etmek aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in (asm) tavsiyesidir de.

Allah Yaratıcı’dır, her an aktiftir, her an tasarruf halindedir, her an sayısız-sınırsız derecede faaliyettedir, eylem halindedir, iştedir, 1 hiçbir an işsiz, boş ve pasif değildir, her an çalışkan, faal ve dinamiktir; hiçbir şekilde tembel, hareketsiz, durgun, durağan ve statik değildir. Allah dilediğini yapar. 2 Dilediği gibi yapar. 3 Dilediği gibi hükmeder. 4 Cenâb-ı Hak faaliyetleriyle ve eylemleriyle her şeyi ihata eder, hiçbir şey Kendisini hiçbir işten ve eylemden alıkoyamaz. İrade ettiği her şeyi bir emirle anında yapar, bütün varlıklar âlemi Allah’ın sınırsız faaliyetlerinin, sayısız tecellilerinin, hadsiz iş ve eylemlerinin şahididirler. Kâinatta gördüğümüz baş döndürücü faaliyetler, Cenâb-ı Faal-i Hakîm’in dilediği gibi sonsuz tasarruflarının her an devam ettiğini göstermektedirler.

Bütün kâinatta gördüğümüz “ihtimallerin”, bizi “zorunluluk” kavramına götürdüğünü; her şeyde şahit olduğumuz “yapılma” işinin bir “fiili ve eylemi” gösterdiğini; her şeyde görünen “yaratılma” hakikatinin, bir “Yaratıcı’yı” bildirdiğini; varlıklarda görülen “çokluk ve birden fazla unsurlardan meydana geliş” olayının da, birliğe ve tekliğe işâret ettiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bu “zorunluluk”, “fiil”, “yaratmak” ve “birlik” kavramlarının ve hakîkatlerinin açıklıkla, netlikle ve zarûretle “ihtimal içinde olmayan”, “yapılmış olmayan”, “çok olmayan”, “unsurların birleşmesiyle meydana gelmiş bulunmayan” ve “mahlûk ve yaratılmış olmayan”; bunlarla birlikte, “varlığı zorunlu olan”, “her dilediğini yapan”, “her şeyi yaratan”, “Bir ve Tek olan” Allah’a işâret ve şehâdet ettiğini kaydeder. 5

Saîd Nursî Hazretlerine göre kâinat “heme ost” değil, “heme ez ost” tur. Yani “O değil”, “O’ndan”dır. Vahdet’ül-vücut ve vahdet’üş-şuhut mesleklerinin, O’ndan başka hiçbir şeyin mevcut olmadığını iddia etmeleri hatadan, sehivden ve yanılmaktan ibarettir. Çünkü mevcudat evham ve hayal değil, Cenâb-ı Hakk’ın hakikî eserlerinden ve yaratıklarından ibarettir. Rahman, Rezzak, Vehhab, Hallâk, Fa’âl, Kerim, Rahîm gibi Allah’ın pek çok Güzel İsimlerinin tecellileri hayal ve gölge değil, hakikîdirler. Bu Güzel İsimlerin aynaları hükmünde olan varlıklar da hakikîdirler. Varlıklar her ne kadar Vâcib’ül-Vücud’un vücuduna nisbeten zayıf ve kararsız birer gölgeden ibâret kalsalar da hayal değil, vehim değil, Fa’âlün Limâ Yürîd olan Cenâb-ı Hakk’ın Hâlık ismiyle vücut verdiği ve o vücudu dilediği gibi devam ettirdiği hakîkî birer unsurdurlar. 6

Bedîüzzaman’a göre, “O her gün yeni bir iştedir” 7 âyeti, Allah’ın hadsiz bir faaliyet ve eylem içinde bulunduğunu, her an hadsiz bir tasarruf halinde olduğunu bildirmektedir. Bu sonsuz kâinat, böyle hadsiz faaliyetlerin, tasarrufların, tecellilerin ve İlâhî eylemlerin hadsiz şahitlerinden ibarettir. 8 Herkesin, Hâlık ismiyle Allah’ı bulması ve O’na yanaşması mümkündür. Öyle ki, önce kendi Hâlık’ı hususiyetiyle, sonra bütün insanların Hâlık’ı cihetiyle, sonra bütün hayat sahibi varlıkların Hâlık’ı ünvanıyla, sonra da bütün mevcudatın ve kâinatın Hâlık’ı ismiyle alâka kurularak Allah’a zihnen ve kalben ulaşmak mümkündür. 9 İnsanın şuur sahibi bir varlık olarak yaratılışının hikmeti ve gayesi, kâinat Hâlık’ını tanımak, O’na iman edip ibadet etmekten ibarettir. 10 Keza, her bir hayvanın, her bir kuşun, her bir canlının duyguları, kuvvetleri, cihazları, azaları ve âletleri birer manzum ve mevzun kelime ve birer muntazam ve mükemmel söz hükmündedir. Bu sözlerle ve bu kelimelerle her bir hayvan, her bir kuş ve her bir canlı Yaratıcı’larına, Hallâk’larına ve Rezzak’larına şükrederler, vahdaniyetine ve birliğine şehâdet getirirler. 11 Nitekim Kur’ân, göklerde ve yerde ne varsa ve kim varsa hepsinin, her şeyin ve her varlığın Allah’ı tesbih ve tazim ettiğini sıklıkla beyan eder. 12

Saîd Nursî Hazretlerine göre, bitkilerin tohumları ve çekirdekleri yalnız kendi Hâlık’larına el açan birer niyet, niyaz ve duâ kutucuğu hükmündedirler. 13 Bütün varlıklar kendilerinden çok kendi yaratıcılarını gösterirler. Kâinatta her şeyi kuşatan “yaratma” fiili, her şeyi ve her yeri Hâlık’ın vücuduna, Yaratıcı’nın varlığına ve Allah’ın birliğine apaçık işaretlerle zapt etmiştir. 14

Demek, varlıkların en temel var oluş hikmetleri, şuur sahiplerine Hâlık’larını göstermek, O’nun varlığını ve birliğini bildirmektir.

Dipnotlar:

1. Rahmân Sûresi, 55/29, 2. İbrahim Sûresi, 14/27, 3. Hûd Sûresi, 11/107; Burûc

Sûresi, 85/16, 4. Mâide Sûresi, 5/1, 5. Sözler, s. 619, 6. Mektûbât, s. 85, 7. Rahmân Sûresi, 55/29, 8. Mektûbât, s. 87, 9. Sözler, s. 182, 10. Şuâlar, s. 93, 11. Şuâlar, s. 108, 12. Saff Sûresi, 61/1; Cuma Sûresi, 62/1; Tegâbun Sûresi, 64/1; 13. Sözler, s. 325, 14 Sözler, s. 619

13.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şifa veren ancak Allah’tır



ALLAH'IN bin bir ismi vardır. Bunlar kâinatta ve ve kâinatın küçük bir modeli olan insanda tecelli ederler. Canlılar rızka muhtaç olduklarında Rezzak ismi, hastalandıklarında Şafi ismine mazhar olurlar.

Rızkı olduğu gibi şifayı veren de ancak Allah’tır. İş-veren de, doktor da, ilâçlar da birer vesile, birer se-beplerdir. Kul vesilelere sarılır; rızkı da, şifayı da Allah’tan ister. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) şifayla ilgili şu duâsında bunu açıkça görüyoruz. Buyuruyorlar ki: “Ey insanların Rabbi olan Allah’ım! Sıkıntıyı gider. Şifa veren ancak Sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ihsan et ki, hiçbir hastalık kalmasın.” 1

Suheyb’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de eski devirlerde yaşamış dinsiz bir hükümdar zamanında rahipten öğrendikleriyle insanları tedaviye çalışan, şifaya vesile olan delikanlı da şifanın Allah’tan olduğunu açıkça belirtir, kabul ettikleri takdirde körlerin gözlerini açar, tedavisi güç hastalıkları tedavi ederdi. Hükümdarın kâhini yaşlandığında ilmini öğretmek için birini istemiş, hükümdar da ona bu delikanlıyı göndermişti. Delikanlı bir taraftan kâhine gidiyor, diğer taraftan da yolu üzerinde olan bir rahibe uğru-yordu. Rahibin anlattıkları hoşuna gitmiş, hayran kalmıştı. Bir gün yolda giderken yolunun kimseye geçit vermeyen korkunç bir hayvan tarafından kesildiğini gördü. Kâhinin mi, rahibin mi doğru olduğunu tam anlama zamanı deyip ellerini kaldırıp Rabbine şöyle duâ etti: “Allah’ım, eğer rahibin yaptıklarını kâhinden daha çok seviyorsan, bu mahlûktan bizi kurtar ki insanlar yoldan rahatça geçip gidebilsinler.” Delikanlı yerden aldığı bir taşı mahlûka attığında ölmüş, insanlar rahatça yoldan geçip gitmeye başlamışlardı. Rahip durumdan haberdar olunca, “Yavrucuğum" dedi delikanlıya. Bugün sen beni geçtin. Şanın şerefin yükseldi. Ne var ki yakında bir bir belâya maruz kalacaksın. Sakın benim yerimi söyleme.” Delikanlı körlerin gözünü açıyor, alaca hastalığı, v.s. gibi çeşit çeşit tedavisi zor hastalıkları tedavi ediyordu. Gözü görmeyen hükümdarın yakınlarından biri de gitmiş, gözünü açtırmak istemiş, gözünü açtığı takdirde getirdiği değerli hediyeleri ona vereceğini vaad etmişti.

Ancak delikanlı, “Benim şifa verme gücüm yok. Şifayı ancak Allah verir. Allah’a iman edersen ben de Allah’a duâ ederim. O da sana şifa ihsan eder” dedi. Adam kabul etti. Duâ ettiğinde de gözleri açıldı.

Adam hükümdarın yanına gittiğinde hükümdar, “Gözünü kim açtı?” diye sordu. O da, “Rabbim açtı” deyince hükümdar çıkıştı: “Senin benden başka Rabbin mi var?” Adam, imanından aldığı güçle, her şeyi göze alıp, “Benim de, senin de Rabbim Allah’tır” cevabını verdi. Rablık dâvâsında bulunan hükümdar dayanamadı buna. Adama işkence edilmesini emretti. Sonunda da delikanlının yerini öğrendi. Hükümdar delikanlıya da işkence yaptırttı. O da rahibi söylemek zorunda kalmıştı. Hükümdar rahibi getirtti. Dininden dönmesi için zorladı. Fakat rahip kabul etmemiş, testere getirttirip başını ikiye böldürtmüş, rahip yine de dininden dönmemişti. Sonra da yakını olan ve gözü açılan adamı getirtmiş, onu da dininden dönmesi için zorlamış, kabul etmeyince de rahip gibi testereyle başını ikiye böldürtmüştü. Acaba tanrılık dâvâsında bulunan hükümdar delikanlıya nasıl davranacaktı? Onu öldürtebilecek miydi? Bunu da bir sonraki makalemizde görelim isteseniz.

1. Buharî, Merdâ: 20, Ebû Davud, tıp: 17-19, Tirmizî, Cenâiz: 4.

13.10.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bediüzzaman önce kendi nefsine hitap eder



Bediüzzaman, nefis terbiyesine, en etkili metottan başlar: Önce nefsini terbiye eder. Risâle-i Nur için, “Evvela tercümanını iknaa çalışır!” ifadelerini kullanır. Ve kendisi bir eserini yüzlerce kez okur. Prof. Dr. İbrahim Ebu Rabi’in de belirttiği gibi, “Bediüzzaman başkaları için değil, Risâle-i Nur’ları kendisi için yazdı!” der.

Dolayısıyla onun terbiye metodunun formulünün birinci maddesi kendi nefsine hitap ile nefsini ıslâh etmektir. Ona göre nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez. Öyle ise nefsimizden başlamalıyız. 1

Kendisi de öyle yapar. Risâle-i Nur’un birinci kitabı Sözler’e Birinci Söz’e, Bismillah diye başlarken, giriş kısmında dört kere nefsine hitap eder: Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin… Birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim “Sekiz Söz”ü, biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi, kısaca ve avâm lisânıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin…2

“Ey insan!” dediğim vakit, nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münâsebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyâr zâtlara, belki medâr-ı istifade olur. 3

“Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi dâvet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi arayıp buluyorlar.4

Nefsini tebrie etmediğini, onun her fenalığı istediğini, nefsiyle musalaha (anlaşma, sulh) yapmadığını söyleyen Bediüzzaman, Risâle-i Nur’da, yüzlerce yerde kendisine şöyle hitap eder:

Ey methe düşkün, hodbînlikte bîhemtâ sersem nefsim!

Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil “Beş İkaz”ı benden işit. Ey bedbaht nefsim! 5

Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

Ey nâdan nefsim, bil ki!

Ey bîçare nefsim!

Ey şikemperver nefsim!

Ey sabırsız nefsim!

Ey dünyaperest nefsim!

Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım!

Sen, ey mağrur nefsim!

Sen ey riyâkâr nefsim!

Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim! Ey tenbel nefsim!

Gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim!

Ey kör nefsim!

Ey ayıplı ve kusurlu nefsim!

Ey sû-i vesveseden meyus nefsim!

Ey feryat eden nefsim!

Ya Rab! Hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle!

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 243.; 2- Sözler, s. 11.; 3-Sözler, s. 14.; 4- Şuâlar, 405.; 5- Sözler, s. 243.

13.10.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Büyük Depresyon: 1929



Yakın zamanda Amerika Birleşik Devletlerinde uç veren ve hızla dünyanın başka ülkelerine de sirayet ederek piyasaları sarsmaya başlayan malî kriz, aynı zamanda benzer mahiyetteki "1929 buhranı"nı derhatır etti.

Çoğu yerde konuşuluyor ve misâl olarak zikrediliyor olmasına rağmen, bu hususta detaylı bilgi verilmiyor.

Dolayısıyla, bundan 80 yıl evvel yaşanan ve "Büyük Depresyon" diye isimlendirilen 1929 yılı buhranı hakkında bilgi sahibi olanların sayısı bir hayli düşük seviyede görünüyor.

Anlaşılıyor ki, ibret alınmadığı ve o zaman yaşanan sıkıntıların sebep ve mahiyeti büyük çapta unutulduğu için, tarih bir kez daha tekerrür ediyor.

Para kazanma hırsı endeksi,

zirvelerde görünüyordu

1920'li yıllarda İkinci Dünya Savaşının yaralarını sarmaya ve malî piyasalarını toparlamaya çalışan ilgili ülkeler, bir yandan da hızlı bir rekabetin içine girdiler: Büyük ve zengin ülke olma, diğerine üstünlük sağlama, süper devlet olma rekabeti...

Devlet politikalarını şekillendiren bu rekabet hırsı, haliyle o devletlerini vatandaşlarını da aynı yönde tahrik ve teşvik etmeye başladı.

İşte, bilhassa Amerika'da iş ve ticaret ehlinde başlayan ve tam bir çılgınlığa dönüşen "daha çok para kazanma" hırsı, tarımdan sanayiye, ticaretten finansal kuruluşlara kadar hemen bütün sektörlerin dengesini sağladı.

Daha çok, en çok para kazanma hesapları, en başta işçileri vurdu ve çalışma hayatı adeta felce uğrattı. Maliyetleri düşürmek için yapılan tenkisatlar yüzünden, işsizlik marazı çığ gibi büyüdü. İşsizlik oranı, bir ara yüzde 25'in üzerine çıktı.

Paraya, maddiyata taparcasına hayatını tanzim eden insan yığınlarının işsiz kalması, gelir adâletinin tepetaklak olması, sosyal hayatta ciddî depresyonlara yol açtı. İntihar, boşanma, soygun ve cinayet olaylarında büyük artışlar yaşandı.

Bütün bu olup bitenlerde, elbette ki aynen bugün olduğu gibi o zaman da spekülasyonların payı vardı.

Ancak, piyasaların yüzde otuzlar civarında daralmasına, işsizler ordusunun hızla büyümesine ve tarım sektöründe çalışanların takatsiz duruma düşmesine yol açan en tesirli faktör, daha çok servet sahibi olma ve daha çok para kazanma hırsının kabardıkça kabarması ve kànunî düzenlemelerle de bu hırsın sınır tanımaz bir aymazlıkla serbest ve başıboş şekilde bırakılması, hatta beslenmeye çalışmasıydı.

1929 buhranı, yaklaşık on yıl sürdü. Piyasalarda ve sosyal hayatta 1933'te başlayan iyileşme trendi, ancak 1939'larda vasat bir noktaya ulaşabildi.

Gariptir ki, tam bu noktada ikinci bir musibet, yani İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Malî krizin yaralarını henüz saran bu ülkeler, kendilerini bir anda dünya tarihinin en kanlı arenası içinde buldu. Bu sıcak savaş 1945'e kadar sürdü. Sömürge durumundaki İslâm toplulukları, ancak bu tarihten sonra hürriyetlerine kavuşabildi.

Tarihin yorumu 13 Ekim 1923

Ankara'nın başşehir ilân edilmesi

Ankara'nın hükümet merkezi, yani Türkiye'nin yeni başşehri olmasına, bundan 85 sene evvel bugün (13 Ekim 1923) karar verildi.

Cumhuriyet'in ilân edilmesine yaklaşık iki hafta kala toplanan Millet Meclisi, Türkiye'nin yeni başşehrinin neresi olacağını görüştü. Görüşmeler esnasında, Ankara'nın yanı sıra, Kayseri, Sivas ve Konya gibi Orta Anadolu şehirleri üzerinde de duruldu.

Zira, bu şehirler de hem güvenlik açısından, hem de tarihî ve kültürel misyonları itibariyle önemli birer merkez hükmündeydi.

Bilhassa Selçuklular döneminde devlet merkezi olma hüviyetini taşıyan bu şehirler, Anadolu'nun düşman işgalinden kurtarılması esnasında da son derece güvenilir ve mukavemetli birer merkez olma özelliğine sahip olmuşlardır.

Ne var ki, Meclis'teki mebusların çoğunluğu Ankara'yı tercih etti. Dolayısıyla, burası yeni Türkiye'nin resmî başşehri olmasına karar verildi.

Edirne düşünce...

İstanbul dışındaki bir merkezin başşehir yapılması hususu, tâ Meşrûtiyet günlerinde de tartışmaya açılmıştı. Özellikle de, Balkan Savaşının mağlûbiyetle neticelenmesi (1912) ve Edirne'nin de kaybedilmesinden sonra.

O tarihlerde Türkocağı kurucularından olan Ahmet Ferit, İstanbul'da çıkan İFHAM gazetesinde "Kostantiniye'den Osmaniye'ye" başlıklı bir yazı yazarak, bu meseleyi tartışmaya açtı. Onun teklif ettiği yer, Kayseri yakınlarındaki Osmaniye'dir. Çünkü, İstanbul artık ciddî bir tehlike altındadır.

Alman yanlısı bazı İttihatçıların tercihi ise, Konya, Sivas, Şam ve Halep gibi şehirlerdi.

Yine Kayser

Kayseri'nin yeni başşehir olması hususu, İstiklâl Harbinin en kritik aşamasında da gündeme getirilmişti.

Hatta, Yunan ordusunun Polatlı'ya kadar ilerlediği 1920 yılı sonlarında, Ankara'da bulunan bir kısım hükümet evrakı ve hatta bazı resmî birimler demiryoluyla Kayseri'ye taşınmıştı.

Ancak, 1921 yılı başlarında Yunan kuvvetlerinin peşpeşe almış olduğu mağlûbiyetlerden sonra geri adım atması üzerine, Ankara rahat bir nefes aldı ve Kayseri'ye gönderilen evraklar tekrar geri getirtildi.

13.10.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Üstad ‘Artık gel’ dedi ve beni kucakladı



Dünden devam

“MENDERES YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜLERİNE

SAHİP ÇIKTI…”

Daha sonra Demokrat Parti’den meseleyi tâkip eden 12 milletvekiliyle Menderes’i ziyarete gittiklerini ve bu işe büyük ehemmiyet verdiği için arkadaşlarının kendisini sözcü seçtiklerini belirten Emre, anlatırken bile hâlâ heyecan duyduğu Menderes’le görüşmelerini şu cümlelerle özetler:

“Menderes’e, ‘Biz size bu teklifi getirmiştik. Siz de okudunuz ve bazı ilâveler yapmıştınız. Ama Millî Eğitim Bakanlığında değiştirildi. Komisyonda DP’li milletvekilleri CHP ile ortak hareket ediyorlar’ dedim. Menderes, ‘Bu komisyona hükûmetin mümessili olarak kim gelmişti?’ diye sordu. Biz de, Bakanlık Müsteşarı Kemal Bey geldi’ dedik.

“Menderes hemen Millî Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı’yı aradı. Hiddetle, ‘Celâl, sen Kör Kemal’in mason olduğunu bilmiyor musun? Böyle mühim bir mevzuda neden komisyona kendiniz gitmiyorsunuz da Kör Kemal’i gönderiyorsunuz? Bu defaki oturumda sen gideceksin. Eski metne muhalefet eden Demokrat Partilileri tesbit edip derhal bana bildireceksin’ dedi.

“Menderes ayrıca tasarıya, ‘öğretim üyesi yetişinceye kadar medrese hocaları da Yüksek İslâm Enstitüleri’nde ders verebilirler’ maddesini kendi el yazısıyla ekledi.

“Bakan komisyona gelip, Menderes’in bu konudaki düşüncesi milletvekilleri arasında yayılınca Demokrat Parti’li milletvekilleri bu sefer muhalefetle birlikte hareket edemediler. Bizim teklifimiz aynen çıktı. Yüksek İslâm Enstitüsü olarak kabul edildi.

“Daha sonra ‘teşekkür’ için aynı arkadaşlarla beraber Menderes’e ziyarete gittik...”

Din eğitimi ve öğretimi için verilen mücadelenin bir örneği olan bu hâtıra, Bediüzzaman’ın merhum Adnan Menderes’e yazdığı mektuptaki, “Demokrat Parti’yi Kur’ân, vatan ve İslâmiyet nâmına muhâfazaya çalışıyorum” cümlesindeki mânânın değerini ortaya çıkarır. “Ezân-ı Muhammedî’nin ilânı”nın Demokratlara “mânevî kuvvet hükmüne geçtiği”ni belirten Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Anadolu’daki Müslümanları ve Nurun bütün talebelerini ona bir mânevî kuvvet ve duâcı yapması”nın anlamını açıklar.

“GIYASETTİN, BEDİÜZZAMAN’A SELÂM VE

TÂZİMATLARIMI İLET”

Bediüzzaman’ın Adnan Menderes’e müteaddit defa “İslâm kahramanı” diye buyurduğuna şâhid olduğunu anlatan Gıyasettin Emre, Üstad’ın, “Menderes bir din kahramanıdır. Dine büyük hizmetleri olmuştur ve olacaktır. Fakat Adnan Bey arzu ettiği hizmetinin semeresini göremeyecektir. Benim de dine hizmetim olmuştur; ketmetmeyeyim. Ama ben de hizmetimin semeresini Adnan Bey gibi göremeyeceğim. Her ikimizin de hizmetlerimizin semeresi, ileride görülecektir” dediğini nakleder. (a.g.e)

Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelmesine karşı Meclis’te bir konuşma yaparak Başvekil Menderes’i “irticaı hortlatmak ve Bediüzzaman’ı gezdirmek”le itham eden İsmet Paşa’ya karşı Menderes’in Meclis kürsüsünde verdiği cevabı defalarca Gıyasettin Emre’den dinlemişizdir.

Zira merhum Menderes’in İsmet Paşa’ya Meclis kürsüsünden söylediği, “Paşanın İslâma olan kan husûmetini anlayabilmiş değilim. Allah aşkına Paşa neden bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor; bir gün öleceğini bilmiyor mu? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i fâniden ne istiyor? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuş? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır, anlayamıyorum?” sözleri anlamlı ve ilginçtir; demokrasinin katledildiği her darbe ve ara rejim döneminde tekrarlanmıştır.

Bediüzzaman’ın Ankara’dan sonra Konya ve Anadolu’yu ziyaret isteğinden telâşa kapılan Halk Partililerin ortalığı ayağa kaldırması üzerine, Menderes, milletvekillerinden Gıyasettin Emre’yi Bediüzzaman’a gönderir. “Selâm ve tâzimatlarımı kendilerine arz et; bunlar hâdise çıkarmak peşindeler, bu hengâme bitsin, ortalık sükûnet bulsun, bizzat seyahatlerine devam etmesini ben sağlayacağım” ricâsını Emre aracılığıyla iletir.

Bu vazife ile Demokrat Parti milletvekili Dr. Tahsin Tola’nın Bahçelievler’deki evine giden Gıyasettin Emre’yi Bediüzzaman, “Gıyas!.. Gıyas!..” diye kucaklayarak karşılar. Önce, “Bak Gıyasettin sana söylüyorum. Halk Partililer beni kızdırmasınlar, yoksa Türkiye’yi başlarına yıkarım” diye haykırır. Gıyasettin Emre bu heybet ve celâdet karşısında bir şey diyemez. Bir süre sessiz kalan Bediüzzaman, ardından mülâyemetle, “O İslâm kahramanı için bu sefer gideceğim” diye konuşur. Emre artık rahatlamıştır. Hızla Başbakanlığa döner.

Makamında kendisini bekleyen Başvekil Menderes, bir saat sonra gelen Emre’ye heyecanla sorar; “Ne cevap verdiler?” diye. Emre, Bediüzzaman’ın selâmıyla birlikte cevabını aktarır. Menderes oldukça mahzun ve memnundur; “Gıyas!” der; “Bunları söylerken sanki kara, deniz ve hava kuvvetleri emrinde bir ordu kumandanının heybet ve azâmetiyle söylüyordu değil mi?” diye sorar. Emre’den “Evet Beyefendi” cevabını alınca, “İşte Gıyas, bu imânın kuvvetindedir” diye mânâ verir…

BİR YASSIADA MAZNUNU GIYASETTİN EMRE…

Bir Yassıada maznunu olan Gıyasettin Emre, her görüşmemizde Yassıada hâtıralarından da anlatırdı. Ancak Mahkeme Başkanı Salim Başol’un Menderes’i hesâba çekerek hakaret etme ve küçük düşürme plânını boşa çıkaran bu hâdise, tek başına Menderes’in ve Demokratların cesâret, dirâyet ve kahramanlığının bir başka destanıdır:

“Yassıada’da bizi birlikte mahkemeye götürüyorlardı. Menderes tek hücredeydi. Bizimle hiç konuşturmuyorlardı. Mahkeme salonunda ise kim yargılanıyorsa onu mikrofona çağırıyorlardı.

“Başol, Menderes’i muhatap almıyor, ismiyle çağırmıyor; ‘Menderes gelmeli!’ diye görevlilere tâlimat veriyordu. Dinleyici locasında 250 kişilik bindirilmiş kıt’anın yanı sıra, yerli ve yabancı gazeteciler ve ajansların muhabirleri vardı.

“Tuzak kurulmuş, dam serilmişti. Başol, ordu ile ilgili soruları soracak, Menderes’i kızdırıp galeyana getirecek; çoğu subaylardan oluşan ve her birine günlük 150 lira para verilen “paralı dinleyiciler” kendisini yuhalayacak; “Türk ordusu Menderes’i yuhaladı” uydurması şâyiası yaydırılacaktı…

“Bu maksatla Başol Menderes’i çağırdı; ‘Siz 10 senede 97 milyarlık yatırım yaptınız. Köylüsü, çiftçisi, esnafı, bakkalı, her kim elini cebine atsa binlik demetler çıkarıyordu. Oysa omuzlarında şeref yıldızı taşıyan bu şerefli subaylar ise ya bodrum katlarında ya da çatı altlarında barınmak zorunda kalmışlar. Eğer sizin ‘millet-millet’ dediğiniz o gürûha yapmış olduğunuz hizmetlerin yüzde birini bu şerefli insanlara yapmış olsaydınız, bugün bu akıbete uğramazdınız! Onlar gelsin şimdi sizi kurtarsınlar, bakalım nasıl kurtaracaklar?’ diye sordu.

“Makama hitap eden Menderes, iç ve dış basın mensuplarının ve rütbeli subayların önünde bu soru karşısında şu anlamlı cevabı verdi: ‘Muhterem Başkan, omuzlarında şeref yıldızı taşıyan bu şerefli insanların, kendi milletinin refah ve saadetini kıskanacaklarını tahmin etmemiştim. Hâlen de aynı kanaati muhâfaza etmekteyim. Şerefli Türk askeri kendi milletini kıskanmaz…’

“Bu cevap karşısında ‘yuhalama’ tâlimatını alan dinleyiciler yuhalayamadılar. Ortalığı bir sessizlik kapladı…”

YARIN MAHŞER GÜNÜNDE ELBETTE BANA

ŞEFAATÇI OLACAKTIR…

“Menderesi subaylara yuhalatamayan Başol oldukça rahatsız oldu. Kızgınlıkla bu kez, ‘Yalnız bunlar değil, Atatürk’ün ülke dışına attığı uyduruk Arap çöl kanunlarını memlekete tekrar getirip ihya etmek için 10 milyar para sarf ettiniz. Onlar gelsin seni kurtarsın, bakalım nasıl kurtaracaklar!’ diye yüklenmeye başladı.

“Başol, Menderes ve Demokrat Parti hükûmetlerinin dine ve mânevî değerlere yaptığı hizmetleri, Diyanet’i güçlendirmesini, imam hatip okulları, Yüksek İslâm Enstitüleri ve Kur’ân kurslarını açmasını kastediyordu.

“Mahkemede hep sükûnetle cevap veren Menderes, Başol’un Peygamberimizden ve Kur’ân’dan kasıtla sorduğu bu soru üzerine fevkalâde hiddetlendi, büyük bir kızgınlıkla ve yüksek sesle cevap verdi. Artık sanki kendisi hâkim, karşısındakiler mahkûmdu: ‘İnanmıyor musun Reis! İnşaallah söylediğiniz gibidir. Ancak ben din-i mübine, din-i mübinin kanunlarına ve Kur’ân’a hizmet etmiş isem, gelsin beni sizin zulmünüzden kurtarsın diye değil…

“Sonra şöyle devam etti: ‘Ama inanıyorum ki yarın ruz-û mahşerde (mahşer gününde) beni ve sizi dehşette bırakacak o büyük hesap gününde, o ‘çöl kanunu’ dediğiniz Kur’ân-ı Azimüşşân ve Resûl-ü Zişân elbette ki beni yalnız bırakmayacak, bana şefaatçi olacaktır...”

“Bunun üzerine salon âdeta şoka girdi; herkes lâl kesildi. Başol kurduğu tuzağa düşmüştü, Aslında hasta ve bitkin olan, odasının üzerinde sürekli beton delici aleti çalıştırılarak uykusuz bırakılıp işkence edilen Menderes’in verdiği cesurca cevaba karşı, Başol söyleyecek söz bulamamıştı…”

“ÜSTAD, ‘ARTIK GEL!’ DİYE

BENİ ÇAĞIRDI VE KUCAKLADI…”

önce Ankara’daki bir hastane odasında görüp, duygu dolu hasret gözyaşları içinde bize özel olarak anlattığı bir rüyâsını nakletmenin zamanı gelmiştir her halde:

“Tenteneli beyaz bir perde arkasında milyonlarca insan mahşer gibi kalabalık uğultu halinde konuşuyordu. Gittikçe çoğalan ve yeryüzünü dolduran nuranî cemaat Nur talebeleriydi. Birden bildiğimiz haliyle Bediüzzaman’ın sesi yükseldi. Yüksek bir yerden hitabede bulunuyor, Risâle-i Nur’dan ders okuyordu. Bu vaziyette Üstad’la bir an göz göze geldik. Tıpkı hayattaki buluşmalarımız gibi bana şefkatle baktı; “Gıyas, artık gel!” anlamında bir çağrıda bulundu ve kucakladı…

“Heyecanla uyandım; ama fevkalâde huzurlu ve sevinçli idim. Sanki hastalığımdan bir eser kalmamış, üzerimdeki ağırlıklar gitmiş, bir mâsum çocuk gibi hafiflemiştim...

“Oysa bu rüyâya kadar ölümden oldukça korkuyordum; bu rüyâyla artık ölümden korkmuyorum. Çünkü Üstad’ın bana şefkatli bakışından ve dâvetinden himmet edeceğini ve öbür dünyada elimden tutup bana sahip çıkacağına inanıyorum...

“Onun için o günden bu yana ölüm gelse de korkarak değil, artık memnuniyetle karşılayacağım. Zira inanıyorum ki Üstad, orada da bağrına basacak, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle Resûlullah’ın şefaatçi olması için nezdinde arzda bulunacaktır…”

Gıyasettin Emre, büyük bir hürmet ve muhabbet gösterdiği Üstadı Bediüzzaman’ın yanına gitti. “Aziz Başvekili” merhum Menderes’le dâvâ ve hapis arkadaşı Demokratların gittiği diyara göç eyledi. Hakkın rahmetine kavuştu…

Ruhlarına binler fâtihalar…

13.10.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Alkollü içkiyi savunmak ayıp değil mi?



Yaşadığımız ekonomik krizlerin temelinde ‘ahlâkî çöküntü’nün yattığını ekonomistler de ifade ediyor. Buna rağmen, ahlâkî çöküntüyü arttıran ‘alkollü içkiler’in teşvik edildiğini görmek insanı üzüyor.

Gerek Türkiye’yi idare edenler ve gerekse sivil toplum kuruluşları bir noktada karar vermeli: İnsanların aklını devre dışı bırakan, ‘deli’ gibi hareket etmesine yol açan alkollü içkileri teşvik etmek doğru mudur?

Her halde aklı iptal olmayan herkes, alkollü içkilerin zararlı olduğu noktasında ittifak halindedir. ‘Sarhoş’ların dahi, bu alışkanlıktan kurtulmak için ellerinden geleni yaptıklarına hepimiz şahidiz. Ne var ki çoğu, düştükleri bu ‘kuyu’dan kolay kurtulamıyorlar.

İşin aslı böyle olduğu halde, bazıları yanlışta ısrar etmeyi sürdürüyor. İşin üzücü yanı, insanlara iyiyi ve güzeli göstermesi gereken ‘medya’nın buna alet olması... Açıkça, hem alkollü içkilerin reklâmlarını yapıyorlar, hem de ‘haber’ desteği vererek bu hatalarını katmerli hata haline getiriyorlar.

Medyanın da alet olduğu bu hatayı ısrarla gündeme taşımamıza rağmen Türkiye’yi idare edenlerden hiç ses seda çıkmıyor. Sigaranın reklâmının yapılamadığı ülkemizde, hemen her gün ‘en çok satan gazeteler’de alkollü içki reklâmları devam ediyor. Güya, alkollü içkilerin ‘özendirici reklâmının yapılması’ yasak! Peki, uygulama nasıl? Maalesef parayı veren düdüğü çalıyor. Öyle ki, ‘balık mevsimi’nin açılmasını bile alkollü içki reklâmlarına alet edip, “Rakı-balık sezonunu açıyoruz” diye tam sayfa alkollü içki reklâmları yapıyorlar. (Bkz. Vatan g., 12 Ekim 2008)

Sadece reklâm yapmakla da kalmıyor, hazırladıkları ‘haber’lerle de bu alışkanlığı yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Neymiş, bir belediye sahil şeridindeki yürüme bandında “Umuma açık yerlerde içki içmek yasaktır!” şeklinde uyarı yazıları yazmış! Bu yazılara tepki gösteren ‘büyük gazete’ “Milleti uyarı manyağı yaptı” diyerek tepki göstermiş.

‘Şekil’ itibarıyla yapılan işte hata olabilir. Ama bir belediyenin, alkollü içki içilmemesi yönünde uyarı yapması en tabiî hakkı olsa gerek. Ne yani, ‘sabah akşam içki için, içki içmek çok faydalıdır’ mı deseydi?

Üstelik belediyenin de ifadesiyle, sahilde yürüyen vatandaşlar, açıkta ve pervasızca içki içenlerden rahatsız olduklarını daha önce beyan etmişler. Bu talep üzerine çare olarak uyarı yazıları yazılmış... Her ne kadar uyarı yazısı yazan belediye sınırlarında oturmuyorsak da, prensip olarak açıkta içki içen ve gelip geçenleri rahatsız edenlerden biz de rahatsız oluruz. Zaman zaman gittiğimiz pikniklerde maalesef böyle ‘tip’lerle biz de karşılaşıyoruz. Emin olun, alkollü içki içenler dahi, ‘ayık’ oldukları zaman açıkta içki içenlerden rahatsız olurlar. Hele hele yanlarında çoluk çocukları varsa. onlar da bu ‘sarhoş’lara ‘fırça’ atar.

Garip olan başka bir nokta da, haber duyulur duyulmaz ‘Büyükşehir Belediyesi işçileri’nin bu yazıları silmesi... Tekrar ifade edelim, bu uyarıda belki bir ‘şekil/üslûp/teknik hata’ vardır, ama prensip olarak alkollü içkilerin içilmemesi gerektiği noktasındaki ‘ikazı’ savunamamak en az alkollü içkileri savunmak kadar hatalıdır!

Garipliğe bakın ki, ‘kötülüklerin anası’nı savunmak moda olmuş. Belediye madem böyle ‘doğru’ bir adım atmış, kesinlikle geri adım atmamalıydı. Alkollü içkilerle mücadele etmek, o kötü alışkanlığa karşı çıkmak utanılacak bir şey değil. Asıl utanılması gereken şey, sarhoşluğu savunmak olmalı...

Türkiye’yi idare edenlere ve bu konuda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları ve tüketici derneklerine bir daha hatırlatalım: Lütfen alkollü içkilerin gazetelerde reklâm yapmalarına engel olun. Bu konuda hep beraber gayret gösterelim... Nedense, “duyarlı medya” da bu konuda sessiz...

13.10.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

‘Gazetemden vazgeçemem’



Zaman zaman yazılarını yayınladığımız, son olarak Ramazan sayfamızda eski Ramazan hatıralarını okuduğumuz Osman Zengin, geçen hafta “İnat ettim, 3 km. yürüdüm, gazetemi buldum” başlıklı bir yazı göndermiş. Muhteva itibarıyla bu köşeye daha uygun düşeceği mülâhazasıyla buraya

alıyoruz:

Aslında bu “inat” kelimesini pek sevmem. İnat etmeyi de sevmem. İnat, hayra ve hayırlı bir işe pek sebep olmaz çünkü. Ama bazan hayırlı işlerde kullanmak, istihdam ve kanalize etmek de mümkün bu hissi. Mü’min bir kardeşine küsmek, onu görünce inadın her türlü yolunu kullanmak yerine, meselâ sigara veya daha başka muzır birşeyi terk etme hususunda veya Üstadın dediği gibi hakta sebat maksadıyla inat etmek güzel birşeydir.

Gerçekten, ben bu gazete konusunda; daha doğrusu gazetem, Yeni Asya’m konusunda biraz inatçıyımdır. Neşir hayatına başladığı günlerden bu tarafa gazetesini aksatmadan alanlardanım Allah’a şükür. Hem ben, elden dağıtılma şeklinde hiç gazete almadım biliyor musunuz? Gazetemi hep bayiden almışımdır. Eğer bulunduğum beldedeki bana en yakın bayide gazetem yoksa, muhakkak onun getirilmesini sağlarım. Burada da tabiî, gazetemin reklamını yaptığımın farkındayım aynı zamanda. Hatta gazete bayilerinden dahi—eskiden müvezzi denirdi—Yeni Asya’yı tanımayanlar vardı. O vasıtayla onlar da tanıyordu. Bazı yerlerde de hiç unutmam, bayiler benim gazetemi şöyle bir okuyup, göz atıp öyle bana veriyorlardı. Ayrıca da bazan gazeteyi geç alıyor ve diğer gazetelerle birlikte askıya çıkarttırarak gelen-geçen tarafından okunmasını sağlıyordum. Çarpıcı manşet veya sürmanşetlerimiz çok kimsenin dikkatini çekiyordu.

Tabiî, son yıllarda bakkal ve marketler de gazete satmaya başlayınca, bu hususlar biraz değişti. Ve apartmanımızın kapıcıları sabah ekmeğiyle beraber gazetemi de erken saatte kapımıza bırakmaya başladılar. Yani, ekmek torbasının içinde bir gazete, bir de ekmek bulunuyor her sabah. Daha önce oturduğum sitenin Bulgaristan göçmeni olan bir kapıcısı vardı: Hüseyin Amca. Başörtüsü meselesinin hararetli olduğu zamanlarda o da marketten gazeteyi eve getirene kadar yolda okuyarak geliyordu. Bir gün “Breh, breh, bu senin gazeten de başörtüsünden başka birşey bilmez mi be? Hep başörtüsü, hep başörtüsü…” demişti de beni çok güldürmüştü. Ben de durumu izah etmiştim ona.

Dedim ya. Bu gazete benim için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Sabah ekmekle beraber gelen gazeteme, kahvaltıdan önce şöyle bir açar bakarım. Kahvaltıdan sonra da detaylı okurum. Yani anlayacağınız, ekmeği yemeden önce gazete okuyorum çoğu zaman. Bayiden alınca, çok nadir aksama oluyor. Elden dağıtımda ise ikide bir aksıyor ve gelmeyen gazeteyi edinmek için fazladan gayret sarf etmek gerekiyor. Bu yüzden, gazetesini elden dağıtımla alıp da bu çeşit aksaklıklardan şikâyet edenlere yakınlarındaki marketten almalarını, o zaman istisnaî haller dışında aksama olmayacağını söylüyorum.

Geçen Ramazan’ın son Pazar günü bu istisnalardan biri yaşanmış, bizim markete gazete gelmemişti. Yaklaşık 1 km. uzaktaki başka bir markete birkaç tane geldiğini biliyordum. Kalktım, oraya gittim. Aradım, bulamadım, marketin yetkilisini çağırtıp ona sordum. Birkaç tane geldiğini ve kalmadığını ifade etti. Ama ben öyle kolay pes etmeyecektim. O civarda gazete bulana kadar gezecektim. Sonra, aklıma o civarda oturan bir arkadaşıma sormak geldi. Telefon açarak sordum nereden gazete aldığını. Yaklaşık 500 metre ilerideki bir bayiden aldığını söyledi ve oraya gittim. Gerçekten de orada buldum Yeni Asya’yı. Yürüyerek, gidiş-geliş 3 km. yol kat etmiştim, inat etmiştim, ama gazetemi de bulmuştum Allah’a şükür.

Bazılarına belki basit birşey gibi gelebilir bu anlattıklarım. Ama benim için çok mühim şeyler bunlar. Abarttığımı sanmayın. Ne yapayım, benim de özelliğim bu işte. Her sabah gazetemi görmek, hayatımın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bundan da çok memnunum.

13.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Doğu-Batı arasında İstanbul



Şehirlerin de ruhu ve kimliği var. Coelho romanlarında kişisel menkîbeden bahsetmekte. Aslında kişilerin menkîbeleri olduğu gibi şehirlerin de nesillerin de menkîbeleri var. Aliya Sempozyumu’nda Şaban Ali Düzgün, Batılıların ‘her nesil kendi testinden geçer (kendi kaderini yaşar)’ dediklerini aktardı. Şehirler de kendi kaderlerini yaşarlar. İstanbul’un vasıflarını anlatan onlarca ismi var. Bunlardan birisi de ‘cami şehir’. Cami şehirden selatin camilerini kastettiğimizi sanmayın. O camilere havi olduğu gibi kendisi de cami bir şehirdir. Derleyen, toplayan, cem eden, ana gibi bağrına basan ve kaynaştıran bir şehir. Uçların arasını bulan bir şehir. O, bu anlamda yatay bir asırdır. Cami şehir demek; uçların arasındaki ortak şehir demektir. Doğu-Batı arasında merkezdir. Uçlar ancak onda biraraya gelebilir ve buluşur, kaynaşır. Onda uçlar ortadan kalkar ve itidal noktasını bulur. Aliya İzzetbegoviç’in ‘Doğu-Batı Arasındaki İslâm’ kitabı üzerinden bir uyarlama yapacak olursak; ‘Doğu ile Batı Arasında İstanbul’ diyebiliriz. Dara’nın memleketi İran rafizî veya mutezilî, Roma Katolik veya ikinci-üçüncü Roma Protestan, ama İstanbul hep Ortodoks ve hep Sünnî. Yazar Sadık Yalsızuçanlar irfanî ekolü temsil eden ve Ekberiyye’nin temsilcilerinden İsmail Hakkı Bursevi’den İstanbul’un manevî misyonu ve boyutuyla alâkalı bir tesbit aktardı: Cami şehir. Dolayısıyla İstanbul şehirlerin kutbu’l aktabıdır, İstanbul bir şahıs sureti kazansa, bir şahısta dirilse ve canlansa ve tecessüm etse o Zülkarneyn olarak veya İskender olarak anılırdı. Bunun için İstanbul şehirlerin anasıdır. Mekke ve Medine şehirlerin ruhu İstanbul ise kalbi ve kalpgâhıdır. Bundan dolayı olsa gerek bu şehrin ebedi hayranlarından Napolyon, ‘Dünya tek bir devlet olsaydı onun başkenti İstanbul olması lâzım gelirdi’ demiştir.

***

Bu ayıran değil buluşturan ve birleştiren şehir Aliya İzzetbegoviç Sempozyumu’na da evsahipliği yaptı. Aliya İzzetbegoviç, Doğu ile Batı arasında üçünçü bir tezi yani sentezi savunuyor. İstanbul ise Doğu ile Batı arasında üçüncü bir tezi yani sentezi temsil ediyor. İşte Aliya İzzetbegoviç’in terennüm ettiği senteze ve birliğe giden yol İstanbul’dur. İstanbul siyasetin ekvator çizgisidir. İslâm nasıl ifrat ile tefrit arasında veya menziller arasında üçüncü bir menzili yani vasatiyeti temsil ediyorsa İstanbul da coğrafya ve siyasî coğrafya olarak böyledir. Doğu’nun ve Batı’nın eridiği ve buharlaştığı ve anlamını kaybettiği günümüzde İstanbul’un anlamı ve silüeti yeniden diriliyor ve yükseliyor. Bunu anlamak için Nusret Özcan gibi İstanbul’u solumak gerekir. İstanbul İslâm’ın bahtı ve talihidir. Ramazan nasıl ayların camii ise İstanbul da medeniyetlerin bileşkesi, camii ve beşiğidir. Onda toplanır, onda dürülür.

***

Merhum İsmail Hakkı Bursevi irfanî bakışıyla isabet etmiş ve İstanbul’un manevî misyonunu keşfetmiştir. Burası Roma İmparatorluğuna evsahipliği yaptıktan sonra cihanın en güçlü İslâm devleti olan Osmanlı’ya da aynı şekilde payitahtlık yapmıştır. Roma burada Hıristiyanlaşmış ve Rusya gibi coğrafyalara ve dünyaya yayılmış ve dağılmıştır. Önce Hıristiyanlığın sonra da İslâm’ın yayılma ve neşriyat merkezidir. Sonra gelmiş yed-i beyzaı İslâm’a teslim olmuştur. İstanbul müheymin ve cami bir dinin cami bir şehridir. Bugünkü esareti itizal kutuplarının (ayrıştırıcı kenarlar) merkeze olan baskısından ileri geliyor. O baskı kalktığında ve inkitaya erdiğinde merkez gücünü tekrar toparlayacak ve ikilik ortadan kalkacaktır. İtizalî kutuplar eridiğinde İstanbul’un gücü yeniden ortaya çıkacak ve Ankara’ya verdiği ödünç rolünü geri alacaktır. Ne zaman İstanbul, Ankara’dan rolünü geri alırsa o zaman İstanbul perdelenmiş olan camiiyetine yeniden kavuşmuş olacaktır. Bu İstanbul’un küresel rolünü geri kazanması demektir. Dersaadet yani saadetin kimyası olan veya İmam Gazali’nin deyimiyle ‘kimya-yı saadet’ olan İstanbul, bir Üsküdar çocuğu olan Aliya’yı da bağrına basmıştır.

13.10.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır