"Gerçekten" haber verir 08 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Vehbi HORASANLI

Said Nursî helâllik istedi mi?



Kadir Mısırlıoğlu 10 Şubat akşamı bir televizyon programında Bediüzzaman ile ilgili doğruluğu şüpheli olan hatta iftiraya varacak derecede pek çok söz sarf etti.

Her şeyden önce tek kaynaktan edinilen bilgileri insanlara anlatırken dikkat etmek gerekir. Zira insanlar o andaki halet-i ruhiyesi ile konuşulan sözleri farklı bir şekilde anlamış ve ifade etmiş olabilir. Bu sebeple tarihe mal olmuş kişilerle ilgili değerlendirme yaparken çok dikkatli davranmak bir zorunluluktur. Aksi takdirde büyük bir vebal yüklenilmiş olur.

Doğruluğu şüpheli konulara gelince; ilki Bediüzzaman vefatından çok kısa bir süre önce Urfa’ya giderken Ankara’da Osmanlı Hanedanından bir yaşlı hanım ile görüşme yaptığı ve kendisinden helâllik istediği ifade ediliyor.

Her şeyden önce helâllik istemek kötü bir şey değildir. Lâkin bunu ifade ederken Bediüzzaman’a yakıştırılan “gençlik fırtınaları yüzünden II. Abdülhamid’e karşı çıkmakla hata ettim, bu yüzden torunu olan sizlerden helâllik istiyorum” ifadesi, çok düşündürücü ve yanlıştır.

Bu ifadeyi kullanan Kadir Mısırlıoğlu’nun Bediüzzaman’ı yeterince tanımadığı ve eserlerinden pek de istifade etmediği anlaşılıyor. Bir kere Bediüzzaman yanlış bir şey yapmamıştır ki bundan dolayı bir nev'î özür dileyip helâllik dilesin. Kaldı ki helâllik dilemek için kişinin şahsına müracaat etmek gerekir. Niçin torununa gidip helâllik istesin ki?

Bediüzzaman doğuyu aydınlatmak ve yüzyıllardır birikerek gelen problemlere çözüm bulmak için “Medresetüz Zehra” projesini hayata geçirmek üzere 20. Yüzyılın başında İstanbul’a geldi. Defalarca müracaat etmesine rağmen Padişah II. Abdülhamid tarafından kabul dahi edilmedi. Üstelik müracaatı görmezden gelinerek adeta “ihsan-ı şahane” adı altında kendisine bir nev'î rüşvet verilmek istendi. Bunu reddedince de önce hapse sonra da mecnun denilerek hastaneye gönderildi.

Fakat Bediüzzaman’ı hiçbir zorluk amacından yıldırmadı. O attığı her adımı bilerek atıyor Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu derin ilmi sayesinde kararlı ve istikrarlı bir şekilde hareket ediyordu. Nitekim Abdülhamid’e benimsetemediği projesini Sultan Reşat’a kabul ettirmiş hatta gerekli tahsisatı çıkararak Şark Üniversitesinin temelini atmaya da muvaffak olmuştu. Lâkin Dünya Savaşı çıkmış girişim akamete uğramıştı.

Savaştan sonra projesinin peşini bırakmayan Bediüzzaman bu sefer Ankara’ya gelmiş yeni hükümete bu projesini kabul ettirmiş hatta gerekli tahsisatı da çıkarmaya muvaffak olmuştu. Fakat o devir insanları Bediüzzaman’ı anlamak idrakinden yoksundu. Medreselerin kapatılmasını bahane ederek bu çok önemli projenin hayata geçmesini önlediler.

Şimdi kalkıp “Bediüzzaman helâllik diledi” demek ne anlama geliyor? Her şeyden önce bakalım Abdülhamid helâllik diledi mi? Veya Bediüzzaman hakkını helâl edecek mi? Zira hata eden başta padişah olmak üzere onun yardımcıları ve devleti yönetenlerdir.

Kadir Mısırlıoğlu’nun yanlışları bir tane değil ki. Yanlış yanlış üstüne geliyor. Abdülhamid’i yüceltmek uğruna yaptığı bütün hataları tevil etmeye çalışıyor. Bu da yetmiyormuş gibi “Bediüzzaman’ın Eski Said dönemi var bir de Yeni Said dönemi var” diyerek güya gaye ve amaçlarından vazgeçtiğini, fikir değiştirdiğini ifade ediyor. Bu ne cüret ve ne büyük bir yanılgıdır Ya Rabbim!

Kadir Mısırlıoğlu’na teklifim şudur: “Lütfen bu şekilde ipe sapa gelmez konuşmalar yapmak yerine açın o zatın kitaplarını okuyun, ondan sonra ne söyleyeceksen söyleyin.”

Bediüzzaman, gaye ve ideallerini sadece sözle ifade etmekle kalmamış bunları aynı zamanda yazılı eser haline getirmiştir. Eğer onu gerçekten tanımak istiyor isek en çok değer verdiği “Risâle-i Nur Külliyatını” bir zahmet okuyup anlamaya çalışmamız gerekir. Aksi takdirde söylediklerimiz birer safsata hatta bir iftiradan ibaret kalacaktır, vesselâm…

08.03.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hoşgeldin ya Resûlallah!



Hoşgeldin ya Resûlallah; aramıza, evimize, gönlümüze hoş geldin. Dünyamıza, çağımıza, bağımıza hoş geldin! Bir nur halesi gibi ezelden beri yürüyüp geldin; kâinatı şenlendirdin, varlıkları bereketlendirdin, kavimleri feyizlendirdin, ümmetini nurlandırdın, günahkârları umutlandırdın!

Çünkü sen kâinatın baş tacısın, mevcudatın sebebisin, insanların efendisisin!

Çünkü sen öyle bir nursun ki, kâinat kitabının kâtibinin kaleminin mürekkebisin. Sen âlemin hem çekirdeği, hem meyvesisin! Sen mevcudâtın ruhusun, kâinatın vicdanısın, dünyanın aklısın!

Biz sana gelemedik ya Resûlallah. Ama sen bize hep geldin. Hep geleceksin. Bize gelmekten hiç bıkmadın, bıkmayacaksın. Nitekim Kur’ân seni bize, “Sizden birisi… Size çok düşkün, çok şefkatli ve çok merhametli” diye tanıtıyor.

Ya Resûlallah! Ne esef vericidir ki, biz, sana düşkün olamadık! Biz, seni bilemedik! Biz, sana gelemedik!

Bizim yüzümüz yok sana gelmeye! Biz haddimizi çok aştık çünkü!

Biz kendi nefsimize düştük! Biz kendi kuyumuza düştük!

Bizim yüzümüz olmasa da, sen dünya dolusu rahmetle geldin!

Biz günahkâr olduk; sen müjdeyle geldin.

Biz isyankâr olduk; sen afla geldin.

Biz zulümkâr olduk; sen mürüvvetle geldin!

Bin dört yüz otuz yedi yıldan beri ufkumuz aydınlık bizim artık Elhamdülillah. Karanlık mecâzî oldu, aydınlık hakîkat artık. O gün bu gündür karanlık geçici, aydınlık ebedî; karanlık yüzeysel, aydınlık özde; karanlık hayâlî, aydınlık gerçek. Hakîkat güneşi bütün kâinâtın semâsında bu gün. Her taraf nurlu, her taraf aydınlık.

Ya Resulallah! Senin kutlu ismin ve getirdiğin nûr doğudan batıya her yere ulaştı, her yeri zaptetti bugün. Devir senin devrin, zaman senin zamanın. Çağa hâkim olan sensin. Dünyayı elinde tutan sensin. İnsanlığı ayakta tutan sensin.

Bu gece Senin (asm) doğumunun 1438. şerefli yılı. Senin (asm) aramıza, kalbimize, dünyamıza gelişini bir kez daha tebrik ediyoruz ya Resulallah. Sana (asm) ve Senin âl ve ashabına kâinâtın zerreleri sayısınca salât ve selâm olsun.

1438 sene önce bugün, kâinât ve kâinâtın her bir zerresi görülmemiş bir sevince gark oldu. Karanlıklar bir anda nûrla yırtıldı, doğudan batıya her yer nûrla doldu. Putlar devrildi. Bin yıldan beri yanan Mecûsî ateşi söndü. Kutsanan Save Gölü bir anda kurudu. İrân’da Kisrâ’nın sarayının on dört sütunu çatır çatır yıkıldı. Gökten bir yıldız doğdu ve yıldızlar salkım saçak yere doğru eğildiler.

O an, kâinâta şân ve şeref veren Kâinâtın Efendisi ve dünyanın ve âhiretin Güneşi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya teşrif buyurdu.

Bu gece Mevlid Kandili.

Bu gece, Peygamber Efendimiz’e (asm) bîatımızı yenilemeli, onu salât ve selâmlarla çok anmalıyız. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin” 1 âyeti gereğince Peygamber Efendimiz’in (asm) sünnetine göre yaşama azmimizi ve aşkımızı canlandırmalı, yaptığımız duâ ve zikirlerle, ömrümüzün son nefesine kadar yaşama niyetinde olduğumuz sünnet-i seniyye ile hem Allah’ın rızâsına, hem de Resûlullah’ın (asm) şefaatine mazhar olmaya çalışmalıyız.

Mevlid Kandilinizi tebrik ederim.

Dipnot:

1- Âl-i İmrân Sûresi: 31

08.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

O nur gelince



Taşlar onu tanıyıp selâm veriyor, ağaçlar sözünü anlayıp bir emriyle yerinden çıkıp karşısına geliyor, selâmlıyor, peygamberliğini tasdik ediyor. Hayvanlar onunla konuşuyor, Kelime-i Şehadet getiriyor. Ay onun bir işaretiyle ikiye bölünüyor, güneş “Dur!” dediğinde duruyor.

Kısaca her şey onu tanıyor, gelişini alkışlıyor.

Çünkü asırlardır beklenen son peygamber Hz. Muhammed (asm) geliyor. Herkes ve herşeyle ilgiliydi onun (asm) görevi. Kapkaranlık âlem bütün mahlûkat onunla aydınlanacak, anlam kazanacak; mânâsızlıktan, lüzumsuzluktan, başıboşluktan, serserilikten, yokluğa yuvarlanmaktan kurtulacak; değer kazanacak, Yaratıcının harika bir san'at eseri, görevli birer memuru olduklarını anlayacak; Allah’a kul ve asker olmanın hazzına erecekler ve kendilerini bu payeye yükselten o yüce peygamberi tasdik edecek ve alkışlayacaklardı.

Onun gelişi kâinatın yaratılmasına sebep olduğu gibi her şeyiyle bütün kâinat için rahmet olacak, varlıklar sevinç ve mutluluktan yerlerinde duramayacaklardı.

Ya yeryüzünün efendisi olan insan? Onun sevinç ve mutluluğuna had olmayacaktı. Onun sayesinde ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünyada niçin bulunduğunu kavrayacak kendisine insanlık payesini bahşeden, sayısız ikramlarda bulunan Rabbine sonsuz hamd ü senalar edecekti.

Değil mi ki o Peygamber Kur’ân’da belirtildiği gibi kendi içimizdendi. Bize çok düşkün, çok şefkatli, çok merhametliydi, sıkıntıya uğramamız ona çok ağır gelirdi.1

63 senelik ömründe hep bizim için, bizim dünya ve ahiret mutluluğumuz, acı, ıztırap ve sıkıntılara düşmememiz için didinmiş, çırpınmış, din ve dünyamıza hayat verecek hakikatlere dâvet etmişti.

Böyle bir dâvetçiye kulak verilmez miydi? Rabbimiz de bizden ona icabet edip gerçek hayatı bulmamızı istiyordu.2

Allah rızasının en güzel örneğiydi o. Kur’ân, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı ümit edenler için onu en güzel bir örnek olarak gösteriyordu.3

Böylesine bir peygamber sevilir, örnek alınır, yolundan gidilir, her hususta baştacı edilirdi elbet. 12 Rebiülevvel’e tekrar geldik. Onun doğum günü olan Mevlid Kandilinizi tebrik ediyor; şahsımıza, ailemize, milletimize, âlem-i İslâma ve insanlığa barış, huzur ve mutluluklar getirmesini Cenâb-ı Haktan niyaz ediyorum.

Dipnotlar:

1- Tevbe Sûresi: 128.

2- Enfal Sûresi: 24.

3- Ahzab Sûresi: 21.

08.03.2009

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkatli Elçi (asm)



Güneşimiz uçsuz bucaksız uzayda maddî âlemimizin merkezi konumunda. Bu Kâinatın Sahibi onun etrafa yaydığı nuru bütün hayat sahipleri için vazgeçilmez bir unsur olarak tayin etmiş.

Bu hakikat, güneşin dürülüp kaldırılacağı Kıyamet Gününe kadar da değişmeyecek.  

Güneşi çıplak gözle görebilmemiz mümkün değil. Onun etrafa yaydığı ısı ve ışık, varlığının en büyük delili.

Aynen öyle de Peygamber Efendimiz (asm), Sultanından getirdiği mesajlarla maddî ve manevî hayatımızın merkezi ve nuru hükmünde.

Evet, eşsiz elçinin (asm), Sultanından getirdiği mesajlar hayatımızı ısıtan, bizlere yol gösteren, bilinmezlerle dolu kâinat denizinde bize varlığın sırrını anlatıp açan düsturlar ihtiva ediyor.

Bir an onun getirdiği nurun olmadığını düşünelim. Pusulasını yitiren gemiler misâli, hayat denizinde hâdisât dalgaları bizi oradan oraya amaçsız nasıl da savurur, değil mi?

Sünnet-i Seniyeye tembellik ve gaflet yüzünden uyamadığımız zamanlarda bu savrulma, hatta dibe vurma hâlini yaşamıyor muyuz? Ama o (asm), Merhametlilerin En Merhametlisi olan Sultanın öylesine şefkatli bir elçisi ki, böyle zamanlarımızda da ne yapmamız gerektiğini, âdeta can simitleri ya da oksijen maskesi hükmünde olan hükümlerle bize anlatıyor. O hükümleri öğrenip, can havliyle uyguladığımızda rahatlıyor, derin bir nefes alıyor ruhumuz.

Kâinat sarayının mimarı ve her an gözeticisi olan Zâtın geniş yetkilerle donattığı, en sevdiği, en sevgili, en son elçisi (asm) bize her yönüyle önce Saray Sahibini tanıtıyor ve sevdiriyor. Elinde kırk yönüyle olağanüstü mesajlarla donanmış bir fermanla, Sultanının nihayetsiz hâkimiyetini, rahmetini, adaletini, hikmetini, fânî bu dünyaya bedel, ebedî âlemlerini anlatıyor, anlatıyor… 

Sultanımızı, elçisinin (asm) ağzıyla dinleyip de sevmemek mümkün mü?

Binler salât ve selâm sana Ey Rabbimizin en son elçisi!

İsyan-ı nisvan

Kadınların isyanı.

Şimdilerde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla gösterime giren bir filmin adı olan bu başlık, aslında feminizm kavramını da çok özetlemekte.

Batı dünyasında Sanayi Devriminden sonra fabrikalarda erkeklerle birlikte çalışan kadınlar aynı işi yapmalarına rağmen daha az ücret almaktaydılar. O dönem “Eşit işe, eşit ücret” sloganını benimsedi feministler. Ardından “Bedenim benimdir” sloganlarıyla cinsel özgürlük, doğum kontrol yöntemleri ve kürtajın serbest bırakılması noktasındaki çalışmalarıyla gündeme oturdular. Şimdilerde ise ortaya çıkan kara tablodan memnun kalmamış olunacak ki, ev kadınlığı ve annelik kimliğini yeniden sorgulamaya başlamış durumdalar.

Vahşi kapitalizm ve kadın

Daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz Alman Televizyoncu ve yazar Eva Herman, feminizmi kıyasıya eleştirenlerden bir tanesi…

Vahşi kapitalizmin kadını kullandığını ifade eden Herman, kadının annelik kimliğine sık sık vurgu yapmakta. “Çocuk yuvaları çocuklarını başlarından savmak isteyen ailelere hizmet ediyor” diyen Herman, çocuk yuvalarının gereksiz kurumlar olduğunu düşünüyor. Alman işletmelerin annelerin ilk 3-4 yıllarını bebekleriyle geçirmelerini sağladıklarını, hatta evden çalışabilmeleri için çeşitli imkânlar verdiklerini söyleyen Herman, “Bir anne öğretmendir, doktordur, teselli edicidir, nasihatçidir, danışmandır ve menajerdir. Bütün bu özellikler bir işletmenin çok işine yarar. Bunları bilen işletmeler kadınları kullandılar” diyor. Kadınların farklı donanıma sahip olduklarını ve erkek egemen bir dünyayla baş edemediklerini belirten Herman, “Toplumun korunması çok mühimdir. Feminizm ve kadın özgürlüğü hareketleri buna engel oluyor” diyerek ev kadınlarına devletin belirli bir ücret vermesi gerektiğini de savunuyor.

Fıtrat, fıtrî olmayanı reddediyor. Kadın fıtratı da öyle. Feminizmin şimdilerde yine Batılı mütefekkir kadınlarca eleştirilmesi bunun bir delili.

Evet, şefkat kahramanı olan kadınların annelik özelliğinden kaynaklanan menfaat beklemeyen şefkate bütün insanlığın ihtiyacı var. Hele de bu şefkat ihlâsla, Yaratıcının rızası ve Sünnet-i Seniyye dairesinde kullanılırsa, kadınları kim tutar?

08.03.2009

E-Posta: [email protected]




Atike ÖZER

‘Kadın dırdırı’ dedikleri bu olsa gerek



Özel gün kutlamaları ile daraltılan anlamlara karşı oldum hep. Bir çay kadar ahenkli ve hızlı akan zamanın fark edilmesine engel olduğu için. Özel günler; hayatımızı kısıtlamak ve indirgemek için, değerli olan şeylerin anlamını bir günle sınırlayarak, sıkıştırarak müfredata itiş kakış sokulmuş amaçlı tasarımlardır.

Kadınlar Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü, Anneler Günü ve diğerleri...

Bu faaliyetler; sene sonu müsameresi yapmak için özel yetiştirilmiş, emre itaat etmeye mecbur, okuma bayramı yapan birinci sınıf çocuklarının heyecanı ve ilk defa millî oluyorum coşkusu içerisinde sıradaki kutlamayı bekleyen sınırlanmış hayatı yaşayanlar dizisi.

Sahne açılıyor Babalar Günü... Oyun bitiyor. Perde kapanıyor. İkinci perde de, Anneler Günü... Üçüncü perde Kadınlar Günü. Alkışlar... Hediyeler... Kutluyor, kutluyor, kutluyoruz....

Kadın olduğum için değil insan olduğum için kutlanmak istiyorum.

Artık nesli tükenmekte olduğundan ‘insan-ı kâmil’ varlıklar bulmak kolay olmuyor. Bu arama ve kurtarma çabaları içindeyken insanlık; dünya kendi yörüngesinden dönmekten vazgeçmeden, nefretini, kinini kusmadan önce bir tedbir alınıp acaba yeni bir gün ilâve edilebilir mi bu özel günler silsilesine?

Varlığı ve devamı sadece insan-ı kâmilin yaşamasıyla dönmeye devam edecek olan dünyamızın durmasını engellemek için “İnsanlar Günü” kutlaması ne zaman başlatılacak diye bakınmaktayım...

‘Kadın dırdırı’ deyip de okumayanlar olduysa yazıyı, kayıp saymam kendime... Bazen ‘kadın dırdırı’ dinlemek de iyi gelir insanlara...

Zira hemşehrim Hoca da günün birinde baş edemeyince hanımıyla “kadın dırdırı” deyip durumu kurtarmaya çalışmış...

Hoca bir gece hanımına: Yahu hatun, demiş. Şu bizim komşu, çarıkcı, Mehmed Ağanın adı neydi?

Hanımı: Aman Hoca demiş, kendi ağzınla Mehmed Ağa diyorsun ya!

Hoca: Yok canım, şaşırdım bir an. Ne iş tuttuğunu soracaktım demiş.

Hanımı bir defa daha şaşırmış: Hoca, demiş. Garipleştin gene, çarıkcı demedin mi?

Bu kez Hoca: Of be demiş. Nerede oturduğunu soracaktım!

Hanımı: Vallahi Hoca demiş, sen adamı deli edersin. Komşumuz demedin mi kendin?

Hoca: Of, of demiş. ‘Kadın dırdırı’ dedikleri bu olsa gerek.

08.03.2009

E-Posta:




Hüseyin GÜLTEKİN

Aldatıcı reklâmlar ve propagandalar



Bir seçim münasebetiyle siyasîler yine meydanda... Veya radyo, televizyon kanallarında... Birbirini suçlamalar, enteresan isnatlar ve iddiâlar... Vatandaşa yönelik çekici, cezbedici sözler, vaadler...

Bir dönem belediye başkanlığı yapmış, şimdi milletten tekrar oy isteyen şu belediye başkanının söylediklerine bakın: “Belediye başkanı olduğum bu dönemde şu kadar kilometre yol asfaltlaması yaptım. İki alt, iki de üst geçit yaparak şehrimizin trafiğini rahatlattım... Vatandaşlarımızın rahat seyahat edebilmeleri için 15 adet yeni otobüs aldım... Şehrimizin çeşitli semtlerinde şu kadar çocuk parkı yaptım.. vs...”

Bir başka siyasî yetkili de: “İktidarımız döneminde şu kadar kilometre duble yol; şu kadar hastane, okul, üniversite yaptık... İşsizliği önlemeye yönelik ciddî tedbirler aldık... Enflasyonla mücadelemize devam ediyoruz... Şu kadar fakir vatandaşa şu kadar maddî yardımlarda bulunduk... vs.”

Söylenenlerin doğruluğu bir tarafa, zaten yapmakla mükellef oldukları, yapmak zorunda oldukları bu işleri, bu siyasî zevat ne diye söyler anlamak mümkün değil. Bu beyefendiler, yapmakla övündükleri, yaptıkları için havalara girdikleri bu icraatlarını sanki üzerlerine vazife olmadığı halde, millete fazladan bir iyilik olsun diye yapmışlar...

Birileri çıkıp da, “Beyefendi o söylediklerinizin hepsini zaten yapmak zorundasınız... Bunları bize bir iyilik, bir ikram olarak takdim etmenin anlamı var mı? Lütfen aslî vazifeniz olan ve yapmakla mükellef bulunduğunuz işleri yaptığınız için havalara girmeyiniz” diyebilse, belki siyasîlerin böyle içi boş, mesnetsiz, hamasî nutukları son bulacak...

Veya birileri çıkıp bu siyasî zevâta “Beyefendi, bize hep yaptıklarınızdan bahsediyorsunuz; yapmak zorunda olduğunuz halde yapmadıklarınızı hiç dile getirmiyorsunuz. ‘Yapacağım’ deyip de bugüne kadar kulak ardı ettiklerinizi, vaad ettiğiniz halde bir türlü gerçekleştiremediklerinizi niçin kulak ardı ediyorsunuz? Niçin bunların hesabını vermeden, yaptıklarınızın mübalâğalı bir şekilde reklâmını yapıyorsunuz? Halbuki milletten rey isteyerek hizmete talip olan siyasîler, söz verdikleri halde yapmadıklarının hesabını vermek zorundadırlar” diyebilseler mesele kalmaz. Belki o zaman siyasîlerin bazı ayak oyunlarının önü alınmış olur. Belki o zaman, bazı suistimallerin, hilelerin önü alınır.

Şurası önemli bir gerçektir ki, millet ekseriyetinin ehl-i tahkik olmayışı, söylenenleri esas alıp öylece karar vermesi, bazı siyasîlerin işini kolaylaştırıyor. Değişmez ölçülerin, sağlam düsturların, isabetli prensiplerin, çoğu insanımızın elinde bulunmayışı, önemli yanılgılara, tamiri güç yanlışlıklara sebebiyet veriyor. Bu eksiklikleri iyi bir fırsat olarak gören kurnaz siyasîler, her defasında olmadık vaadlerle, mübalâğalı, yanıltıcı reklâm ve propagandalarla saf vatandaşın aklını çelerek, arzuladığı hedefine kolayca kavuşuyor. Ne zaman ki milletin çoğunluğu hakkını hukukunu öğrenip, onu kullanmasını ve korumasını bilirse, işte o zaman, bugün için adeta kördüğüm haline gelen bir çok problemin çözümü de kolaylaşır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “hayat-ı siyasîyede sıdkın ölmesi”nin bir sonucudur bugün itibarıyla siyaset arenasında yaşanan sıkıntılar ve problemler. Siyaset alanında bugün mergub ve hükümferma olan meta; yalancılık, hile ve aldatmadır. Böyle olunca da karşılıklı güvenin yerini güvensizlik, itimatsızlık alıyor. Hâliyle her şey menfaat üzerine dönüp, devrini tamamlıyor. Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” tesbitinin doğruluğu, bir kere daha hükmünü icrâ etmiş oluyor.

08.03.2009

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Dikkat! Bu bölgelere girilmesi yasaktır: Holocaust, Siyonizm ve İsrail



Nazi Avrupası’nın yapmış olduğu bir soykırım olan ‘Holocaust’ üzerinde fikir yürütmenin tehlikesine değinen Dinler Felsefesi Uzmanı Michele Renouf, “Holocaust—Yahudi soykırımı—bir din haline geldi. Onun ilkelerini ve azizlerini inkâr etmek de küfürdür” diyerek çok önemli bir tesbitte bulunmuştur.1

Renouf’un tesbitiyle ‘Holocaust’ adlı yeni din, dokunulmazlık konusunda semâvî dinlerin de ötesine geçmiştir maalesef. Her fırsatta “İnsan düşündüğünü beyân edebilme özgürlüğüne sahiptir” diye haykıran Batı dünyası, semâvî olsun veya olmasın bütün dinleri tartışmaya açmış; hatta hakarete uğramalarına seyirci kalmıştır. Hakarete mâruz kalmadaki aslan payı, her defasında İslâm dininin olmuştur ne yazık ki.

Ama, sıra Holocaust’a, Siyonizm’e ve tabî ki İsrail üzerine konuşmaya gelince, vahlar olsun konuşanın hâline! Bu üç konuda ağzını açtın mı, hemen “anti-semist” olarak damga yersin. Neticede ise ya hapse atılırsın; veya en hafif şekliyle işten uzaklaştırılırsın.

Batı dünyasının bu çifte standartlı tutumu konusunda, Roger Garaudy şunları söylüyor: “Bugün Fransa’da Katolik inancı eleştirilebilir. Marksizm konuşulabilir. Allahsızlık tartışılabilir. Milliyetçilik ele alınabilir. Sovyetler Birliği’nin rejimi yere vurulabilir. Birleşik Amerika ve Güney Afrika’nın yönetim biçimleri suçlanabilir. Yahut anarşi veya monarşi taraflısı görünebilir. Bütün bunları yaparken insan, normal bir tartışma veya çekişmenin ötesinde hiçbir rizikoya katlanmak zorunda değildir. Ancak Siyonizm konusu ortaya çıktığında, dünya birden değişmektedir. Bu çizgiden sonra düşünen insan, edebiyatı gerilere bırakır “suç-ceza” alanına girer... İsrail devletinin politikasını veya siyasî Siyonizm’i konu edinen bir kişi mahkeme kapılarında beklemeyi de göze almalıdır. Siyasî Siyonizm temeli üzerine kurulmuş bir devletin iç mantığını incelemeye kalkışmak derhal “nazilikle” suçlanmanın ve neticede ölümle tehdit edilmenin en emin yoludur. 2

Son zamanlarda, girilmesi yasak olan Holocaust, Siyonizm ve İsrail sahalarının etrafındaki dikenli örgü iyice kalınlaştırılmış durumda.

İngiliz Piskoposu Richard Williamson’un 21 Ocak tarihinde İsveç televizyonuna verdiği bir demeçte, “2. Dünya savaşı sırasında 6 milyon Yahudinin gaz odalarında öldürüldüğüne inanmıyorum. 200 veya 300 bin Yahudi, Hitlerin Nazi kuvvetleri tarafından öldürülmüştür. Ama, hiçbiri gaz odalarında öldürülmemiştir. Buna dair elde tarihi deliller var” demesi, kıyâmetleri kopardı! Ve, 69 yaşında bir din adamı olan Williamson birden ‘Firavun’ olarak ilân edildi.

Bir Alman olarak Yahudilere karşı suçluluk duygusu içinde olan Alman Başbakanı Angela Merkel, hemen harekete geçerek Piskopos Richard Williamson’un sözlerini yeterli derecede eleştirmediği için Alman asıllı Papa 16. Benedict’i suçladı.

Bunun üzerine, daha önce aynı konu üzerine “There is no place in the Church for those who deny the Shoah* Holocaust’u inkâr edenin kilisede yeri yoktur” diye açıklamada bulunmuş olan Papa, bu sefer de Yahudilerle tamamen ve tartışmasız bir şekilde dayanışma içinde olduğunu, iğrenç bulduğu Nazi katliâmını inkâr edenleri ikaz ettiğini açıkladı.

Tabî, bu açıklama Siyonistleri oldukça memnun etti. Dünya Yahudi Konseyi (WJC) Başkanı Ronald Lauder, “This was the sign the Jewish world has been waiting for. (Yahudi dünyasının beklediği işaret de buydu) diyerek memnuniyetini dile getirdi.3

Siyonistlere göre, Siyonizm veya İsrail karşıtı olmakla, Semitizm (Yahudilik) karşıtı olmak arasında fark yoktur. Hz. Nuh’un oğlu Sâm’ın soyunu (Sâmi ırkı) kendilerine münhasır edip, aynı soydan gelen Arapları yok saymak; onlar nazarında “anti-Semitizm” değildir.

İşte bu yüzden, İsrail’in Gazze de yaptığı katliâmı sert sözlerle eleştiren, İngiliz Dış İşlerinde Güney Asya Masası Müdürü olan İngiltere’nin Afganistan eski Büyükelçisi Rowan Laxton’a karşı karalama kampanyasına kalkışmışlardır.

Laxton, Londra Üniversitesi spor salonunda egzersiz yaparken televizyondan Gazze üzerine atılan fosfor bombalarına karşı kendini tutamayıp İsrail’i argolu sert sözlerle eleştirince, “anti-semitizm yapıyor” diye yapılan şikâyet üzerine hemen göz altına alınmıştır. 4

Batı dünyası, İsrail, Holocaust ve Siyonizm üzerine gösterdiği duyarlılığı, İsrail televizyonu 10. Kanal’da yayınlanan ve oldukça fazla izleyicisi bulunan bir komedi programında, Hz. İsa ve Hz. Meryem’e yapılan iğrenç saldırıya ve küfre sessiz kalmıştır ne yazık ki.

İsrail kanallarını yakından takip eden Katar’ın El-Cezire ve Lübnan’ın el-Menâr televizyonları olayın üzerine gitmeselerdi, Hz. İsa ve Hz. Meryem’e yapılan bu iğrenç hakaretten biz Müslümanlar da haberdar olmayacaktık.

Lior Klein adlı İsrailli komedyenin “Hristiyanlar, Holocaust’u inkâr ediyorlar. Gün geçmiyor ki, bir rahip veya piskopos Holocaust’u inkâr etmesin. Buna kızmak yerine, ben de aynı şekilde cevap vereceğim. Yani Hıristiyanlığı inkâr ederek. Birilerinin onlara ders vermesi lâzım ve bunu ben yapacağım” diyerek, nefret ve iftira dolu sözlerle, Hz. İsa ve Hz. Meryem hakkında ağza alınmayacak şeyler söylemesine, Hıristiyan Batı dünyası sessiz kalmıştır maalesef. 5

*Shoah: İbranice ‘Yahudi Soykırımı’

Dipnotlar:

1- www.independent.co.uk 26.9.2009

2- Siyonizm Dosyası s:13 Roger Garaudy, Pınar Yayınları, 2000

3- www.news.scotman.com 5.2.2009

4- www.dailymail.co.uk

5- www.assafir.com 21.2.2009

08.03.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com




Faruk ÇAKIR

‘Darbe’lere karşı ittifak



Milletin verdiği imkânları, milletin aleyhinde kullanan darbeciler git gide daha da yalnızlaşıyorlar. Dünya şartlarının da değişmesiyle birlikte destekçilerini iyice kaybeden ‘kurtarıcılar’ bu sebeple ‘açık darbe’ yerine; ‘örtülü darbe’ler yapmayı tercih ediyorlar.

28 Şubat ‘postmodern darbe’si bu darbe şekillerinden biriydi. Onunla da kalıcı neticeler alamayacaklarını gördüklerinden, ‘internet darbeleri’ düzenlemeyi tercih ettiler. İç ve dış gelişmeler ‘yeni sezon’ muhtıraların da netice vermeyeceğini gösteriyor.

Darbe heveslileri, son yıllardaki açık ya da gizli darbe teşebbüsleriyle hedeflerine alışamadıkları hâlde bu niyet ve gayretlerinden vazgeçmiş değillerdir. Zaten ‘Ergenekon dâvâsı’ da bunu göstermiyor mu?

İhtilâlci anlayışın tamamen silinmesi için, ihtilâlcilerin izlerinin de silinmesi gerekiyor. İzmir’de bu yönde önemli bir adım atıldı. İzmir İl Genel Meclisi üyelerinin oy birliğiyle aldığı kararla, 12 Eylül askerî müdahalesinin lideri olan Kenan Evren’in ‘okul tabelaları’nda yer alan isimlerinin silinmesi karara bağlanmış.

Çok geç alınmış bir karar olmakla birlikte, önemli ve örnek alınması gereken bir karar olduğunu ifade etmek gerek. Karar kadar önemli olan başka bir nokta da, iktidar ve muhalefet partilerine mensup kişilerin bu noktada ittifak etmiş olmalarıdır. İhtilâlcilere karşı ortaya konulan bu ittifak, başka yer ve zamanlarda da tekrarlanabilirse işte asıl o zaman ihtilcilerin ‘iz’leri silinebilir.

Zaman zaman tekrarlamaya çalıştığımiz bir tesbit var: İsimlerin değişmesiyle hakikatler değişmez.

Bununla birlikte 12 Eylül ihtilâl dönemini hatırlatan ‘iz’lerin silinmek istenmesi ciddiye alınmalıdır. İzmir’de alınan bu ‘karar’ın kâğıt üstünde kalmayıp bir an önce uygulamaya geçilmesini arzu ederiz. Daha da önemlisi İzmir’in ortaya koyduğu bu tavrı, diğer illerimizin de takip etmesidir. Elbette ki bu tavır, sadece Evren’in şahsına karşı duyulan bir tavır olarak görülmemeli. Önemli olan ‘ihtilâlci’ kimliğidir. Bu bakımdan sadece okul isimlerindeki ihtilâlciler değil, sırasıyla ‘kamu’da yer alan bütün ihtilâlcilerin isimleri silinmelidir. Cadde, sokak, mahalle ve benzeri isimler arasında ihtilâlcileri hatırlatan, onlara izafeten konulan isimler de gecikmeden değiştirilmelidir. Bu, ihtilâlcilere ‘buğz’ etmenin en birinci şartı olsa gerek.

Bu vesileyle Türkiye’de yer alan mahalle, cadde ve sokak isimlerinin bir istatistiği yapılsa ortaya çıkan tablonun; hür ve domokrat bir ülkeye yakışıp yakışmadığı daha iyi anlaşılmaz mı? Belli başlı isimlerin binlerce ve belki de onbinlerce tekrarlanması hakka, hukuka ve Türkiye şartlarına uygun mudur?

Yer ve mekân isimleri elbette keyfî ve rastgele seçilmez ve seçilmemeli. Seçilen isimler aynı zamanda o yerin tarih ve kültürünü hatırlatır. İlgisiz yerlerde, ilgisiz isimlerin yer alması en basitinden o şehirde, o mahalle ya da caddede yaşayanlara saygısızlık anlamına gelir.

Darbecilerin isimlerine karşı gösterilen ittifakın, zihniyetleri ve icraatlarına karşı gösterilmesini de arzu ediyoruz.

08.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Davos sonrası derin kırılma… (2)



Sâbık Amerikan Başkanı Bush’un Bakanı Condallezze Rice gibi son Gazze saldırısını “İsrail’in kendini savunma hakkı” gören Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Ortadoğu çerçevesinde Ankara’ya uğradığı sırada siyasî iktidarın derin Davos kırılması bâriz bir biçimde açığa çıkmakta.

İsrail Cumhurbaşkanı Peres’le hararetli buluşmada, İsrail ordusunun çoğu çocuk ve kadın bin dört yüz Filistinli katletmesine ve beş bine yakınını yaralamasına “saygı duyduğunu” açıklayan yeni Amerikan Dışişleri Bakanı’nın başta işgalci Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarını kullanması olmak üzere bir dizi ek “talepleri”nden söz ediliyor. Bunlar tek tek tartışılacak…

Ancak Washington’un daha baştan Türkiye’yi İsrail’le işbirliğini sürdürme ve geliştirmeye “mecbur etme” politikası bütün yönleriyle sırıtıyor. ABD, bölgedeki gerçek “stratejik müttefiki” İsrail’le “stratejik ortaklık” iddiasındaki Türkiye’nin “birlikteliğini” her vesileyle “istiyor” ve dayatıyor. Bu durum Washington-Ankara-Telaviv hattında açıkça görülüyor.

AB’yi savsaklayan AKP siyasî iktidarının ABD eksenli dış politikası bu çerçevede. Davos sonrası toplanan ilk Bakanlar Kurulunda milyonlarca dolarlık son casus uçakları ve silâh alımı ihâleleri dahil İsrail’le bütün anlaşma ve işbirliklerinin devam edeceği kararının bizzat Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü tarafından açıklanması, bunun ilk işaretiydi.

ANKARA TELAVİV’E KARŞI

GEVŞEK VE TUTUK…

Aslında İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Avi Mizrahi’nin, Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta Peres’e, “Siz adam öldürmeyi çok iyi bilirsiniz!” sözüne cevaben zehir zemberek “Önce aynada kendine bak!” diye resmen hakaretine Ankara ciddî bir tavır koymadı. İsrailli komutan, Türkiye’yi tarihte “Ermeni soykırımı”yla itham etti ve “Kürt katliâmı” iftirasını attı. Ayrıca İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesine Türkiye’nin Kıbrıs’ın Kuzeyini on yıllardır işgal ettiğini ileri sürüp nâzire gösterdi. Erdoğan’ın İsrail’in BM’den çıkarılması yolundaki çağrısını hatırlatarak, “Böyle bir durumda Türkiye de İsrail’in yanına eklenmelidir!” suçlamasıyla yüklendi. Ne var ki bütün bunlara karşı Ankara, bir iki cümlelik “kuru kınama”nın ötesine geçmedi. Genelkurmay’ın daha çok “Ermeni soykırımı” ve “Kürt katliâmı” iddiasının “edilemez olduğu” açıklamasından ve İsrail Büyükelçisi’nin Dışişleri’ne çağrılıp “izâhat” istenmesinin dışında hiçbir diplomatik tepki gösterilmedi.

Siyasî iktidar, “meselenin fazla abartılmaması” gerektiği görüşüyle hep geçiştirmeye çalıştı. Ne Başbakan’dan, ne de hükûmetten İsrail’e doğru dürüst bir cevap verilmedi. İsrail ordusundan gelen “Kendi görüşüdür” açıklamasını tatmin edici bulmayan Dışişleri Bakanı Babacan, Türkiye-İsrail ilişkilerinin hassas dönemden geçtiği bugünlerde Siyonist komutanın bu sözlerinin “faydalı olmadığını” düşük bir profilde söylemekle yetindi. İşin garibi Dışişleri Bakanı Babacan, İsrail’in herhangi bir doğrulama ya da yalanlamayı henüz net şekilde yapmadığını; Telaviv’deki Türk Büyükelçiliği ile Ankara’daki İsrail Büyükelçisinin iki ülke dışişleri bakanlıkları ile temaslarına yoğun şekilde devam ettiğini belirtmekle iktifa etti. “Ancak bu temaslara özel bir anlam yüklememek gerek; önümüzdeki günlerde daha detaylı ve kapsamlı bir açıklama olsa iyi olur diye düşünüyoruz” beklentisiyle ibret-i âlem gevşek ve tutuk bir tutum sergiledi.

“Olayları bu tür açıklamalarla tırmandırmama” temennisinde bulunan Bakan, İsrail’den “kapsamlı ve detaylı bir açıklama” bekleyedursun, hükümetin Davos sonrası örtülü bir biçimde güçlendirerek devam ettirdiği İsrail’le işbirliğini, Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar açıkça ikrar etti. Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda bir problem olmadığını ve yürüyen projelerde sıkıntı bulunmadığı belirten Bayar, ‘’Türkiye ile İsrail’in burada karşılıklı menfaatleri var, bu projeler de o çerçevede yürüyor” diye konuştu. İsrail’le işbirliği ve anlaşmaların iptalinin ya da askıya alınmasının ve sözkonusu olmadığını, “çünkü bunlar uzun vadeli projeler; bu projelerde hiçbir değişiklik yapamayız” cümlesiyle resmen açıkladı…

TÜRKİYE, HÂLÂ İSRAİL’E

YAKINLAŞMA PEŞİNDE…

Bu arada İsrail’in Türkiye’yi dize getirtmek için Amerikan yönetimi ile Amerikan Yahudi lobisi, Yahudi sermayesi güdümündeki “yerli” ve yabancı uluslar arası medyanın desteğiyle İsrail’le ilişkileri “pahalıya satma” oyunu yine sahnede. İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gaby Levi’nin Türk halkının Gazze’de zulüm ve katliâmdan dolayı İsrail’i protesto eden gösterileri, “Ülkenizdeki antisemitik ifadelerin artması, İsrail’deki turistlerin Türkiye’ye gelmesinin önüne geçiyor; kış turizmi tamamen öldü, baltaladı; yaz turizmi de tehlikede” cümlesi, “üstü kapalı şantaj” olarak Türkiye’nin önüne konuluyor. (Akşam, 25.2.2009)

Keza “Ben de dahil birçok İsrail yurttaşı Türkiye’de doğdu, Türkiye kültürümüzün bir parçası; Yahudilere bu kadar güzel ev sahipliği yapan iki ülkeden biri; çok yönlü savunma işbirliğimiz ve istihbarat ortaklığımız var ve Türk ordusunda birçok Yahudi teknisyen çalışıyor” diyen İsrail Büyükelçisi’nin, özellikle Amerikan Kongresindeki “Ermeni soykırımı” tasarısını nazara vererek, “Yahudi lobilerini kontrol edemiyoruz” demesi, Türkiye’ye yönelik “tehdidi hissettirme taktiği”nin bir parçası olarak karşımıza çıktı. Yine bu süreçte, Türkiye’deki Şalom gazetesi yazarı Haymi Behar’ın, “Türkiye’deki Gazze protestolarına öfke duyan İsraillilerin yüzde 70’inin Türkiye seyahatlerini iptal ettiğini” ve Türkiye’nin son yıllarda artan ekonomik ve askerî bağların kesilebileceği imâsıyla, “Türkiye - İsrail balayı bitti” uyarısı (!), “örtülü şantaj”ın bir diğer açığa çıkan tarafı…

Ne var ki bütün bunlara karşı Türkiye hâlâ İsrail’le yakınlaşma peşinde. İsrail’in Haaretz gazetesi, Türkiye ve İsrail’in ikili ilişkilerin restore edilmesi için Ankara ve Telaviv arasında üst düzeyde karşılıklı mesaj teâtisiyle “sessiz yoğun görüşmeler” yapıldığını yazıyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün, İsrail’e gidip Telaviv nezdinde gizli temaslarda bulunarak “arabuluculuğa” soyunan 84 yaşındaki Yahudi iş adamı Jak Kamhi aracılığıyla Peres’e Haziran’da İsrail’i ziyaret etme isteğini ihtiva eden mektubunu iletmesi, Ankara’nın bu konudaki kırılganlığını bir defa daha ele veriyor.

Belli ki Gül, siyasî iktidarın özellikle “Davos çıkışı”ndan sonra İsrail’le yakınlaşma ve ilişkileri daha da derinleştirme politikalarına uygun olarak, tam da Hillary Clinton’un ziyareti esnasında Davos’taki tartışmayla “gerilen” ilişkileri rayına oturtmak ve Türkiye’nin İsrail’le yaptığı ekonomik ve savunma sanayii anlaşmalarını, askerî işbirliğini ve silâh ihâlelerini sürdürmek amacıyla bu ziyareti plânlanıyor.

Peki, Türkiye’yi İsrail’e mecbur eden nedir; neden onca istiskale rağmen bir türlü vazgeçemiyor?

Demek “Davos çıkışı” Davos’ta kaldı. Başbakan bile meydanlarda artık Davos’a değinmiyor, unutturuyor. Demek “one mınute” tişörtlerinin de modası geçti; hem de Davos’un hemen ardından…

08.03.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Oy namustur



Demokrasilerde “oy”un önemi büyüktür. Ekonomik kriz dünyayı kasıp kavururken, Türkiye’de de kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Dolar aldı başını gidiyor, işsizlik hat safhada. Bu arada da mahallî seçimler yaklaşıyor. Geçtiğimiz günlerde bir fotoğraf kamuoyuna yansıdı. Bir çok televizyon kanalı ve gazetede de yayınlanan fotoğrafta, Antalya’da, “Satılık 20 rey” yazılı pankartla dolaşan bir vatandaş, “oyunun satılık olduğu”nu söylüyordu?

İşlerinin kötü gitmesi sonucu iş yerini kapatan daha sonra da borçları yüzünden mahkemelik olduğunu söyleyen vatandaşa bazı insanlar tepki gösterirken vatandaş kendini şöyle savunmuş: “Doğu’da o kadar yardım yapılıyor. Bana da yardım yapılsın. Şu an borçlar nedeniyle mahkemelik oldum. Borçlarımı kim öderse ya da borçlarımı ödeyen kişi kime isterse oyumu ona vereceğim...”

Neresinden bakarsanız bakın olayın her tarafı yanlış. Klâsik olacak ama şöyle bir söz vardır: “Oy namustur ve satılamaz.”

* * *

ALÇAKLARA KAR YAĞIYOR

Üniversitelerin ya da YÖK’ün öğretim üyeleri hakkında açtığı çok soruşturma gördük, ama bunun gibisine şahit olmamıştık. “Garip bir soruşturma” geçtiğimiz günlerde gündeme geldi. Bir öğretim üyesine ıslakla, “Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi? Sen bu işin sonunu düşünmedin mi?” nakaratlı “Halimem türküsü”nü okulun koridorunda çaldığı için soruşturma açılmış.

Öğretim üyesi kendisini, “Genelde ıslıkla bir sürü şarkı söylerim ama soruşturmaya konu olan parçayı hatırlamıyorum” diye savunurken, Fakülte dekanı, “Soruşturma, bölüm başkanına meydan okuduğu gerekçesiyle açıldı” demiş.

“Islık çalmak suçu” bize ilginç geldi doğrusu…

* * *

GECE YARISI MİTİNG OLUR MU?

Bu soruya “Normalde gece yarısı miting olmaz” diyebilirsiniz. Ancak altında uçağı, helikopteri olmayan ve seçim kampanyalarında daha fazla halka partisinin görüşlerini anlatmak isteyen birisi için yapılacak başka bir seçenek kalmayabiliyor.

DP Genel Başkanı Süleyman Soylu da, gece yarılarına kadar il il, ilçe ilçe, kasaba kasaba dolaşan liderlerden. Geçtiğimiz günlerde gece mitinglerinin seçim yasaklarına girdiği gerekçesi ile Soylu’ya suç duyurusunda bulunulmuş. Bu durum Soylu’yu hayli kızdırırken suç duyurusundan hükümeti sorumlu tuttu. “Gece mitinglerine devam edeceğim” diyerek de tepkisini dile getirdi. “On günde, seksene yakın açık hava toplantısı yaptık. Yapmaya da devam edeceğiz” diyerek gece mitinglerine devam sinyali verdi.

Bakalım bu işin sonu nereye varacak?

* * *

İŞTE FEDAKÂRLIK BUDUR (!)

Mahallî seçimler öncesi Ankara’da farklı bir tartışma yaşanıyor. Bir dönem Keçiören, üç dönemde büyükşehir belediye başkanlığı olmak üzere 20 senedir belediye başkanlığı yapan Melih Gökçek, bu dönemde de AKP’nin adayı. CHP’nin adayı Murat Karayalçın’la Gökçek arasındaki “ağız dalaşı” devam ederken, bazı anketlerde MHP’nin adayı da ön plâna çıkarılıyor. Bu da haliyle önceki seçimlerde “Bana oy vermezseniz sol kazanır” korkutmacası ile sağ kesimden oy isteyen Gökçek’i hayli tedirgin ediyor.

Gökçek MHP’li tabanı küstürmemek için de hep alttan alıyor. Karayalçın’a karşı yaptığı eleştirilerin çok azını MHP’nin adayına yapıyor. Geçenlerde yaptığı bir toplantıda büyük bir fedakârlık örneği (!) göstererek şöyle dedi. “Bilsem ki ben kazanamayacağım, MHP kazanacak; inanın ki, şerefim üzerine söylüyorum, seçimlere girmezdim…” Bu söz bir çok kişinin gözlerini yaşartmış olabilir ancak biz bu sözü duyunca “İşte fedakârlık budur” deyiverdik.

* * *

BAŞKANLIK DİVANI OLUŞAMAYINCA…

Meclis alınan karar gereği milletvekillerinin seçim bölgelerine gidip çalışabilmeleri için Perşembe günü tatile girecekti, ancak öyle olmadı. Salı ve Çarşamba günleri “Başkanlık Divanı oluşamadığı” için Meclis, fiilî olarak Salı’dan itibaren tatile girdi.

Bu durum Meclis tutanaklarına şöyle yansıdı: “3 Mart 2009 Salı. Değerli milletvekili arkadaşlarım, Başkanlık Divanında görevli kâtip üye arkadaşlarım Sayın Harun Tüfekci ve Fatoş Gürkan gelmediği için Başkanlık Divanımız oluşmamıştır. Bunun için TBMM’nin 64. Birleşimini açamıyorum. 4 Mart 2009 Çarşamba. TBMM’nin 64. Birleşimini Divan oluşamadığı için açamıyorum.”

Meclis genel kurulunun 26 Şubat’ta en son çalışması dikkate alındığında milletvekilleri bir aylık bir “mahallî seçim arası” vermiş oldular. Geldiklerinde nasıl bir moralle gelecekleri kesin olmamakla birlikte, hayli yorgun olacakları da kesin…

08.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İstiğfar dersi



Eskişehir’den Süleyman Akkın geçen hafta bu köşede çıkan “40 yaşa enfüsi bakış” başlıklı yazımızı tebrik ediyor ve benzeri yazıların devamını beklediğini yazıyor.

“Avusturya Mektubu” yazarımız Mikail Yaprak da “O yazıdan sonra size ve herkese hakkımı helâl ediyorum, siz de bana helâl edin” diyor.

Anlaşılan o ki, o yazıda ifade etmeye çalıştığımız mânâlar, ortak kanaat ve hissiyatın ifadesi.

Özellikle 40’ı devirip “zamanı azalanlar” grubuna dahil olanların, samimî bir nefis ve ömür muhasebesine olan ihtiyacı son derece aşikâr.

Esasen dinimizin bize verdiği “istiğfar” dersinin gereği olarak, birçok yerde beş vakitte kılınan farz namazlardan hemen sonra, selâm vermeyi müteakiben istiğfar duâsı okunması ve bazı yerlerde Cuma geceleri bunun tecdid-i imanı da içeren daha kapsamlı bir duâ şeklinde yapılması, “istiğfar kültürü”nün günlük hayatımıza ne kadar yerleşmiş olduğunu gösteren örnekler.

Her gün defaatle okunan aşir, tesbihat ve duâ metinlerindeki gufran talepleri de aynı şekilde.

Namazlarda sıklıkla okuduğumuz Nasr Sûresinin mesajı da bu bağlamda çok dikkat çekici:

“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği; ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, Rabbine hamd ederek Onu tesbih et ve mağfiretini dile. O, tevbeleri kabul edicidir.”

Medine’de nâzil olup, Mekke’nin fethini ve sonraki fetihleri müjdeleyen bu sûredeki âyetler, zafer ve fütuhat sonrasında mü'minlerin takınması gereken tavrın zafer sarhoşluğuna kapılmak değil, hamd, tesbih ve istiğfar olduğu ikazında bulunarak, “Kavuşacağınız zaferleri kendinizden bilmeyin, Allah’ın yardımı olmazsa hiçbir fethe kendi gücünüzle erişemezsiniz, sizin göreviniz Rabbinize hamd, tesbih, istiğfar eksenli ubudiyet vazifenizi ifadır” mesajı veriyor.

Burada özellikle şu nokta çok dikkat çekici:

Zafer psikolojisinin coşkusu yerine istiğfar!

Çünkü o coşkunun, insanı ubudiyet imtihanında en tehlikeli vartalardan biri olan gurur ve enaniyete sevk edip, fena halde başını döndürüp, “Ben yaptım, bu zafer benim sayemde kazanıldı, bunun tadını çıkarmak da hakkım” dedirtme tuzaklarına düşürme riski son derece yüksek.

İşte bu tehlikeye karşı, “Sana verilen hasenat Allah’tan, işlediğin seyyiat kendi nefsindendir” İlâhî ikazıyla da dile getirilen hakikatle bağlantılı olarak, fetih ve zafer müjdesinin hemen akabinde hamd, tesbih ve istiğfar dersi veriliyor.

Bütün Kur’ânî mesajlar gibi bu dersin de birinci derecedeki muhatabı olarak gereğini en mükemmel şekilde yerine getiren Peygamber Efendimizin (a.s.m.) günde en az yetmiş defa istiğfar ettiğini beyan buyurması ne kadar ibretli.

Kâinat onun yüzü suyu hürmetine yaratılan o Zat-ı Nurânînin en önemli vasıflarından birinin “ismet,” yani masumiyet, günahsızlık olduğunu biliyoruz. Ama buna rağmen her gün yetmiş defadan fazla istiğfar etmek suretiyle bize son derece önemli ve anlamlı bir ders daha veriyor.

Esasen istiğfar, insan ruhunun her an ihtiyaç duyduğu, “kendisini rahatsız eden manevî yüklerden kurtulup arınma ve böylece rahatlama” psikolojisinin de bir gereği. İnsan fıtratında bu ihtiyaç da derc edilmiş. Hıristiyan geleneğindeki “günah çıkarma” uygulaması, bunun o cenahtaki yansıması. Ama orada araya ruhban sınıfı, papazlar girdiği için, Yaratıcıyla doğrudan irtibat kurulamıyor. Oysa İslâmın öğrettiği istiğfarda herkes için Allah’a yakarma yolu açık.

Tesiri, imanın kuvvetine ve derinliğine göre teşekkül edecek samimî bir istiğfar, insanı Rabbine daha çok yaklaştıracak bir vasıta olurken, aynı zamanda yaratılmışlarla olan hukukundaki muhtemel ihlâllerin tortularını temizleyecek bir helâlleşmenin de manevî temelini oluşturuyor.

İstiğfar ve helâlleşme, birbirini tamamlıyor.

Birinci Şuâ’daki On Dokuzuncu Âyetin tefsirinde Nur talebelerinin “istiğfar dersi” vereceğinden bahsedilmesi ise bu bağlamda çok manidar.

08.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla