"Gerçekten" haber verir 03 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Cevher İLHAN

Ekonomik tufandan siyasî tsunamiye



Bizzat politikacıların itirafıyla günübirlik basit siyasî çıkar hesaplarıyla boğuşan “maganda üslûplu” siyaset, karalama kampanyası içinde başı dönmüş; Türkiye’nin önündeki gerçek gündemi görmüyor, tartışmıyor…

Bu hayhuy ortasında milleti canından bezdiren ve uzmanlarca “Nuh’un tufanı”na benzetilen, hergün binlerin, onbinlerin eklendiği işsizlik ordusuyla sosyal hayatı sarsan ekonomik krizden kurtuluşun çâreleri ele alınmıyor.

Siyasî iktidar göz göre göre ekonomideki çıkmazı görmezden gelerek “savsaklama” ve “erteleme” taktiğini güdüyor; ciddî tedbir almıyor. Bu kırılgan ve öteleyen vaziyet mahallî seçimlere kadar devam edecek gibi gözüküyor. Ekonomistler, hâlâ doları tırmandıran ve yüksek carî açık içinde ekonomiyi ayakta tutan sıcak parayı kaçırtan yanlış politikaların krizi daha da derinleştirip azdırdığını belirtiyorlar.

Ve ne yazık ki fütursuz politik kavga içinde, ekonomik krizle birlikte gündemin baş konusu haline gelen ve ayyuka çıkan yolsuzluklara, ihâleye fesad karıştırma iddialarına kamuoyunu tatmin eden doğru dürüst bir açıklama getirilmemekte. “Dokunulmazlıklar”ın kaldırılması ve “yolsuzluk dosyaları”, iktidar ile anamuhalefet arasında karşılıklı oy devşirmeyi hedefleyen tahterevalli siyasetiyle sadece “politika malzemesi” olarak istimal ve istismar edilmekte. Karşılıklı “balonlar” patlatılmakta; çözüm önerileri, “politik polemiğin” gürültüsü arasında kaybolmakta.

Yolsuzluklarla mücadele, yoksulluğa çâre, ekonomik krize karşı tedbir paketlerini hazırlamak gibi iktidarın yapmakla ve muhalefetin hatırlatmakla yükümlü olduğu mesele, siyasî atışmaların arasında kaynayıp gitmekte…

FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİK

Oysa uzmanlar, konunun çok ciddî olduğunu ikaz ediyorlar. Bütün dünyada köklü tedbirlerle küresel ekonominin atlatılması çözümleri çoktan devreye sokulurken, Türkiye’de krizin dibe vurması bir yana, bugünkü durgunluğun fırtına öncesi “sessizlik” olduğunu haber veriyorlar.

Ne var ki Başbakan, meydanlarda ekonomik krizin Türkiye’yi “teğet geçtiğini”, anlatmayla meşgul. Eskinin “bir milyonu” ile şimdinin “100 kuruşu”nun aynı değerde olduğunu milletin gözünden kaçırırcasına “siyaset” yapıyor!

Dahası halka karşı muhalefete seslenip “Eğer işsizliğe çözümünüz ve çâreniz varsa açıklayın, yerine getiremezsem siyaseti bırakmaya hazırım” demesi de bir başka garâbeti ortaya çıkarıyor. Zira bu söz, Başbakan’ın “muhalefeti suçlayayım” derken işsizliğe çâresinin olmadığının açık bir itirafı oluyor.

Bu arada her ne kadar Başbakan tarafından seçim meydanlarında seçmene karşı “Hiçbir dayatmaya gelmeyiz, krediye ihtiyacımız yok” meydanı okunsa da, “Türkiye’nin ümüğünü sıkacağı” anlaşılan IMF ile anlaşmanın da kotarıldığı ve seçim sonrasına bırakıldığı, Erdoğan’ın ve ekonomiden sorumlu Bakanın “çelişkili ifâdeleri”nden anlaşılmakta.

Görünen o ki IMF bir tek Türkiye’nin silâh alımı ihâlelerine karışmamakta. Başta İsrail, ABD ve diğer bazı Batılı ülkelerle yaptığı silâh alımı ihâleleri ekonomiden etkilenmemekte. Yatırıma, üretime, istihdama karışan; işçilerin, memurların, emeklilerin maaşının kısılmasını şart koşan IMF’nin milyarlarca dolarlık silâh alımı harcamalarına karışmaması, bunun göstergesi…

ÇATIŞMA SİYASETİ

Diğer yandan Türkiye’nin hâlâ ağır faturasını ödediği, demokrasiyi rafa kaldıran, sürecin içindeki aktörlerin itirafıyla bir “postmodern darbe” ve “cunta hareketi” olduğu ikrar edilen 28 Şubat süreci tartışılmıyor. Büyük sermaye ve medyanın rant ve menfaat için uydurduğu “irtica kulp” reaksiyonuyla icâd edilen krizin “devlet bunalımı”na dönüştürdüğü konuşulmuyor.

28 Şubat’ın, “büyük sermaye”nin çıkar hesaplarıyla, Anadolu sermayesini ülke ekonomisinde pay almasını hazmedememesiyle, menfaat ilişkisi içindeki “tetikçiler”ce dayatıldığı bugün bâriz bir biçimde deşifre olmakta.

28 Şubat’ta kullanılan maşaların, psikolojik harekâttaki taşeronların, çetelerin çoğunun birer toplum mühendisliği tezgâhında işletilen tahriklerden ibaret olduğu görülmekte. “İrtica kampanyaları”nın baştan sona bir tertip olduğu on iki yıl sonra birer birer gün yüzüne çıkmakta. İç ve dış mihrakların fitneleri açığa çıkmakta; eğitilerek sahneye sürülen “28 Şubat’ın alkolik sahte şeyhi” Kalkancı’nın, garip ve anlamlı bir tevâfukla yine 28 Şubat’ta uyuşturucu hap üreten fabrikasıyla yakalanması, bunun açık bir misali olmakta.

“Demokrasiye balans ayarı” yapan ve “irtica tehdidi”yle özellikle dinî özgürlüklere yapılan dayatmalarla dolu 28 Şubat anaforunun ardından 2001 ekonomik krizi tufanının Türkiye’yi vurması bir tesâdüf olmadığı ortada. Bunun içindir ki bugün siyasetteki ayrıştırıcı ve çatıştırıcı kutuplaşma ve kavganın ekonomik krize sürükleyen süreçte olması da dikkat çekici.

Belli ki Türkiye’yi birleştiren, ortak değerler üzerinde bütünleştiren “binbir birlik ve bütünlük bağları”na mukabil tahriklerle siyasî farklılıklardan başlanıp “karşıt” ya da “yandaş” medyanın da kaşımasıyla, kitleler etnik, mezhebî, bölgesel ayrışmalar üzerinden siyasî kamplaşmanın içine itiliyor. “Tefrika”yı kışkırtan, “farklılıkları” öne çıkaran pervâsızlıkla değerler üzerindeki politikalarla “ecnebî politikası”na sürüklenmesi oyununa geliniyor…

Peki birkaç oy için değer mi?

03.03.2009

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

İdealist olmak lükstür bazen



2001 senesinin başlarıydı. Üniversiteden yeni mezun olmuş bir kısım arkadaşlarla birlikte bir müddettir iş aramaktaydık. Birçok yeni mezun gibi, idealimizdeki iş olsun istiyorduk. Ancak Şubat ayındaki büyük krizle birlikte hayatın en acı gerçeklerinden biri olan işsizlik gerçeğiyle karşılaşmıştık. İdealist olmanın lüks olduğunu biraz geç fark etmiştik.

İşsizliğin ne olduğunu o zamanlardan bilirim. Yani insanın kendisini suçlu gibi hissetmesini. Yani gözlerindeki ışığı yitirmesini. Yani bir işe yaramıyor olduğunu düşünmesini. Yani kendini değersiz hissetmenin dayanılmaz ağırlığını… Önceleri umursamaz gibi davranır insan. “Yenildik ama ezilmedik” havalarında. Neşeli gözükmeye çalışır. Nasılsa bir müddet sonra işler yoluna girer diye düşünür. Sonra gözlerdeki umut, yerini tedirginliğe bırakır yavaş yavaş. Her gördüğü insanın, iş durumunu sormasından sıkılır. İnsanların, hele tuzu kuru olanların akıl vermesini dinlemeye tahammülü kalmaz. Bir müddet sonra insanlarla karşılaşmamak için kimseyle görüşmemeye başlar. Çok zor ama bir o kadar da öğretici bir süreçtir işsizlik. Bu yazı, şu zor zamanda işsiz kalan insanlar için.

Bugünlerde ekonomik kriz gündemde yine. İdealist olmanın lüks olduğu zamanlar geri geldi. Birçok ortamda işsizlikten konu açılıyor. İşini kaybeden insanların hüzün dolu bakışları yansıyor haber bültenlerine. Hayat bir döngü gibi kendini tekrar edip duruyor. ‘Ben bunları daha önce de yaşamıştım’ diyorsunuz. Yaşı biraz daha ileri olanlar için kim bilir kaçıncı tekrar oluyor?

Başarının kutsandığı bir zamanda yaşıyoruz. Başarılı olduğumuz kadar değerli olduğumuza inandırılmışız ne yazık ki. Zeki olmak, başarılı olmak, vs. gibi zorunluluklar daha çocukluktan itibaren ağır bir yük olarak konmuş omuzumuza. Vasconcelos’un Şeker Portakalı adlı kitabının başına yazdığı, ‘Acıyla küçük yaşta tanışan bir çocuğun hikâyesi’ misâli, bizler de birçok zorunlulukla daha küçük yaşta tanışıyoruz. O yüzden başarısız olmak, işsiz kalmak bir suç gibi geliyor insana.

Oysa işsizlik de hayatın bir gerçeği. Siz elinizden geleni yapmışsınızdır. Ansızın bir kriz gelir, işler tersine döner. Birden tökezlersiniz, düşersiniz. Ne yapabilirsiniz ki? Ama bilinçaltınızdaki başarı sendromu, sizi suçlu gibi hissettirir. Bence hayattaki başarının yüzde otuzu çalışmayla ilgiliyse, yüzde yetmişi nasiptir. Elbette çalışmakla mükellefiz ama hayattaki parametrelerin ne kadarını biz belirleyebiliyoruz ki? Tedbir, takdire mani olamaz. Nasibiniz yoksa istediğiniz kadar çalışın... Neye yarar?

Dünyanın en zor işidir işsizlik. Zira hem bekleme hem de arama süreçlerini içerir. Aramalar ve beklemeler de her zaman sıkıcıdır. Ancak diğer taraftan da en önemli iş tecrübesidir. Çok şey öğretir insana. Bir şarkıda geçen, ‘Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir’ sözü gibi, işsizlik yaşamamış hayatlar da biraz eksiktir bana göre. Çünkü işsizlik olgunlaştırır insanı. Farklı bir bakış açısı kazandırır. Hayata yenik düşmek, uçurumun kenarında dolaşmak, yeri geldiğinde bir hiç olduğunu hissetmek, ayrı bir bilgelik katar insana. Bu bilgelik, bir ömür boyu aydınlatır insanın görüşünü. Bu bilgeliğe sahip olanlar, yeni mezun insanlara iş durumunu sormaz her gördüğünde. Bir şey sorulmadan akıl vermeye kalkışmaz işsiz kalanlara. İnsanları dinlemesini, üç kuruş paranın önemini, insanların umuduyla oynamanın nasıl bir kötülük olduğunu daha iyi bilir. Şükretmenin anlamını daha iyi idrak eder. İş hayatındaki hırsların, birilerini ezme pahasına yükselmeye çalışmaların, başkalarının mutsuzluğu üzerine mutluluk inşa etmelerin ne kadar anlamsız olduğunu çok iyi bilir. Bundan dolayıdır ki, dersini hızlı ve yoğun bir şekilde veren büyük bir üstattır işsizlik. Zaten musibet zamanlarının insana uzun gelmesinin sırrı da, verdiği önemli neticelerden ötürü değil midir?

Bu günler zor günleriniz. Belki bu tür teselliler de size boş geliyor. Biliyorum. Ama bu dünya imtihan dünyası. Allah daha büyük musibetler yaşatmasın. Neler geçmedi ki şu hayatta. Bu da geçer elbet. Büyük saadetler, büyük musibetlerin ardından gelir. Hiç olmayı başarabilenler ve bu sınavdan lâyıkıyla geçenler bir dahaki sınavlarla çok daha kolay yüzleşir. Unutmayalım ki altın çamura da düşse, değerinden bir şey kaybetmez. Ve bir kere düşmüşse insan bir daha düşmekten korkmaz.

En kısa zamanda işinize kavuşabilmeniz temennisiyle,

Ümit ışığınız hep parlasın,

Bahtınız açık olsun.

03.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Nasıl bir Anayasa istiyoruz?



Türkiye’nin ciddî bir anayasa problemi olduğu, son dönemlerde “yargı-siyaset-ordu” üçgeninde yaşanan büyük tartışmalarda kendini göstermişti. Anayasa Mahkemesi’nin 367, başörtüsü ve kapatma dâvâsıyla ilgili verdiği kararlar mevcut anayasayı hukuk devleti normları açısından tartışmaya açarken iktidarın “yeni anayasa” çalışmalarını başlatmasının da önünü açmıştı. Ne yazık ki iktidar, toplumun büyük bir çoğunluğunun desteğine rağmen çağdaş ve demokratik bir anayasa beklentisine bir türlü cevap veremedi. Yeni anayasa sözleri, şimdilerde bir seçim arefesinde olan Türkiye’de seçim malzemesi olmaktan öteye geçemese de, demokratlık imtihanında defalarca sınıfta kalanlar için bir önem ifade etmese de, “demokrat Türkiye” özlemi içinde olanları heyecanlandırmaktadır. Yüz elli yıllık bir tarihi arkaplana sahip olan bu heyecan, demokrat bir anayasaya sahip oluncaya kadar devam edecektir.

Türk modernleşmesinin de temel dinamiklerinden biri olarak tarihî bir derinliğe sahip olan anayasa geleneği bizde çoğu kez totaliter ve devletçi zihniyete kurban edilmiştir. Bugüne kadar hazırlanan anayasaların birey karşısında devletin ya da devletçi geleneğin yanında yer alması meselenin özünü teşkil etmektedir. Bu, mevcut anayasamızın da temel çıkmazlarından biridir. Bu bağlamda, modern toplumlara yakışan ve özgürlükçü demokrasinin ilkelerini benimseyen bir anayasanın nasıl hayata geçirileceği önem kazanmaktadır. Bu sebeple, anayasamızda var olan devletçi-statükocu yaklaşımların bireyin hak ve özgürlükleri lehine nasıl sonuçlandırılacağı, yeni anayasa çalışmalarında cevap bekleyen temel sorulardan biri olmalıdır.

Nasıl bir anayasa arzuluyoruz? Seçim sonrası yeni anayasa sözü verenler, bir kez olsun sözlerini tutabilme alicenaplığını gösterebileceklerse, bu arzunun muhtevasını da göz önünde bulundurmalıdırlar. Bir ülkenin çağdaş bir demokrasiye sahip olabilmesi için anayasal yönetim geleneğine uygun, insan haklarına saygılı, temel hak ve özgürlükleri koruma altına alan bir anayasaya sahip olması gerektiği herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu anayasa demokrat bir anayasadır ve özetle şu özellikleri içinde taşımalıdır:

1- Demokrat anayasa; otoriter yapıların, anayasayı temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı bir şekilde kendi anlayışlarına göre yorumlama ve uygulamasına imkân vermeyen anayasadır.

2- Açıktır ki bir ülkede “anayasa” adı verilen bir metnin bulunması o ülkede çağdaş bir demokrasinin ve anayasal yönetim geleneğinin hakim olduğu anlamına gelmemektedir. Demokrat anayasa, bu çelişkiyi ortadan kaldıran ve halkına güven veren anayasadır.

3- Demokrat anayasa; anayasa mahkemesi vb. yapıların, Batı’da olduğu gibi demokratik düzeni ve geleceğini güvence altına almak için sadece denetleyici bir “üst kurul” olarak çalışmasına imkân veren anayasadır.

4- Demokrat anayasa, bu tür yapıların içinde olanların keyfiliklerine, keyfi yorumlarına izin vermeyen, “cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermek” isteyenlerin önüne geçen, böylesine keyfiliklerin demokratik düzen aleyhine kullanılmasına izin tanımayan anayasadır.

5- Demokrat anayasa; darbe rejimlerini bizzat anayasa ile koruma altına alarak darbeyi ve darbecileri meşrulaştırmayan anayasadır.

6- Demokrat anayasa, toplum mühendislerinin toplumu dönüştürme ve yeni bir toplum inşa etme aracı olmayan, tabulara ve ideolojilere yaslanmayan, 28 Şubatlara izin vermeyen anayasadır.

7- Demokrat anayasa, inançları güvence altına alan, inananlara inançlarından ötürü tavır koymayan anayasadır. Kur’ân’ın asırlar öncesindeki “senin dinin sana, benim dinim bana” ilkesini yirmi birinci yüzyıla taşıyabilen anayasadır.

8- Bunlarla birlikte değerlendirildiğinde demokrat anayasa, Bediüzzaman’ın 1907’lerden biri ipuçlarını bize sunduğu anayasadır. Bu anayasa, hukuk önünde eşitlik ilkesini benimseyen, temel hak ve hürriyetleri garanti altına alan, hakikî adalete ve fazilete dayanan, vicdanı zedeleyen fıtrat dışı kanunlar düzeyinden ziyade gerçeklik düzeyine işaret eden bir anayasadır.

03.03.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Güven kaybı



Dünyanın bildiği bir gerçeği, yine dünyaca ünlü bir yatırımcı olan Mark Mobius dile getirmiş ya da tekrarlamış. Mobius’a göre en önemli konu ‘güven kaybı.’ Yaşanan krizi değerlendiren Mobius şöyle konuşmuş: “Türkiye’nin ihtiyatlı bir malî politika uygulaması durumunda IMF’ye ihtiyacı olmaz. Türkiye için şu an en büyük risk güvensizlik. Hükümetin politikalarının ve yasaların uygulanış biçiminin âdil olması önemli. Adil uygulama sadece yabancı değil yerli girişimci için de olmalı.”

Gelişmekte olan ülkelere yaptığı yatırımlarla tanınan ve Türkiye’de de 3.5 milyar doların üzerinde yatırımı bulunduğu ifade edilen Mobius, “Şu anda kötümserliğin en üst seviyesinde bulunuyoruz” demeyi de ihmal etmemiş. (Vatan, 2 Mart 2009)

Yıllardan beri tartışılan IMF-Türkiye ilişkileri konusunda da değerlendirme yapan Mobius, yine umumî kanaate uygun görüş beyan edip; hükümetin ihtiyatlı bir malî politika izlemesi ve yabancı yatırımcıları desteklemesi durumunda Türkiye’nin IMF ile yapılacak bir anlaşmaya ihtiyacı olmadığını dikkatlere sunmuş.

Hakikaten Türkiye’nin IMF ısrarını anlamak mümkün değil. Neredeyse bütün dünya IMF’den yakasını kurtarmanın peşindeyken ve büyük ölçüde de kurtarmışken, Türkiye’nin hâlâ IMF ile anlaşarak işleri halletmeye çalışması garip. Dünyadaki gelişmeler gösterdi ki, IMF’in ‘reçete’leri umumiyetle çare olmuyor. O halde yanlış ‘reçete’leri kullanmaya devam etmek niçin?

“Güven dengesi”ni önde tutan ünlü yatırımcı Mark Mobius, Türkiye’yi ‘idare edenler’e de bazı tavsiyelerde bulunmuş: 1- Hükümetin politikaları ve yasaların uygulanış biçimi adil olmalı. 2-Özelleştirmelere devam edilmeli. 3- İhtiyatlı malî politikalar sürmeli. 4- Yabancı yatırımcıların ilgisini canlı tutmak için çaba harcanmalı.

‘Adalet’in, mülkün temeli olduğunu bilen bir kültür için bu tavsiyeler her halde ‘yeni’ sayılmaz. Kanunların uygulanışında ‘adalet’li olmak gerektiği de her halde izah istemez. Aynı şekilde, özelleştirme de genel kabul gören bir uygulamaya dönüşmüş. O halde, devam eden sıkıntının kaynağı nerede? Her halde asıl problemin ‘güven kaybı’ olduğu anlaşılıyor.

Zaman zaman tekrarladığımız bir gerçeği, yeri geldiği için yeniden hatırlatalım: Ünlü Alman iş adamı Robert Bosch, ‘güven kaybı’yla ilgili olarak kelimesi kelimesine değilse de bilmânâ şöyle demiş: “İnsanların güvenini kaybetmektense, para (sermaye) kaybetmeyi tercih ederim.”

Bosch, muhtemelen bu prensibi ticarî hayatında esas aldığı için başarılı olmuş ve şirketinin bu günlere gelmesine vesile olmuş. Hükümetler de ‘güven kazanmayı’ birinci derecede ciddiye alıp ona göre adımlar atarsa muhtemelen krizden kurtulmamız daha kolay olacak.

‘Güven’i kaybedenlerin maddî ve manevî krizleri aşabilmesi mümkün değil. O halde atılacak olan yeni adımları, güven kazanma hedefiyle atalım...

03.03.2009

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Slovenya düşleri



Hayatımın her senesinde ziyaret edebilmeyi Allah’tan hep dilediğim ülke olan Slovenya’ ya doğru bir yolculuktayım yine. Daha önceki yazılarımdan birinde yine Slovenya’dan bahsetmiş, taşıdığı Osmanlı ve Balkanlı izlerini anlatmıştım. Bu ani ziyaretime doğru yola çıkarken uçakta “Artık görecek yeni birşey kalmadı belki de“ diye düşünüyordum kendi kendime. Ne de olsa topu topu 2 milyon nüfusu olan bir ülkeydi. Öte yandan, kendine has sıcaklığı, diğer Avrupa ülkelerinden hemen ayrılmasını ve fark edilebilir olmasını sağlayan mütevaziliği ve mülâyimliği, cennetten köşeler izliyormuşçasına hayran hayran baktığımız tabiî güzellikleriyle hemen kendini belli eden Slovenya, insanın yüz kere bile gelse görmekten bıkmayacağı ülkelerden biri olmuştu çoktan.

Ljubljana merkezine doğru yavaş yavaş ilerlerken, Slovenya’ya bir kış ayında ilk defa geldiğimi Julius Alplerinin zirvelerindeki kar manzarasını görünce anladım. Havanın çok da soğuk olmaması ve hatta Türkiye’de daha çok üşümüş olmak beni şaşırtmış olsa da, kış psikolojisiyle, sarılıp sarmalanmıştık kışlıklarımıza. Bizi şehre götüren arkadaş da benim görmediğim yer kalmadığını düşünüyordu. Ama şehrin en büyük mezarlıklarından biri olan mezarlığı görmediğimi anlayınca mezarlığın önünden geçen kısa bir yolculuk yapmaya karar verdik.

Mezarlığa dair aklımda kalan ilginç şeylerden biri, görkemli bir girişi olmasıydı. Gerçi ülkemizde de genelde mezarlık kapıları oldukça görkemli yapılır, ama burada etrafında ağaçların yükseldiği koskoca bir yürüyüş yolunun bitiminde mezarlık kapısı karşınıza çıkıyordu: Kos kocaman, işlemeli, adeta bir saray kapısı. Bir yandan da çiçek satmaya çalışan çiçekçi kadınlar. Dünyanın her yerinde insanlar hayatta olmayanlarına çiçek getirme âdetiyle yaşadıklarından dolayı, mezarlık yakınında bir çiçekçi açmanın oldukça mantıklı olduğu söylenebilir.

Nehir kıyısında bir bardak çay içip Ljubljana güneşiyle ısınmak adına insanların cıvıl cıvıl doluştuğu çay bahçelerinden birinde oturup, eski dostlarla geçmişe dair sohbet ederken, Slovenya’daki neredeyse bütün kalelerin ve yüksek mekânlardaki kiliselerin Türk akınından (Osmanlı) kaçmak için yapıldığını işittim bu sefer. Buna benzer bazı söylemler duymuştum, ama bu sefer daha emin birkaç yerden duyunca, doğruluğuna kanaat getirdim. Slovenya’nın sonuca ulaşamayan akınlara rağmen hâlâ Türk kültüründen etkilenmiş olması da oldukça şaşırtıcı bir durum. Ortak kelimelerimiz, ortak müziklerimiz ve ortak yemek kültürümüz her yerde karşımıza çıkarken, bu hızlı gelişen, küçük nüfuslu ve oldukça zeki Avrupa ülkesinin hoşgörüsüne bir kez daha bırakıyoruz kendimizi.

Bu sefer beni şaşırtan ufak şeyler var. Bunlardan biri şu meşhur fast food zincirlerinden birinde, insanların sipariş vermeden ya da hesap ödemeden sadece lavaboyu kullanmasını engellemek için bazı fikirler geliştirilmiş. Meselâ lavabonun kapısını açabilmek için gerekli olan şifreye birşeyler aldığınız zaman fişin sonunda ulaşabiliyorsunuz. Onun dışında restoran çalışanları yahut diğer müşterilerden bu konuda pek bir yardım alamıyorsunuz. Bu fikrin ülkemizde de uygulanması hem güvenlik sorunlarının azalmasına yardımcı olur, hem de nisbeten hijyen oranının artmasını sağlar diye düşünmekteyim.

Slovenya’nın İtalya’nın ve Avusturya’nın iki adım ötesinde olması, Akdenizliliği, Balkan ülkesi oluşu, AB’ye sonradan katılan ülkeler arasında en hızlı gelişen ekonomiye sahip olması, kayak turizmindeki önemli yeri ile Avrupa’nın gözde ülkelerinden biri arasına girmeye başladığı bir gerçek. Bu ülkeye yolumuzun tekrar düşmesi dilekleriyle bir Slovenya gezisine daha veda ediyoruz…

03.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

28 Şubat ve yargı



12 Eylül darbecilerinin yargılanması için iddianame hazırlayıp dâvâ açan Savcı Sacit Kayasu, bu girişimin bedelini meslekten ihraç edilerek, hattâ avukatlık yapmasına dahi izin verilmeyerek ödemek zorunda bırakılmıştı.

Daha sonra Kayasu, kendisine yapılan haksızlığı AİHM’e götürdü ve orada açtığı dâvâyı kazandı. Şimdi top Türkiye’de. Bakalım, Kayasu yine savcılığa dönüp, 12 Eylülcüler için başlattığı süreci kaldığı yerden devam ettirebilecek mi?

Gerçi aradan geçen zaman zarfında, 12 Eylül cuntasından, darbe öncesinin Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin’le Jandarma Komutanı Sedat Celasun vefat etti. Dolayısıyla, onlarla yapılacak hesaplaşma da mahşer gününe kaldı.

Ama burada asıl maksat, çok karmaşık bir iç ve dış ilişkiler ağında tezgâhlanan darbe operasyonunun fiilen icrasında görevlendirilen birkaç kişiyi yargılamanın ötesinde, bizatihî darbe zihniyetini tamamen etkisiz hale getirip, muhtemel yeni darbe teşebbüslerinin önünü kesmek.

Burada ilk akla gelen, Deniz Kuvvetleri eski Komutanlarından Özden Örnek’e ait darbe günlüklerinde bahsi geçen ve Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz gibi kod isimleriyle anılan girişimler.

Ergenekon sürecinin başından beri hep birlikte izlediğimiz gibi, devam eden operasyon, bir türlü, 2003-4 yıllarında gerçekleştirilmek istendiği belirtilen söz konusu girişimlere uzanamadı.

Oysa Örnek’e ait olduğu kesinleşen günlüklerde bu girişimler, bütün ayrıntılarıyla, isim, tarih ve yerler tek tek belirtilerek yer alıyordu.

Buna rağmen bu konuda herhangi bir operasyon ve soruşturma yapılamadı. Günlükler ve orada ismi geçen paşalarla ilgili bir işlem gündeme gelmedi, “Bunlar doğru mu?” suali sorulmadı, ifadeleri alınmadı, iddianame hazırlanmadı.

Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan bazı emekli orgeneraller hemen serbest bırakıldı; evvelce tutuklanmış olan ikisi önce GATA’ya sevk edilip ardından tahliye edildi.

Böylece, darbe girişimlerinin de hesabının sorulacağı yönündeki beklentiler iyice zayıfladı.

Hal böyle olunca, Kayasu’nun yarım kalan teşebbüsünün tamamlanma ihtimali de azalıyor.

(Kayasu’dan bahsederken, Şemdinli dâvâsının, üzerine hışım çeken meşhur ve mağdur savcısı Ferhat Sarıkaya’yı hatırlayalım. Ve artık kendisinden hiç haber alınamayan Sarıkaya’nın da Kayasu gibi AİHM’de hakkını arayıp aramadığını soralım. Bakalım, cevap alabilecek miyiz?)

Aslında, 12. yılını geride bıraktığımız 28 Şubat’ı sorgularken, o dönemde, sürecin dayatmalarıyla çelişen bir tavır ortaya koydukları için görevden alınan, sürgün edilen veya emekli olmaya zorlanan hakim ve savcılarla ilgili de geniş, etraflı bir dosya hazırlanmasına ihtiyaç var.

Genelkurmay eski Adlî Müşaviri, e. Tümg. Erdal Şenel son Ergenekon dalgasında gözaltına alındığında, vaktiyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığında patlak veren “köstebek” olayını takiben askerî mahkemede açılan dâvâda, tepeden gelen talimatlara rağmen hukuka ve vicdanlarına uygun karar verme eğilimindeki heyet üyelerinin ne gibi baskılara muhatap kılınıp bilâhare dağıtıldıkları bir miktar gündeme gelmişti.

Açılan dâvâlarda başörtüsü yasağının haksızlığına hükmeden idare mahkemesi üyelerine ve bu meyanda yasakçı bir üniversite rektörüne karşı dâvâ açan Başsavcı Reşat Petek’e ne gibi bedeller ödetildiği de bu dosya içinde yer almalı.

Tecrübeli hukuk ve siyaset adamlarırdan İhsan Tombuş’un Yeni Asya’da dile getirdiği “27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, Tek parti ve DP dönemini, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül ihtilâllerini yaşadım. 28 Şubat’ta hepsinden fazla hukukun hırpalandığını, hukuka tasallut ve saldırı vuku bulduğunu, hukukun çiğnendiğini, evrensel hukuka aykırı davranışlara girildiğini gördüm” tesbitini doğrulayan bu örnekler mutlaka derli toplu bir doküman halinde kamuoyuna sunulmalı.

Ve yargı, bu utanç yükünden artık kurtulmalı.

03.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sihirden korunmak için



Allah Resûlü’nün (asm) her konuda örnek olduğunu, sihre maruz kaldığını, bundan kurtulabilmek için Cebrail’in getirdiği sûreleri okuduğunu biliyoruz. Evet, sihri ve onun gibi daha nice derdi def edecek iki sûre Muavvizeteyn diye bilinen Felâk ve Nas Sûreleridir. Bu sûreleri okuyarak her türlü tehlikeden Allah’a sığınır, O'ndan yardım bekleriz.

Sihrin yedi büyük günahtan biri olduğu malûm. Böyle bir dert olmasaydı Cenâb-ı Hak onun şerrinden Kendisine sığınmamızı hiç ister miydi? İster sihir yapılmış, belirtileri görülmüş olsun, ister olmasın böylesi tehlikelere karşı Cenâb-ı Hakk’a her zaman sığınmalıdır.

Felak ve Nas Sûrelerinin meâllerine baktığımızda bu sığınmanın ne kadar yerinde olduğunu görüyoruz. Farkında olduğumuz veya olmadığımız nice tehlikelerden ancak O'nun yardımıyla korunabiliriz.

Felak Sûresinin meâli şöyle: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. De ki: Sığınırım sabahın Rabbine. Yarattığı şeylerin şerrinden. Karanlığı çöktüğünde gecenin şerrinden. Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden. Haset ettiğinde hasetçinin şerrinden.”

Nas Sûresinin meâli de şöyle: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. De ki: Sığınırım insanların Rabbine. İnsanların melikine. İnsanların ilâhına. İnsanların kalbine sinsice vesvese verenlerin şerrinden. Cinden ve insanlardan olan şeytanların şerrinden.”

Peygamberimiz (asm) yatmadan önce Muavvizeteyn’i ve İhlâs sûresini okur, ellerine üfleyip vücudundan ulaşabileceği yerlere sürerlerdi. Bunu üç defa tekrarladığını Hz. Ayşe’nin rivayet ettiği bir hadis-i şeriften öğreniyoruz.1

Başka bir hadis-i şerifte de İhlâs Sûresi ile birlikte bu iki sûrenin sabah ve akşam okunduğunda insanı her türlü kötülükten korumaya yeteceği2 bildirilmiştir. Her türlü kötülük içerisine şüphesiz sihir de girmektedir.

Her insan kendine maddeten koruma bulamaz, tutamaz. Ama her mü’min başına gelebilecek maddî ve manevî tehlikelere karşı manevî korumalar edinebilir.

Bunun için duâlarla Allah’tan yardım dilenir. Bu duâlardan biri de Âyete’l-Kursî’dir. Bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre bu faziletli âyet sabahleyin okunduğunda akşama kadar, yatarken okunduğu takdirde de sabaha kadar Allah’ın koruması altına girilmiş olur. Yatağa girerken Âyete’l-Kürsî’yi okuyan kimseye şeytan yaklaşamaz. Fatiha ve Âyete’l-Kürsî’nin okunduğu eve de hiçbir insan ve cinnin nazarı değmez. Daha başka korunma yolları da var. Bunun üzerinde de İn- şaallah bir sonraki yazımızda duralım.

Dipnotlar:

1. Buharî, Fedâilü’l-Kur’an: 14; Tıbb: 39; Daavat: 12; Müslim, selâm: 50. 2. Neseî, İstiâze: 1.

03.03.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sevmek fiili



Ankara’dan okuyucumuz: “Mü’minler arası uhuvvetin önemi nedir? Bazı sevgisizliklere ve titizliklere rastlıyoruz; hattâ bunların karşı tarafa hissettirildiğini görüyoruz. Oysa mü’minlerin birbirlerine kırıcı veya itici olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu hatırlatarak yumuşak davranması için uyardığımızda, Hazret-i Ömer’in ‘Herkesi sevmek zorunda değilim! Kalp herkesi sever mi?’ sözünün nakledildiğini ve sevgisizlikte haklılık arandığını görüyoruz. Bu konuyu işler misiniz?”

Hayatta en çetin şekliyle imtihan olduğumuzda hiç şüphe yok. Mü’minler arası sevgi, muhabbet, kardeşlik, husûmet, kin, nefret, adâvet... vs. duyguları sergilemekte ve ibrâz etmekte çok hassas ve büyük sorumluluklarımız var. Kur’ân’ın, “Mü’minler ancak kardeştirler; kardeşlerinizin arasını ıslâh ediniz!”1 emrinde, âdetâ mü’minler arası ıslâh edilmesi gereken bir şeylerin hep bulunduğunu da vurgulamış olmaktadır. Bu ıslâh edilesi duygular, hiç şüphesiz, yukarıda bir bölümünü saydığımız menfî duygular olsa gerektir.

Kur’ân kötü duygulara tamamen kapalıdır. Kötülük gördüğümüz birisine aynı oranda da olsa kötülükle cevap vermek istesek, Kur’ân’dan aslâ onay bulamayız. Davranışlarında tutarsızlık, çelişki, samimiyetsizlik, dengesizlik, ölçüsüzlük ve akılsızlık gördüğümüz bir mü’mini kınamamızı Kur’ân aslâ tasvip etmez. “İyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğe, iyiliğin en güzeliyle karşılık ver! Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir”2 âyeti bize hem iyilik, hem de kötülük karşısında âdetâ bir “iyilik meleği” olmamızı emreder. “Takvâ sahipleri öfkelerini yutanlar ve insanları bağışlayanlardır. Allah iyilik yapanları sever”3 âyeti de, insanları sevmesek de, öfkemizi yutarak hissettirmememizi ve mutlak sûrette bağışlamamızı teşrî kılar.

Hiç şüphesiz herkesi eşit oranda sevemeyiz. Hiç şüphesiz hiç kimse takvâda, hizmet anlayışında, kâbiliyette, görgüde, insanlıkta, incelikte, estetikte, nezâkette, saygıda, sevgide bir değildir. Her yiğidin bir farklı yanı vardır. Hiç kimse bizim pergelimiz ve gönyemizle ölçülüp yaratılmış da değildir. Herkesin birden fazla kusur ve hatâlarının bulunması muhtemel ve hattâ tabiatı gereği olduğu gibi; sevdiğimiz ve değer verdiğimiz insanlar da hatâsız değildirler, dahası bizler de hatâsız değilizdir. Herkesi elbette sevmek zorunda değiliz. Fakat, bir mü’min olarak, sevmediğimiz kimselere, sevmediğimizi hissettirme lüksüne de sahip değiliz. Söz gelişi selâmı sabahı kesmek, sırtımızı dönmek, alaycı ve hafife alıcı tavırlar sergilemek veya yüzümüzü ekşitmek Kur’ân’ın tasvip ettiği davranışlar değildir. Hiç şüphesiz kardeşlerimizin hatâlarını kendilerine yapıcı bir üslûpla söylemeliyiz. Ama kınayıcı ve aşağılayıcı tavırlardan şiddetle kaçınmalıyız. Uhuvvet Risâlesini sırf kendi nefsimizi muhatap alarak okumalıyız. İhlâsta ikinci düsturumuzun da, “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde fazîlet füruşluk nev'înden gıpta damarını tahrik etmemek”4 olduğunu unutmamalıyız.

Hazret-i Ömer (ra) günün birinde, “Ben falancayı sevmiyorum!” der demesine; ama daha sonra olanları kısaca arz edeyim: Bu söz adama ulaştırılır. Adam bu lâfı duyar duymaz soluğu Hazret-i Ömer’in (ra) huzurunda alır. Hazret-i Ömer’in (ra) dairesinde misafirleri bulunduğu halde içeriye dalar ve: “Ey Ömer! Ben İslâm Dîni aleyhinde herhangi bir harekette mi bulundum? Ben bir cinâyet mi işledim? Ben çirkin bir şey mi yaptım?” diye sorar. Her sorusuna Hazret-i Ömer “Hayır!” diye cevap verince, adam: “Sen bana buğz etmişsin! Oysa Cenâb-ı Hak, ‘Mü’minleri yapmadıkları bir şeyden ötürü incitenler, şüphesiz açık bir yalan ve günah işlemiş olurlar’5 buyurmaktadır. Günahsız olduğum halde beni incitmen revâ mıdır? Allah seni affeder mi?” der. Kur’ân’dan âyet okununca, Koca Ömer’in (ra), dizlerinin bağı çözülüverir. Yanındakilere: “Vallahi adam doğru söylüyor! Ne İslâmiyet aleyhinde bir harekette bulunmuş, ne cinâyet işlemiş, ne de bir çirkin şey yapmıştır!” der ve adamdan özür diler, affını ricâ eder. Adam affeder.6

Demek, bazen özür dilemek de bir fazîlet ve erdem olarak hayatımıza girmelidir.

Dipnotlar:

1- Hucûrât Sûresi, 49/10, 2- Fussilet Sûresi, 41/34

3- Âl-i İmrân Sûresi, 3/134, 4- Lem’alar, s. 164, 5- Ahzâb Sûresi, 33/58, 6- H. Sahabe, 2/635.

03.03.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yarma harekâtı



Beyaz İhtilâl diye isimlendirilen 14 Mayıs (1950) seçimleri, Demokrat Partinin açık galibiyeti, Halk Partisinin ise kesin mağlubiyetiyle neticelendi.

CHP'nin yüzde 39 oy oranına mukabil, yüzde 52'nin üzerinde oy alan DP tek başına iktidara geldi.

Bu tablo karşısında sukût–u hayale uğraşan "Millî Şef" İsmet Paşa, tam bir çaresizlik ve perişaniyet içinde bir sonraki seçim dönemini beklemeye koyuldu. Paşa, ümidini 1954 seçimlerine bağladı. Hem kendi partisini düştüğü vaziyetten kurtarmayı hayal ediyor, hem de Demokratlara giden oyların bu sefer ciddî şekilde bölüneceğini ümit ediyordu. Zira, Cumhuriyetçi Millet Partisine dönüşen MP'nin seçimlere çok iddialı şekilde hazırlandığını, bunun yanı sıra, Türkiye Köylü Partisi ile bağımsız adayların da seçimlere vargücüyle asıldıklarını görüyordu.

Ne var ki, İsmet Paşa bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacak ve ümit ettiğinden çok farklı bir tablo ile karşılaşacaktı: Demokratlar, 1954 seçimlerinde oylarını üç puan daha artırıp yüzde 57'ye çıkarken, Halk Partisi ise dört puan kaybederek yüzde 35'lere indi.

İkinci kez hezimete uğrayan İsmet Paşa, 1957 seçimleri için daha farklı bir dümeni çevirmeye yöneldi. Bu kez, Demokrat Partiyi kendi içerden bölüp parçalamayı tasarladı. Seçimler yaklaşırken, çok kuvvetli bir yarma harekâtı sonrası, DP'den kopartılan bir milletvekili grubu ile Hürriyet Partisi kuruldu.

Başkanlığını Lütfi Karaosmanoğlu'nun yaptığı bu partinin yönetim kadrosunda ayrıca şu isimler yer aldı: Turan Güneş, İbrahim Öktem, Cihat Baban, Fethi Çelikbaş (Burdur!), Ekrem Alican, Raif Aybar, Enver Güreli, Kasım Küfrevi, Hayri Üstündağ, Ziyat Ebüzziya.

Üye sayısı kısa sürede 28'e çıkan HP, Meclis'te grup kurdu ve üçüncü büyük parti konumuna yerleşti.

Hüsameddin Cindoruk ile—sonradan pişmanlık duyduğunu söyleyen—Şerif Mardin'in de fikrî ve siyasî yönden destek verdikleri HP, seçim tarihi yaklaştıkça Demokrat iktidarı yıpratma yönünde her türlü propagandaya tevessül etti. Daha çok kısa bir süre öncesine kadar aynı partiye mensup olan kimseler, ülkenin her yanına dağıttıkları afiş ve ilânlarda şu ifadeleri kullanıyorlardı: "Adı Demokrat, kendisi istibdat, korkusu hakikat!"

HP'nin seçim propagandasının arkasında CHP'nin kesin desteği vardı. Hatta, müzmin Halkçı olan Nadir Nadi'nin Yeni Gün isimli gazetesi, bu partinin adeta yayın organı haline getirildi. Ancak, bu partinin bizzat İsmet Paşa ve ekibi tarafından desteklendiği hususu bilâhare açık bir surette anlaşılır hale geldi.

Nitekim, 1957 seçimlerinde umduğunu bulamayan bu parti, kısa bir süre sonra (28 Kasım) sadece Burdur'dan kazanmış olduğu dört milletvekili ve bütün mal varlığıyla birlikte CHP'ye iltihak etti.

Muhterem Selahaddin Akyıl'ın anlattıklarına ve bizim de birçok kaynaktan teyidini aldığımız bilgilere göre, bu tarihte Isparta'da ikamet etmekte olan Bediüzzaman Hazretleri sandık başına gittiğinde oyunu açık bir surette kullanmış ve özellikle Hürriyet Partisi taraftarlarının kendisini istismar etme oyununu bozmuştur. Üstad Bediüzzaman, nakledilen bilgilere göre "Şayet reyimi alenen kullanmamış olsaydım, Hürriyetçiler bu meseleyi istismar cihetine gidebilirlerdi" demiştir.

Gariptir ki, Üstad'ın bu "alenen tercih" tavrını hoş karşılamayanlardan biri de Hüsrev Altınbaşak olmuştur. (Bkz: Son Şahitler–4, s. 199–200)

* * *

Bir yandan CK Millet Partisi, bir yandan da Hürriyet Partisinin şiddetli hücûm ve menfî propagandasına mâruz kalan DP'in oy oranı, 1957 seçimlerinde ilk kez olmak üzere yüzde 50'nin altına (% 48) inmiş oldu.

Ancak, vaktiyle İsmet Paşanın yürürlüğe koyduğu seçim sistemi gereği, milletvekillerinin yarıdan fazlasını, hatta üçte ikisi kadarını yine de DP almış oldu.

Her türlü hile ve desiseye rağmen demokratik yoldan Demokratları mağlup edemeyen İsmet Paşa ve partidaşları, son çare olarak ümitlerini darbecilere bağladılar.

27 Mayıs 1960'ta yapılan kanlı askerî darbeye sadece CHP'liler değil, Demokratlara muhalif olan bütün siyasî gruplar taraftar oldular ve bu zalimane müdahaleyi memnuniyetle karşıladılar.

* * *

HP hareketinde yer alan siyasetçiler, '60 darbesinden sonra "Demokratları bölmek için" bir kez daha sahneye çıktılar. Bu partinin popüler isimlerinden Ekrem Alican, 1961 seçimlerinde Yeni Türkiye Partisinin başına geçerek, kendisine biçilen o müzmin "şaşırtmaca rolünü" siyaset sahnesinde bir kez daha sergilemiş oldu.

Seçimde, Ekrem Alican'ın YTP'si ile Osman Bölükbaşı'nın CK Millet Partisi oyların yüzde 28'ini (14+14=28) alırken, DP'nin devamı olan AP ise yüzde 36 civarında kaldı. Onu sadece bir puanla (yüzde 37) geçen İnönü'nün CHP'si kendini seçimin galibi ilân etti ve ilk koalisyon hükümetinin başına geçti.

Türkiye, böylelikle koalisyonlar hükümetiyle de tanışmış oldu.

03.03.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Dönmek döngüsü



“Dönmek” dönüyor düşünce dünyamda; elektronun dönüşü, dünyanın dönüşü, güneş sisteminin, galaksilerin dönüşü… Günlerin, mevsimlerin, asırların dönüşü… Kalbin dönüşü, dervişin dönüşü, değişimin durmadan dönüşü…

Çekirdeğin ağaca, ağacın çekirdeğe… Başlangıcın sona, sonun başlangıca… Derdin devaya, devanın derde… Bilginin hikmete, hikmetin hakikate… Doğumun ömre, ömrün ölüme… Çocukluğun gençliğe, gençliğin ihtiyarlığa… Başarının başarısızlığa, başarısızlığın başarıya… Yamaçlardan zirveye, zirveden aşağılara… Sağlıktan hastalığa, hastalıktan sağlığa… Kalabalıklardan yalnızlığa, yalnızlıktan kalabalığa… Kederden sevince, sevinçten kedere… Durmadan dönen değişim döngüsü sabit olanı işaret ediyor; değişim… Dönmek gelişmeyse çaba bir anlam taşımıştır, değilse de düşmek de bir değişimdir; kalkmayı bilen düşmeler ise kalıcı yükselişlerin habercisi…

Düştüğü yerden kalkma dönüşümünü gerçekleştiren, yücelmeye yaklaşan değişime erişir… Armut piş ağzıma düş pişkinliğiyle değil, arama, sorma, sorgulama sonrasında gelir böylesi değişim, irade sarfından sonra gayretle elde edilir güzel eylem… Durmakla gelmez başarı, fikrin etrafında çalışmayla dönerek gelir…

Düşünce çekirdeğinin etrafında dönerek avlanır hakikat meyvesi… Alyuvarlar mikrobun etrafında döne döne etkisiz hale getirirler; olumsuz düşünceler de güzel dönüşümlerle atılır zihnin içinden… Yeni bir çekim alanı oluşturulur aklın orta yerinde; ümit üretmek, güven ekmek, eylem biçmek… Birbirini besler bu üç bileşik kab; biri dolunca diğerleri de dolar, azalınca da aynı şekilde… Ümit çekirdekse güven gövdesi, eylem meyvesi; gelişen dönüşüm… Kabuk kırılmadıkça meyveli ağaç nasıl olur?

Su, sudur; normalde sıvı, sıcakta buharlaşır, soğukta donar… Asıl olan asıldır, şekilsel dönüşüm; varlığın değişen elbiseleri… Özün etrafındaki değişim dönüşümleri; özü öz olarak tutmak içindir… Boşlukta tutunmak, varlıkta akmak içindir dönmek; atomlardan galaksilere aynı minval üzere döner… Düşüncelerin dönüşü duyguların akışı, iç âlemi diri tutmak için, dünü inkâr etmek değildir… Kışın kalın, yazın ince giymekle vücut korunur, yoksa hayat nasıl devam eder?

Ruhumuz sabit, vücut elbisesi devamlı değişiyor, kâinat akıyor… Karmaşanın altındaki sabit hakikati buluncaya dek, durmayacak değişim döngüsü… Dönmek geriye değil, dairesel ve ileriye…

Harfler döndü durdu, fakat hep ileriye gitti, sayfa doldu… Dönmekten duran bitiyor; bu sayfa gibi, ömür gibi… Hakikatin derinliğinde güzel eylemler devşirmeden ölmemek duâsıyla.

03.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır