"Gerçekten" haber verir 04 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Süleyman KÖSMENE

İlim yitik malımızdır



İzmir’den okuyucumuz: “Kitaba ve okumaya önem vermenin fazileti nedir?”

Kur’ân’ın her emri kâinâtın nabzını tutan bir kudrete sahiptir. Hele o ilk emir var ya, bize yepyeni dünyaların anahtarlarını sunuyor, yepyeni hazînelerin kapılarını gösteriyor: “Oku! Yaradan Rabb’inin adıyla oku. O Rabb’in ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb’in sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir. O insana bilmediğini öğretendir.”1

“Oku!” emrine muhatap olan Peygamber Efendimiz (asm), mübârek vücudunu iliklerine kadar sıkan Cebrâil Aleyhisselâm’a, “Ben okuma bilmem” demişti. Âdetâ insanlığın resmini çizer gibi idi Büyük Peygamber (asm). Her yeni ilme ve irfâna karşı bilgisiz olan insanoğlu, okudukça yeni dünyalar keşfedecek, kendisine ve âleme yeni ufuklar açacaktı. Okudukça kendisini ve Rabb’ini tanıyacak, Rabb’ine kul oluşun ayrıcalığını tadacaktı. Okudukça dünyasını ve âhiretini mamur edecek, hiçbir günü bir önceki günle eşit yaşamayacaktı. Okudukça kâinâtın sırlarını çözecek; varlıkların hâl diliyle Allah’ı göstermelerine şâhitlik edecek ve kendisi de ibâdet diliyle gösterecekti. Evet, insan önce okumalıydı. Çünkü “cehûl” idi, yani her şeye karşı çok bilgisizdi. Okudukça bilgisizliğini kavrayacak, okudukça hiçliğinin farkına varacak, okudukça Allah’ın büyüklüğü karşısında eğilme ihtiyacı ve isteği ile dolup taşacak, okudukça Allah’ın ilmine, irâdesine, kudretine ve Hâlıkiyet’ine teslim oluşun mutluluğunu rûhunun derinliklerinde duyacaktı.

Kur’ân’ın, indiği insana, her şeyden önce “aklını doğru kullanmasını” emrettiğini, ilk âyetiyle böylece öğrenmiş bulunuyoruz. Akıl sahibi insanı muhatap alan Yüce Mevlâ’nın, ilk âyetinde insana, “İnan!” ya da “Tasdik et!” veya “İmân et!” yahut “İbadet et!” ya da “kulluk yap!” gibi, aslında insanın yaratılış sebebi olan bir emirle hitap etmeyişi ve bizim çoğu zaman sıradan bir şey olarak gördüğümüz “okumayı” ön plâna alması, hiç şüphesiz okumakla ilgili yapmamız gereken çok şeyler olduğunun tescili hükmündedir. Demek, okumak sıradan bir şey değildir! Okutmak da sıradan bir şey değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (asm), “Ya öğrenen ol, ya öğreten ol, ya dinleyen ol, ya da onları sevenlerden ol; beşincisi olma. Helâk olursun” hadisi veya “En üstün sadaka, bir Müslüman’ın edindiği faydalı bilgiyi başkasına öğretmesidir”2 hadisi bu işin ehemmiyetini kulaklarımıza ve gönlümüze âdetâ çelikten harflerle perçinliyor. O halde nasıl okuyalım? Nasıl bilgi sahibi olalım? Faydalı bilgilerimizi nasıl artıralım?

Hemen hepimiz birçok kere, birçok değerli kitabı elimize aldığımızda, içini karıştırdığımızda, sayfalarına göz attığımızda, satır aralarında kendimizi ilgilendiren çok şeyler buluyoruz ve “Bu kitabı mutlaka okuyayım!” diyoruz. Fakat, öyle koşturmaca yaşıyoruz ki! Neredeyse çoğu zaman yemekten de, ibâdetten de oluyoruz! Durup dinlenmeden sürükleniyoruz. Nerede kaldı öyle bir kenara çekilip, saatlerce okumak! Buna çoğu zaman fırsat bulamıyoruz. Oysa hayat ne kadar kısa! Ve bizim, bilgi ve irfan dünyamızı zenginleştiren kitaplardaki bilgileri edinmeye ne kadar ihtiyacımız var! Ve aslında maddî-mânevî pek çok hastalıklarımızın, problemlerimizin, çıkmazlarımızın çözümü o altın satırlar arasında gizli. Bizim tarafımızdan keşfedilmeyi bekliyor.

Peki, öyleyse, nerede mutlaka okuyacağımız kitaplar? Elimizin altında mı? Hayır! İşyerimizde mi? Değil. Ne var ki, çok koşturduğumuzu söylüyoruz ama, aslında yine okumaya iş yerimizde fırsat bulabildiğimizi bilmem hiç fark edebildik mi? İş aralarında, hiç hesapta olmadan, öyle okuma fırsatları doğabiliyor ki, eğer bunların yarısını bir kitabı okumakla değerlendirebilsek, emin olun, her gün sayfalarca kitabı devirmemiz işten bile olmayacak. Böylece iş yorgunluğumuzu atmamız ve yeni çalışma enerjisi kazanmamız da mümkün olacak. Hattâ bu okumalar, yolunda gitmeyen tersliklere farklı açılardan yaklaşmamızı ve çözümü için daha mâkul yollar bulmamızı bile kolaylaştıracak.

Sahi... Söz buraya gelmişken, şöyle bir teklif yapmamızda ne sakınca var? İş yerimizde neden bir kütüphane kurmuyoruz? Bir o mu kaldı demeyin! Neden olmasın? Çok detaylı bir kütüphaneden bahsetmiyorum. Duvarın uygun bir köşesine iki raf; ve üzerine çok ehemmiyet verdiğimiz kitaplardan bir demet. Hem biz faydalanalım, hem misafirlerimiz, müşterilerimiz istifade etsin. Olmaz mı?

Unutmayalım, Müslüman, yitik mal arar gibi, bilgi ve hikmet aramayı sürdürmelidir. Bilgi ve hikmet arayışını sürdürmek için bir eğitim kurumuna devam ediyor olmaya gerek yoktur. Hayat, fıtrî bir eğitim kurumu değil mi? Ve biz; hepimiz, bu kurumun tabiî ve sürekli öğrencileri değil miyiz?

Öyleyse, imanımızla bağlı bulunduğumuz Mukaddes Kitabımızın ilk emrine dönelim ve mümkün mertebe okuyalım. Okumayı ekmek gibi, su gibi hem en tabiî ihtiyacımız olarak görmek, hem de mümkün mertebe kolaylaştırmak için, sürekli bulunduğumuz ve bir ömür verdiğimiz her yere bir kütüphane kurmamızın, mîdemiz için bir mutfak kurmak kadar, akıl ve kalp mîdemizi doyurmaya zemin hazırlayacağı açıktır.

Unutmayalım; Allah’ın adıyla okumak, Kur’ân’ın ilk âyetinde emrettiği ibâdettir.

Dipnotlar:

1- Alak Sûresi, 96/1-5 2- Câmiü’s-Sağîr, 1/737.

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sözün en güzeline uyanlar



Maddeten ve mânen en güzel bir biçimde yaratılan insan her şeyin en güzeline lâyıktır. Güzel söze de doymaz insan.

Çünkü güzel sözler ruh, kalp, akıl ve hissiyâtı besler, lezzet verir.

Şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür. Kur’ân tağuttan, yani Allah’ın dışındaki şeylere kulluk etmekten uzaklaşıp Kendisine yönelen kullarını müjdelerken bu özelliklerine de dikkat çeker:

“O kullarım ki, söze kulak verirler ve onun en güzeline uyarlar. Onlar, Allah’ın hidayet nasip ettiği kimselerdir. Akl-ı selim sahibi olanlar da onlardır.”1

Allah Resûlü (asm), sözlerin en güzeli olan Kur’ân-ı Kerim’in özelliklerini anlatırken onun hakla batılı ayıran bir hakem olduğunu, içinde boş söz bulunmadığını, hükümlerine karşı gelerek terk eden kimseyi Allah’ın perişan edeceğini; ondan başka kurtuluş yolu arayanı Allah’ın saptıracağını, onun Allah’ın sağlam bir ipi olduğunu, dosdoğru yol olduğunu2 bildirir.

En doğru yol Kur’ân’ın gösterdiği yoldur.

En doğru söz Allah’ın sözüdür, “Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?”3

Eğer dağa indirilseydi dağın paramparça olacağı bildirilen,4 birbiri üzerine üşüşerek onu ilk defa dinleyen cinlerin, “Biz doğru yola ileten harikulade bir Kur’ân dinledik ve ona iman ettik”5 dedikleri, Rablerinden korkanların onu işittiklerinde tüylerinin ürperdiği, Allah’ı zikirle tenlerinin de, kalblerinin de yatıştığı6 bu İlâhî kelâmla Allah kullarını her yönüyle terbiye etmekte, onları meleklerin dahi gıpta edeceği zirvelere yükseltmektedir.

Allah’ın boyasıdır Kur’ân. Bu boyanın önemini Rabbimiz: “Deyin ki: Biz Allah’a iman boyasıyla boyandık ve onun rengine büründük” buyurduktan sonra, “Allah’tan daha güzel boyası olan, Ondan daha güzel bir din ile akılları ve kalbleri terbiye eden kim vardır?”7 buyurur.

Hayatımızın güzel olması sözlerin en güzeline uymakla mümkün.

Dipnotlar:

1- Zümer Sûresi: 17-18.

2- Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân: 14.

3- Nisa Sûresi: 122.

4- Haşir Sûresi: 21.

5- Cin Sûresi: 1-2.

6- Zümer Sûresi: 23.

7- Bakara Sûresi: 138.

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Âzamî tasarruf ve tedbir zamanı



Türkiye'de yaşanan, derin ve yıkıcı izler bırakan 1994 ve 2001 krizini önceden haber verenler, ne vatan hainiydiler, şom ağızlıydılar, ne de felâket tellâllığını yapıyorlardı.

O tarihlerde yaklaşan felâketi önceden fark edenler, fark etmeyenlerden belki daha az durumdaydı. Ancak, yaklaşan bir musibetin ayak seslerini duymamak, devekuşu gibi başını kuma sokmak, bu tehlikenin bize ilişmeyeceğini göstermez.

Şimdiki durum ise, yakın tarihte yaşananlardan biraz daha farklı görünüyor. Şöyle ki: Türkiye ve dünyadaki iktisadî gelişmeleri takip eden tarafsız uzmanların ekseriyeti, asıl büyük krizin önümüzdeki süreçte ortaya çıkacağını ve sarsıcı etkisinin çok daha büyük olacağını ifade ediyor.

Tarafgir olmayan ve partizanca hareket etmeyen uzmanlar, giderek artan işsizliğe dikkat çekerek, bu tehlikeli gidişatı durduracak bir hazırlığın da mevcut olmadığını hatırlatıyorlar.

İşsizliği durdurup dizginleyecek faktörlerin başında tüketime değil, üretime dayalı yatırım ve istihdam alanları gelir.

Ne yazık ki, bu sahada ürkütücü bir boşluk var. Bir yandan işsizler iş bulamazken, bir yandan da fabrikalar ve sair işyerleri daralmaya, işçi çıkarmaya, hatta kapanmaya doğru gidiyor.

Geçen gün, haciz işlerini takip eden tarafsız bir avukatla görüştük. Kendi ifadesine göre, geçen sene ayda 200 kadar protesto edilmiş çekli–senetli haciz işlemini takip ederken, bu yılki işlem hacmi daha şimdiden 300'ü geçmiş durumda.

Yine onun öngörüsüne göre, durum daha da kötüleşmeye doğru gidiyor.

Aynı realiteyi, huzurda bulunan büyük bir mahallenin muhtarı da iç çekerek teyit ve tasdik etti. Muhtar, ayrıca yazılı adresteki şahıslara ulaştırılamadığı için kendilerini bir şekilde meşgul eden haciz evrakından artık usandığını ve sıtkının sıyrıldığını ifade etti.

Tamam, dünya genelinde bir ekonomik kriz dalgası var. Ancak, en yetkili ağızlardan Türkiye'yi teğet geçeceği söylenen bu krizin çok daha yıkıcı etkilerinin yeni yeni ortaya çıktığı ve bilhassa yılın ortalarından itibaren bunun bâriz şekilde yaşanacağı, analistler ve iktisatçılar tarafından ifade ediliyor.

Bize müracaatla, çaresizlik içinde iş arayan ve kendi sahasında iş yapmak isteyen meslek sahiplerinin adeti o derece çoğaldı ki, bu tabloya bakıp üzülmemek, endişe duymamak elde değil.

İş bulmak gibi, iş yapıp para kazanmanın da alabildiğine zorlaştığı şu zaman zarfında, özellikle iktisatlı yaşayış ve tasarruf tedbirleri alma noktasında âzami derecede dikkatli davranmak gerekiyor.

Şimdilik, merde–namerde muhtaç olmadan geçinebilmenin bir başka çaresi maalesef ki görünmüyor.

Aslında, her zaman için iktisat ve tasarruf içinde kalarak hayatı idame ettirmeli. Ancak, özellikle şu günlerde ve önümüzdeki dönem itibariyle, iktisat düstûrlarına âzami derecede riayet edilmesi lâzım diye düşünerek, herkesin âzami derecede tedbirli davranması gerektiği hususunu bir kez daha hatırlatmak isteriz.

Tarihin yorumu 4 Nisan 1979

Butto ve idam gerekçeleri

Kardeş Pakistan'ın devrik başbakanı Zülfikâr Ali Butto, darbeciler tarafından idam edildi.

1928 doğumlu Butto, 1971–73 yılları arasında Pakistan'da devlet başkanlığı, ardından dört yıl müddetle başbakanlık yaptı.

Butto'yu siyaseten mağlûp edemeyeceğini anlayan başka maksatlı iç ve dış odaklar, dindar orduyu onun aleyhine sevk ederek 1977'de iktidardan düşürdüler. Tıpkı, 1960 Türkiye'sinde olduğu gibi...

Darbeciler tarafından uzun süre yargılanan Butto, nihayet 1979'da idamına hükmedilerek 4 Nisan günü darağacına gönderildi.

Demokrat Butto'yu idam ettirenler, din adına darbe yapmışlar ve öyle de hareket ettiklerine inanıyorlardı.

Ancak, işlenen cinayetin dinle–imanla bir alâkası yoktur. Zira, İslâma göre askerin siyasete karışmak gibi bir görevi yoktur ve olamaz. Askerin vazifesi başkadır. Onun vazifesi, bilhassa haricî taarruz ve tecavüzler karşısında durmak ve yurdun sınır emniyetini muhafaza etmektir.

Ne var ki, darbeciler, her ülkenin şartlarına uygunluk arz edecek şekilde cinayetlerine kılıf hazırlıyorlar ve bir ölçüde zahirperestleri aldatarak kendilerine taraftar topluyorlar.

Türkiye'deki darbelerin gerekçesi de başka başka olmuştur: İrtica, anarşi, kardeş kavgası, vesaire...

Oysa, gerekçe ne olursa olsun, darbeler, bir ülke ve millet için ihanet derecesindeki cinayetlerdir. Zahiri, yani kandırmaca faydasının bin misli kadar zararı vardır.

Türkiye'de olduğu gibi, Pakistan'da durum aynıdır.

Butto'nun ardından, kızı Benazir siyasete atıldı ve iki kez başbakanlık yaptı. Ancak, o da 27 Aralık 2007'de bir sûikasta kurban gitti. Şimdi ise, Pakistan'ı Butto ailesinin damadı yönetiyor.

Temenni ediyoruz ki, Türkiye gibi Pakistan'da da artık darbelerin ve kanlı cinayetlerin sonu gelmiş olsun.

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Şahıslar fanî, dâvâ bakî



Batı, “aydınlanma ile sanayi devrimini” 1750-1850 yılları arasında yaşadı. Buna paralel olarak da seküler, ateist ve gayr-i ahlâkî felsefî akımların birleşmesinden hâsıl olan âhirzamanın en dehşetli hadisesi deccalizmin temelleri atıldı. Seküler Batı felsefeleri, pozitivizm manevî hayata, dine savaş açtı. “Bilim” adı altında, özellikle “fen” ilimleriyle “inkâr-ı uluhiyet” palazlandırıldı. Maddeperestlik ve nefisperestlik hortlatıldı. Ruhun temel yeteneklerinin akıl, şehvet ve gadap (savunma mekanizması) vasat/denge durumu terk edildi, “ifrat ve tefrit” uçları alabildiğine işletildi. Maddenin, materyalizmin kuvvet bulmasıyla insanlık büyük bir travma, kırılma geçirdi. Fert ve toplum, dinden, maneviyâttan soyutlandı. Adeta manevî değerlere savaş açıldı.

Ne yazık ki, İslâm âlemi, ilim ve teknoloji yönünden kendisini yenileyememiş, gelişmelere ayak uyduramamıştı. Buna bağlı olarak kelâm ve tasavvuf gibi dinî ilimler, kendilerini yenileyemediklerinden dine yapılan hücumları engelleyemiyordu.

Deccalizmin her tarafı kasıp-kavurduğu yirminci asrın başlarında ortaya çıkan Bediüzzaman Said Nursî, yazdığı 130 parça, 6000 küsür sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı ile iman, ibadet, ahlâk, içtimâiyât ve siyasetle ilgili bütün İslâmî meseleleri izah ve ispat eder. Sekülarizm, tabiatperestlik, maddeperestlik, nefisperestlik ve şehvetperestlik gibi deccalizmin bütün kollarını çürütür; filozofların dâvâlarını yerle bir eder.

Onun başlattığı ve başarıyla uyguladığı bu İslâmî hareketin adı, Nur hareketidir. Bu hareketin birkaç ana hizmet stretejisi vardır:

1- Temel düşüncenin altyapısı, imanı güçlendirmektir.

2- Hizmetin yakıtı, gücü; madde ve para değil, en büyük güç ve kuvvet ihlâstır.

3- İslâmın yüzde doksan dokuzu iman, ibadet ve ahlâktır. Yüzde biri siyasete bakar. Dolayısıyla iman hizmetini, siyaset gücünü ve iktidarı esas alarak yapmamak gerekir.

4- Nur hareketi, şahıslar üzerine binâ edilmez; fikir ve kitap endeksli bir harekettir. Şahıs, şeyh, lider değil; fikir (kitap) ve istişare esası üzerine oturmuştur. Yani, şahıslara mutlak bağlılık yerine, Risâle-i Nur’a ve meşverete bağlılığı getirir.

Üstad’ın “Nurun sadık kumandanı ve Nurun kahramanı” diye vasıflandırdığı Zübeyir Gündüzalp, Risâle-i Nur’a tam sadakat ve sebat örneği göstererek Üstadın has şakirlerinin çoğunu bir araya getirir, meşvereti oluşturur. Önce haftalık İttihad, daha sonra Yeni Asya gazetesi ve yayınevi etrafında bu hizmet halelendirilir.

Ne var ki, farklı meşrep ve fıtratlar, bazı mihrakların da tahrikiyle; iç bünyedeki rahatsızlıkları kaşıyarak çeşitli ekol ve grupları doğurur.

Dâvâ ve hizmet stratejisini şahıslar, madde ve çıkar üzerine binâ edenler iki noktadan kaybeder:

Birincisi; şahıslar fanî, madde ve çıkar geçicidir. Şahıs ve çıkar son bulunca, dâvâ da biter.

İkincisi; insan kusursuz olmaz. Şahısları çürütmekle dâvâ da çürütülebilir. Bu durumda cemaat de zarar görür.

Ancak, hizmet metodunu fikir ve istişare üzerine kuranlar bekaya mazhar olur. Çünkü, düşünce doğru ise, dâvâ da devam eder.

04.04.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Mertebe katetmeyen, mertebe kaybedecektir



Akıl, marifetullah ile beslenirse,

‘akl-ı selim’ olur

Her mevsimin okunaklı bir zamanı vardır. Baharın ‘yeni’ zamanı da böyledir. Yeryüzü bu zamanda çok ciddî bir enerji dönüşümü içerisindedir. Yeryüzündeki bütün bitkilerin bir anda açılış faaliyetine geçmesi, âlemi çok ciddî bir hareketliliğe sevk ediyor. Bu enerji dönüşümüne belki de önce ‘akıl beslenmesi’ yapması gereken insanın katılması icap ediyor. İnsan aklının rızkı ‘tefekkür’dür. Akıl nimetinin amacı doğrultusunda kullanılması, onun Yaratıcı hesabına kullanılması demektir. Onun için her bir mahlûktaki, Cenâb-ı Hakkın isim ve sıfatlarını okumak, onlar üzerinde düşünmek ve ‘şükretmek’ insana yakışan bir davranıştır.

Bu ortaya çıkan sonuç, aklın selim halidir. Yani ‘aklı-ı selim’dir.

Marifet mertebelerinde gezinmek, tamamıyla iman ile alâkalıdır. Onun için iman makamı da insanda, sabit değildir. Burada da faaliyetin sürmesi gerekmektedir. Yani iman-ı taklididen, iman-ı tahkikiye doğru bir seyir izlemesi gerekmektedir. Bu da, ilme’l-yakin, ayne’l-yakin, hakka’l-yakin mertebelerini gerekli kılmaktadır. Mertebe katetmeyen, mertebe kaybedecektir.

Akıl, doğru beslenmeye tabi tutulduğunda, bu, kalbi de olumlu etkileyecektir. Zaten kalp, selim yaratılmıştır. Buna ‘kalb-i selim’ denilmektedir.

Kalp, Muhabbetullah’ın

merkezidir; o zaman,

‘kalb-i selim’ olur

Duyguların merkezi olan ve fıtraten selim olan kalp, marifetullah ile beslenmiş aklın uyarıları doğrultusunda, kendisine gelen uyarıcıların fıtrata uygunluğunun tasdikini kalpten istemektedir. Kalp, tasdik makamıdır. Davranışın, duygunun şeriate uygunluğuna kalp karar vermektedir. Ama onun da ‘selim’liğinin devamı, korunmasına bağlıdır. Kalbin korunması da, tövbe, istiğfar ve ibadetlerdir. Kalbin tatmini de, Allah’ı zikirle olmaktadır.

Dine uygun olan duygular, kalpten onay aldıktan sonra yeniden akla dönerek, oradan hareket sinirleri vasıtasıyla, duygular davranışa dönüşmektedir.

Akla ve kalbe uyan nefis,

‘zevk-i selim’e ulaşır

İnsan üzerindeki güç odaklarından üçüncüsü ise, ‘nefis’tir. Nefis, insandaki kötülük merkezidir. Ama o da kendisinin komutanları hükmündeki akıl ve kalbin, durumlarına göre harekete geçmektedir. Aklı ve kalp yaratılış maksadında kullanıldığında nefis onlara tabi olur. Böyle bir nefis, kötülüklerle değil, Rahmaniyetin cilveleriyle zevk ve lezzet alır.

Ama akıl ve kalp ne zamanki birbirlerine düşerler; akıl, marifetullah dışında beslenir, kalp sevgisini Yaratıcı dışındakilere (masivaullah) bağlarsa, nefis böyle kötü varlığını hissettirir. Ve insanın enaniyetini etkisi altına alıp, her türlü rezaleti insana yaptırır. Çünkü nefsi insana kötülükleri emreder. Böyle bir durumdaki nefsin terbiye edilmesi gerekmektedir.

Nefsin terbiyesi de ancak Kur’ân’ın hükümleriyle mümkündür. Nefis, Kur’ân’dan aldığı derslerle, makamını yükseltebilmektedir. Yani nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i marziye, nefs-i razıye ve nefs-i kâmile gibi mertebelere çıkabilmektedir.

Burada da mertebe katetmeyen nefis, mertebe kaybetmek durumundadır.

O zaman insan, nefs-i emmare etrafında, ala-yı illiyyinden esfel-i safiline sukut edecektir.

Netice olarak, üç selim, ‘fıtrat-ı selim’ olarak, bir mutlu hayat formülüdür.

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

EYVAHLAR OLMASIN!



“İnsan ve insanın hayatı, esmâ-i İlâhiyyenin tecelliyâtına bir tarladır.”

Mesnevî-i Nuriye

İnsanlar birbirine benzerse de hepsinin dünyaları farklı. Ağaçlar da birbirine benzer ama meyveleri hatta yaprakları bile ayrı ayrıdır. Sular da birbirine benzer ama her birinin içimi farklı; kimi acı, kimi tuzlu, kimi tatlıdır.

Yumurtalar da öyle değil mi? Yılanın yumurtası, serçenin yumurtasına benzerse de aralarında dağlar kadar fark vardır. Kaldı ki dağlar bile birbirine benzemezler...

İnsanlar; çarşıya pazara hep aynı gibi gider. Oysa bu dıştan görünendir. Kiminin derdi kiminin neşesi vardır. Her şeyin iç yüzünü ancak Allah bilir. Sinelerde ne gizli ancak O (cc) bilir. Her şey O'na ayan beyan, bize pinhan.

“O günde ki (bütün) sırlar yoklanıp meydana çıkacaktır.” (Tarık Sûresi: 9)

Ne büyük bir gerçeğin ifadesidir. Kimin ne kazandığı, kimin ne götürdüğü o gün bilinecek.

***

Ölüme de böyle gideriz; çarşı pazara gidişteki benzerlik gibi. Ama ölenin hâlini ve amelini kim bilebilir Allah’tan başka. Bir kısmımız belki hüsran ve zarar içinde, bir kısmımız da belki ebedî saadeti kazanmış olarak göçer gideriz. Her şeyin iç yüzünü ancak Rabbimiz bilir. Yunus Emre; “Kabre vardığım gece hâlim nice olur” diye ölmeden önce bir ince muhasebeye dâvet eder gibi.

Hz. Mevlânâ, Mesnevî’de çok güzel kıssalar anlatır. Onlardan birini, dünyada son demlerini yaşayan seçkin bir sahabenin hanımı ile olan konuşmalarını dinleyelim. Gün gelir lâzım olur. Bilelim, bekleyelim, hem Hz. Peygamberin okulundan bu yüce insanlar nasıl bir eğitim almışlar, yakından görüp öğrenelim:

Hz. Bilâlî Habeşi’nin yüzüne ölümün rengi aksedince; Hz. Bilâl, hilâl gibi olunca onu bu halde gören hanımı; “Eyvahlar olsun!” dedi.

Hz. Bilâl ise;

“Hayır... Hayır... Ne hoş, ne güzel” cevabını verdi.

Ve dedi ki:

“Ben esas şimdiye kadar yaşamaktan esef ve keder içindeydim. Sen ölümün nasıl bir yaşayış ve ne olduğunu ne bilirsin?”

Hz. Bilâl böyle söylüyor ve yüzünün rengi gül gibi açılıyordu. Çehresini saran nur, güneş gibi parlıyordu.

O Bilâl ki, Hz. Ömer onun makamını ve yüceliğini ifade için, “efendimiz” tabirini kullanmıştır. “Ebubekir Efendimiz, Bilâl Efendimizi azad eylemiştir” demiştir. Hz. Peygamber (asm) onun değerini bir mübarek hadisinde; “Cennete girdim, orada Bilâl’in ayak sesini duydum” buyurmuştur.

Habeşli idi, siyahtı. Gecenin rengi de siyahtı. Gecelerin içinde doğardı o parlak güneşler. Hem gözbebeği de siyahtı. Ama o nurlu siyahlık var ya, o nurlu siyahlık, görmemizi sağlayan oydu. Ruhumuzun penceresi o kara nokta idi. Hz. Bilâl de kâinatın gözbebeği olan Fahr-i Âlemin gözbebeğiydi âdeta.

Bir hadisi şerifte Hz. Peygamber (asm); “Siyahların en hayırlısı şu üç kişidir: Lokman, Bilâl ve Mihca” buyurmuştur.

Mihca, Bedir’de şehit olmuş bir zattır. Evet işte o mübarek insana hanımı yine dedi ki:

“Ey güzel tabiatlı, ayrılık zamanı mı?”

Hz. Bilâl:

“Hayır, hayır, vuslat demi, kavuşma ânıdır.”

Yine eşi:

“Bu gece gurbete gidiyorsun, hısım ve akrabanın gözlerinden kaybolacaksın.”

Hz. Bilâl:

“Hayır, hayır, bu gece ruhum gurbetten asıl yurduna gidiyor, asıl vatanına kavuşuyor.”

Hanımı:

“Senin yüzünü biz nerede göreceğiz?”

Hz. Bilâl:

“Allah’ın has kullarının halkasında. Bu halkada, yüzüğündeki elmas taşın parladığı gibi Rabbü’l-Âlemîn’den gelen nur parlar.”

Eşi: “Vah yazık, bu ev harap oldu” dedi.

Hz. Bilâl:

“Sen aya bak, sise, buluta bakma” dedi. Yani cesede bakma, ruha nazar et, tembihinde bulundu. Çünkü ceset fani, ruh bakidir. Hatta ceset ne kadar zayıf düşerse o ruh o kadar kuvvet bulur, tertemiz olur.

Hz. Bilâl sözlerine şöyle devam etti:

“Cenâb-ı Hak, benim cesedimin hanesini daha güzel imar etmek için yıktı. Zaten ailem kalabalıktı, ev de küçük ve dardı. Bir kuyuya benzeyen evde, bir yoksuldum, şimdi padişah oldum. Padişah için de köşk ve saray lâzımdır. Onun içindir ki, bu dar ve sıkıcı evin yıkılmasının vaktidir. Yeniden ve daha geniş olarak yapılması gerekir.”

Gerçekten de öyle değil midir? O padişahlar, o sultanlar, köşkler ve saraylarda yaşadıkları ve o güzel yerlere alıştıkları için daha güzel yerlere lâyıktırlar. Bu dünya onlara dar geldiği için, ebedî olan saraylarına gittiler.

Kur’ân-ı Kerim’de de bu durum şöyle ifade edilir:

“Şüphesiz ki, takva sahipleri, cennetlerde ırmaklar (kenarların) da, Hak meclisinde (ve) kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah)ın yanındadırlar.” (Kamer Sûresi, 54-55)

Bu dünya kalbi ölmüş kimselere geniş ve parlak görünür. Oysa dışı geniş, içi gayet dardır. Eğer dünya dar ve ıztırap verici bir yer değilse, bunca insanın üzüntü ve kederden şikâyeti nedendir? Niçin orada fazla yaşayanın beli bükülüp iki kat olur?

Evet ruh ancak uyku esnasında dünya hapsinden kurtulur. Ruhun nasıl rahatladığına ve sevindiğine dikkat ediniz. Fakirlik ve ihtiyaç içinde kıvranan, yahut elem ve ıztırap içinde inleyen bir insan uyudu mu, o ıztırap ve o ihtiyacını unutur. Hatta güzel rüyalar görür. İşte o rüyalar, ruhun geçici de olsa kurtulması ve ferahlamasıdır.

Uykuda iken zalim bile, kendi zulümkâr tabiatından kurtulur. Zindandaki mahkûm da hapis düşüncesinden yine uyku ile kurtulur. “Uyku ölümün kardeşidir” kutlu sözü işte bu gerçeği dile getirir.

Evet dünya böyledir işte. Bir üzüm yedirir bin zahmet çektirir. Kabuksuz öz arayan burada çok aldanır. Bediüzzaman Hazretleri:

“Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda, öyleyse geç, iyi mallar dizilmiş arkasında” diye ne güzel söylemiş.

Evet dünyanın genişliği, gözbağından ibarettir. Halbuki ahirete nispeten o çok dardır. Gülmesi ağlamaktan ibarettir. Bu gerçeğe işareten, Hz. Bediüzzaman; “Dünya bütün şaşaasına rağmen, ahirete nispeten, bir zindan hükmündedir” demiştir.

Ruh bedenle bağlı bulundukça sıkıntısı bitmez. Bedenimiz sıkıcı kasvetli bir ev gibidir. Ruh da orada hasta ve sakat bir haldedir. İşte ruh, o dar evi çıkmasıyla beraber yıkar ama, daha büyük bir saraya gitmek için.

Ahiret âlemine nispetle dünyanın darlığı ana rahmi gibidir. Dünyadakiler, ana rahmindeki bebeklere benzer. Ömrünü ve kemalini tamamlayanlar, vadesi geldiğinde artık yeni bir âleme doğarlar.

Ölüm ânı, doğum ânından farksızdır. Hem hamile kadın ağrısından nasıl kurtulacak diye ağlar, oysa dar yerdeki bebek, kurtuluş zamanı geldi diye güler, sevinir. Aynen öyle de ölümün her nev'î ıztırabıyla beden elem ve ıztırap duyarsa da ruh kurtuluyorum diye sevinir ve güler.

Ne mutlu ölümü yokluk değil de varlık görenlere ve bilenlere.

Ne mutlu ölümü, ahbaba, dosta kavuşturan bir vasıta bilenlere.

Ne mutlu ölümü Hz. Peygamber ve dostlarına giden bir yol bilenlere ve o arzuyla coşup taşanlara.

Yâ Rab! Hz. Peygamber, âl ve ashabına cennette komşu eyle. Ruhumuzu ebedî azaplardan ve cehennem ateşinden muhafaza eyle.

Affeyle, mağfiret eyle, yâ Rahim, yâ Erhamerrahimîn.

Akşam olunca sönen güneşlerden eyleme yâ Rab.

Nurunun envâıyla, esmânın esrarıyla ruhumuzu münevver eyle.

Ebedî ve daimî nurlara gark eyle. Âmin..

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Tarihî ruhaniyetli şehir Bursa, sizleri bekliyor



DünyanIn en iyi, en güzel tanınmış tarihî başşehirlerinden birisi tarihî, yeşil ve ruhaniyetli şehir Bursa’dır..

Devlet-i âliye-i Osmaniye’nin ilk başşehri ilk göz ağrısı ve imparatorluğun dibacesi tarihî şehir Bursa…Bursa Osmangazi’nin sevdası iken Orhan Gazi’nin yari olmuştur… Bugün Bursa’nın merkezinde Tophane semtinde yan yana iki türbede kendilerini ecdat ve ceddi sayan torunlarını beklemekteler…

Bursa’da aynalar sadece göstermezler, arka planda sizlere bir şeyler anlatırlar…

Devlet hastanesinin güney cephesinde Sultan Orhan ve Osman’ın ağabeyleri Alaaddin Bey’in yaptırdığı devletin ilk camii restore edilmiş vaziyette ziyaretçilerini bekliyor… Tophane semtinde Şehadet Camiinin yerinde Sultan Orhan’ın yaptırdığı cami vardı. Şimdi ondan hatıra güney kısmında bir yarım kemer duvarı ve kitabe bizlere; Osmanlı Beyliğinin Devlet idaresine kavuşurken yaptırdığı geniş camiinde hatıralar nakleder… Eski Bursa'nın, dibace-i imparatorluğun Çekirge semti köşesinde Bursa Ovasına nazır bir tepede Sultan I. Murad Hüdavendigâr Camii şerifi ve Sultan I. Murad, devlet umdelerini yerleştirdiği bu güzel belde de elbette ki rahat kabrindedir İnşallah. Çünkü Kosova Ovasından Rumelililerin dini İslâmın güzellikleriyle tanıştıran bir padişahtı. Kosova’da Varna’da topyekûn devletin elindeki Rumeli topraklarında, Anadolu’da harp meydanlarında şimşek gibi çakan, yıldırımlar gibi kayan yağız bir delikanlı Sultan Yıldırım Beyazıd Han…

Timur karşısındaki haksız mağlûbiyetin acılarını şimdi Yıldırım Tepesindeki yaptırdığı caminin kuzey kısmındaki türbesinde dindiriyor… Kanuni’ye kadar gelen bütün padişahlardan çok cami yaptıran. Niğbolu meydan muharebesinin ganimetleriyle Bursa Ulucaminin söz verdiği yirmi cami yerine yirmi kubbeli olarak yaptıran ve Allah’a cihad ve ubudiyetleri konusunda gayet itaatkâr olan Sultan Yıldırım Beyazıd Han bir bakıma imparatorluğun merkezine bir sıfat daha ilâve etmiş oluyordu. Ruhaniyetli şehir Bursa…Ve Ruhaniyetli şehir Bursa’da dünyanın beşinci makamı unvanını alan Bursa Ulu Camii… Bağrı yanık babasından kalan bölünmüş parçalanmış bir devleti birleştiren ittihadi ve birliği sağlayan Sultan I. Mehmed Çelebi Yeşil semtinde yaptırdığı çini san'atının harika şaheserleriyle bezenmiş caminin güneydoğusundaki türbesinde, Yeşil Türbede istirahat ediyor… Tarihî gelişim içinde, hayattan ve devlet idaresi ve insanlardan alınacak dersler alınmış, devletin birliği ve dirliği sağlanmış bir vaziyete getirildiğinde Sultan II. Murad’ı Osmanlı devletinin başında görüyoruz.

Dinî vecibelerini yerine getirmekte çok hassas ve devlet idaresinde maharetli bir padişah olan Sultan II. Mehmed’in babası Sultan II. Murad, Muradiye semtinde yine kendi yaptırdığı Muradiye Camiinin haziresinde kabrinin kubbesinde rahmet gelsin diye vasiyet ettiği ve açık olarak yaptırdığı türbesinde yatmaktadır. Hepsi dindar, hepsi cengâver, hepsi hamiyetli ve hayırsever altı Osmanlı padişahı Osmanlı Devletinin mayasını attıkları bu güzel tarihî ve ruhaniyetli Bursa’da kendilerini ziyarete gelecek torunlarından evlâtlarından birer Fatiha beklemektedirler.

5 Nisan 2009 Pazar günü Bediüzzaman Said Nursî için okutulacak mevlidi şerifte bu Fatihalara iştiraklerinizi bekleriz.

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Filistin'de barış yakın mı?



ABD Dışişleri Bakanı Clinton göreve başlar başlamaz bölgemizde dolaşmaya başladı. Önce Türkiye’ye gelip PKK meselesinin çözümüne yönelik projesini sundu.

Şimdi de İsrail ile Filistin arasında arabuluculuk yapma çabalarını sürdürüyor. Ancak 3 Mart'ta İsrail’de, Amerika’nın İsrail’in hamisi olmaya devam edeceğini ve bu ülkeyi İran ve bölgedeki diğer tehditlerden korumaya devam edeceğini açıkladı. Ertesi gün ise Filistin Lideri Mahmud Abbas’a Obama’nın destek mesajını iletti. İsrail’de yeni hükümetin kurulmasından sonra 2007’de başlayıp akim kalan barış görüşmelerinin yeniden başlatılacağı vaadinde bulundu. Aynı zamanda himaye ettiği İsrail’in yerlebir ettiği Gazze’nin yeniden imarına ilişkin planlarını anlattı.

Bir gün önce Clinton, İsrailli yöneticileri bölgede bir Filistin devletinin kurulmasının onların yararına olacağı konusunda ikna etmeye çalıştı. İsrail’deki yeni hükümeti kuracak olan Likud Partisi lideri Benjamin Netanyahu ise Ortadoğu’daki çatışmaya “iki devletli bir çözüm” bulunması konusundaki isteksizliğini açıkça gösterdi.

İsrail’in bu tutumunu bilen Filistin yönetimi ise, İsrail kayıtsız şartsız bir iki devletli çözümü kabul etmediği sürece barış görüşmelerinin başlamayacağını duyurdu. Aslında görüşmelerin önündeki engel bundan da ibaret değil. İsrail’in yeni yerleşim yerleri kurmayı planlaması çok önemli bir sorun. Netanyahu, selefi gibi yeni yerleşim yerleri kurmadıklarını, yalnızca mevcut yerleşim yerlerinin “doğal nüfus artışı” sebebiyle genişlediğini ileri sürüyor. Filistin yönetimi ise Clinton’dan İsrail’e baskı yaparak bunun önüne geçmesini istiyor.

Bütün bu gelişmeler aslında bölgede sıkıntılı günlerin bitmediğini gösteriyor. Halen kendi içinde ikiye bölünmüş olan el-Fetih ve Hamas yönetimleri kendi aralarındaki husûmeti bitirmediği sürece, İsrail ile güçlü bir müzakere yeteneğine sahip olamayacaklar.

2006 seçimlerinde Hamas’ın çoğunluğu ele geçirmesiyle başlayan çatışmalar, 2006 ve 2007 yıllarında Amerika’nın el-Fetih grubuna eğitim, silâh ve mühimmat sağlamasıyla yoğunlaştı. Amerika, bölgedeki müttefikleri Mısır ve Ürdün’ü de Fetih askerlerine eğitim desteği vermeye ikna etti. Bu çatışmalar, İsrail’in son Gazze saldırılarında, Hamas’ın yalnız bırakılması ve sivil halkın da bu çatışmalar yüzünden uluslar arası yardımlardan güçlükle yararlanabilmesi sonucunu doğurdu.

Filistin’e barışın bir an önce gelebilmesinin önşartı Şubat sonunda Kahire’de iki parti arasında başlayan görüşmelerin kısa sürede tamamlanarak uzlaşmaya varılması. Gündemlerinde bir ara dönem hükümeti kurulması, başkanlık ve meclis seçimlerinin yapılması ve sınır kapılarının açılması konuları bulunuyor. Gazze’de yaralar hâlâ sarılmadı. Fetih ve Hamas arasında bir uzlaşmaya varılıp Filistinliler tek vücut olmadıkça bu yaraların sarılması imkânsız.

Ancak Filistinlilerin bölünmesinin teşvikçilerinin bu bölünmeden çıkarı henüz ortadan kalkmadı. O yüzden birleşme yakın zamanda gerçekleşmeyecek bir hayal gibi görünüyor.

YENİ BİR SUİKAST

Çeçenistan’ın kukla lideri Ramazan Kadirov’un ülke dışındaki muhaliflerine yönelik susturma kampanyası sürüyor. Rus istihbarat servislerine bağlı Vostok milis güçlerinin eski komutanı olan ve son savaşta Güney Osetya’da Gürcistan’a karşı savaşan, sonra da Kadirov’la ihtilâfa düşüp kaçan Salim Yamadayev, Dubai’de suikasta kurban gitti. Böylece son birkaç ay içinde İstanbul’da öldürülen üç Çeçen ile birlikte beş muhalif, Kadirov’un suikastçı casuslarının kurbanı oldu.

İstanbul’daki Çeçen mültecilerin kaygılandıran bu gelişmeleri daha dikkatle izleyip, tedbir alınması gerekmez mi?

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Türkiye’nin kaybedecek zamanı kalmadı



Seçim bitti artık ülkenin gerçek gündemine dönme vakti geldi. Çünkü 2-3 aylık seçim kampanyası döneminde gerek oy kaygısı gerekse de değişik mülâhazalarla birçok meselenin üzerine gidilemedi.

Özellikle dünyayı kasıp kavuran ekonomik krizle ilgili olarak seçmene hoş görünmeye dönük paketler açıldı. Ancak bu paketlerin krizi bertaraf etmeyeceği de ortada. Zira, Türkiye’nin 2008’in son çeyreği itibariyle yapılan uluslar arası kıyaslamada, ekonomide küçülmenin en fazla olduğu ikinci ülke olduk. Bu yılın ilk çeyreğinde belki de ilk sıraya yükseliriz.

Türkiye’nin büyük bir ekonomik daralmayla karşı karşıya olduğu ortada. Bu daralma zaten çok yüksek olan işsizlik oranını daha yükseltecek.

BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun, G20 zirvesinden önce İngiliz Guardian gazetesine yaptığı açıklamada, ekonomik kriz için tedbirler alınmaması durumunda dünya genelinde “sosyal kargaşa” çıkabileceği uyarısını yaparken, “Daha kötüsü olmasından korkuyorum. Bazı devletlerin sonu olabilir” ikazını da yapıyor.

Bu durum, global dünyada elbette Türkiye için de geçerlidir. Kriz tellâllığı yapmamak lâzım, ancak bazı gerçeklerin de görülmesi gerek. Bu durumda hükümetin işveren ve işçi kesimleriyle acilen toplantı yapıp, uygulanacak tedbirleri bir an önce alması gerekiyor.

* * *

Bir diğer konu da sivil anayasa… Başbakan Erdoğan hızlı trenin seferlere başlaması dolayısıyla Eskişehir’e giderken yaptığı açıklamalarda seçimlerin hemen ardından 4-5 konuda anayasada bir değişiklik yapılabileceğini söylemişti. Temmuz 2007’de “Tamamen sivil bir anayasa yapacağız” diye yola çıkılarak, taslaklar hazırlayan hükümetin şimdi 4-5 değişiklikle bunu geçiştirmeye çalışmasını kimseler kabul edemiyor.

Başbakan bunu söylerken, değişikliklerin Anayasa Mahkemesinde iptal edilebileceği endişesini de taşıyor. Anayasa Mahkemesinin yapısının değişmesini istediklerini bu konudaki talep üzerinde çalıştıklarını dile getiriyordu.

Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış ise seçimlerden önce yaptığı açıklamada Türkiye’nin mevcut anayasa ile AB üyesi olamayacağını söylemiş, AB yetkilileri de bunu desteklemişlerdi. AB’li yetkililer şimdi de hükümetin reformlara devam etmesi gerektiği üzerinde dururken, demokratikleşmenin en önemli adımının da sivil bir anayasa olduğunu vurguluyorlar. Yani, demokratikleşme ve özgürlükler konusundaki beklentiler AB süreci de dikkate alınarak yeni bir anayasanın yürürlüğe konulmasıyla karşılanmalı.

Türkiye’nin sivil ve demokratik bir anayasayı 2009 yılı içinde yürürlüğe koyması gerekiyor. Halk, bu anayasa ile daha fazla yönetilmek istemiyor.

Başbakan Erdoğan, seçim sonuçlarını değerlendirdiği partisinin yetkili kurullarında, reformlara devam edileceğini söylüyor. O zaman, öncelikli reform; demokratik, özgürlükçü, sivil, insanı ön plâna çıkaran bir anayasa yapmaktan geçiyor. Zaten anayasanın birkaç maddesini değiştirerek “sivil” yapmak da mümkün görünmüyor.

Şu da unutulmamalıdır: Yeni anayasanın geniş bir uzlaşmayla yapılması gerekiyor. Bundan önce hem iktidar partisi, hem muhalefet partileri, hem de sivil toplum örgütleri tarafından hazırlanmış taslak metinler var. Bunu dikkate alarak, Meclis’te grubu bulunan bütün partiler, Meclis dışındaki partiler, sivil toplum örgütlerinin de görüşleri alınarak kısa zamanda değişikliğin yapılması gerekiyor.

Zira, ihtilâl anayasası artık Türkiye’ye dar geliyor. Türkiye’nin bu konuda da kaybedecek zamanı kalmadı.

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Seçim spekülasyonu



Seçim bitti ama spekülasyonları devam ediyor. Aslında Obama’nın Türkiye’ye gelişi öncesinde Ankara’nın karşı karşıya kalacağı emr-i vakilerin müzâkeresi yerine kamuoyu hâlâ seçim tartışmalarıyla, kavgalarıyla meşgul ediliyor.

Ankara’nın terör örgütünün tasfiyesine karşılık, mâruz kalacağı oldubittilerin, muhtemel tâvizlerin hiçbiri tartışılmıyor. Yeni Amerikan Başkanı’nın çantasında nelerin olacağı, bunların ne kadar Türkiye’nin ve bölgenin millî menfaatleriyle uyuştuğu ya da uyuşmadığı soruları geri plânda bırakılıyor. Ankara’nın hangi bedelleri ödeyeceği ele alınmıyor…

Diğer yandan Başbakan’ın bizzat seçim gecesi iktidar partisinin seçimi kaybettiği bazı illeri tek tek sayıp peşinden altı yılı aşkındır devam eden kabinenin bazı üyelerinin değiştirileceğini, Londra gidişine bazı bakanları kapı dışarı edebileceğini söylemesi, seçimin başta ekonomik kriz olmak üzere halkın gündemi ve talepleri doğrultusunda derinlemesine değerlendirilmesini gölgeliyor.

Bu arada “yandaş” ve “karşıt” medyanın mârifetiyle iktidar partisinin sekiz puan oy düşüşünün analizi yerine, hangi bakanın kalıcı hangisinin gidici olduğu gibi “bakan toto” oyunu oynanıyor. Kabine revizyonu haberleriyle Türkiye’nin gündemi bulandırılıyor.

Ve bu yüzden seçim değerlendirmeleri de doğru dürüst yapılmıyor, yapılamıyor. Ülkenin geleceği, demokratikleşme, ekonominin en az zâyiatla düze çıkması gibi devasa gündemler, dış politikadaki önemli konular “elbirliği”yle âdeta “teğet geçiliyor.”

BÜTÜN MANİPLASYONLARA

RAĞMEN…

Toplum dengelerinin altüst olduğu bir ortamda, Türkiye’nin gerçek gündemi yine savsaklanıyor. Görünen o ki gündemin “geçim”den “seçim”e kayıp saplanması, siyasî iktidarın da işine yarıyor…

Gerçekten, daha sonra altı doldurulamazsa da, hatta İsrail’le ilişkilerin daha da derinleştirilip işbirliğinin genişletileceği ve başta savunma sanayii anlaşmaları olmak üzere silâh alımı ihâlelerinin süreceğinin Bakanlar Kurulunda kararlaştırıldığı bizzat hükûmet sözcüsü Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı tarafından açıklansa da, Başbakan’ın Davos’ta yaptığı “çıkış”ın geniş halk kesimlerindeki etkisine rağmen…

Yerel seçimlerde fevkalâde âmil olan bütün iktidar imkânlarına; Başbakan’dan Adalet Bakanı’na kadar birçok bakanın halka karşı açık açık “yerel seçimlerde oy yoksa hizmet de yok!” söylemine, “belediye başkanını iktidar partisinden seçmezseniz projelerinizi Ankara’dan geçiremez!” açık tehdidine rağmen…

Daha önce isâbetli tahminlerde bulundukları halde, hiçbir anket ve araştırma mantığına sığmayan 13 puan yanılmayla AKP’yi yüzde 52’lerde gösteren ve bir nev'î manipülasyon olduğu açıkça ortaya çıkan anket şirketlerinin saptırmalarına rağmen…

Seçim öncesinde hummalı bir surette dağıtılan yüzbinlerce tonluk kömür poşetlerine, hatta buzdolabı, çamaşır makinesi ve para dağıtımına; endâzesi kaçmış, yer yer skandala dönüşen uçuk yardımlara rağmen…

SEÇİMİN DOĞRU

ANALİZİ YAPILMIYOR

Keza son genel seçimler öncesindeki e-muhtırada ve Anayasa Mahmekesi’nin Meclis’in Cumhurbaşkanı seçimdeki “367 icâdı”nda olduğu gibi iktidar partisinin hesâbına geçtiği bütün gözlemcilerce tesbit edilen “Ergenekon soruşturması”nın “ek iddianâmesi”nin seçimden dört gün önce medyada bol bol yer almasına ve istimaline rağmen…

Seçim gecesi trafoların sabotajlanmasıyla kesilen elektriklere, peşinden çöp tenekelerinde bulunan oy pusulalarına, iktidar partisinin bütün gücüyle seçime asılmasına ve abanmasına, Başbakan’ın aylar öncesinden başlayıp her açılışı bir seçim şovuna ve propagandasına dönüştürmesine, 62 yerde mitingler yapıp memurların otobüslerle, trenlerle bu açılışlara götürülmesine rağmen…

En çarpıcısı, aynı kulvarda yarışan partilerin kayda değer bir oy almamalarına rağmen…

İktidar partisinin mahallî seçimlerde bâriz bir biçimde oy kaybetmesinin, birçok yerde zorlanmasının ciddî bir tahlili yapılmadı yapılmıyor. Seçim sonrası sun’î gündem ve spekülasyonlarla asıl gündem gözden kaçırılıyor.

Varsa yoksa bazı mahallerde kördüğüme dönüşen sandık ve oy sayımı kavgaları ve hangi bakanın değişeceği, yerine kimin geleceği gibi bir işe yaramayan dedikodularla kamuoyu oyalanıyor. Türkiye, bir defa daha gerçek gündeminden alıkonuluyor.

Peki neden? Bazı dahilî ve hâricî projelere ve dayatmalara daha kolay gelmesi için mi?

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Öğrencilere el uzatalım



Sıkıntıların büyüklüğünü anlatmak için “Bıçak kemiğe dayandı” denir. Maalesef, ekonomik krizin etkilediği ülkemizde bıçak kemiğe dayanmakla kalmadı, kemiği de deldi geçti.

Bıçağın “kemiğe dayandığını” ya da “delip geçtiğini” anlatan çok sarsıcı bir göstergeyle karşı karşıyayız. Sürüklendiğimiz kriz, hayatımızı bütün yönleriyle sarsarken, eğitimi de ciddî mânâda etkilemeye başlamış.

İşte delili: “Uşak Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Adnan Şişman, ekonomik kriz sebebiyle öğrencilerin çok zor günler geçirdiğini belirterek, akademik yılın ikinci kayıt döneminde 328 öğrecinin ekonomik sıkıntılar nedeniyle kayıt yenileyemediğini söyledi.” (Yeni Asya, 3 Nisan 2009)

Yaşanan her probleme bir bahane bulmak isteyenler; “Eee, ne var bunda? Bazı öğrencilerin paraları yoksa okumasınlar, ticarete atılsınlar, çalışsınlar. Kriz dünyayı etkilemiş. Eğitimi de etkilemesi normaldir” diyebilir. Sathî bir nazarla bu tesbite katılanlar da olabilir. Hadise bu kadar basit olsa, ‘Üzerinde durmaya değmez’ demek belki mümkün olurdu. Fakat hadisenin temeline inildiğinde bu konunun çok çok önemli olduğunu görebilmeliyiz.

Bakınız, vazgeçilmesi istenen ya da imkânsızlık sebebiyle vazgeçilen şey ‘lüks tüketim malzemesi” değildir. Vazgeçilmesi istenen şey, eğitimdir. “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olayım” diyen bir anlayışa sahip kişilerin yaşadığı bir cemiyette böyle bir hâdisenin yaşanabilmesi hep çok düşündürücü, hem de çok yaralayıcıdır.

Üniversite rektörünün açıklamalarının devamında, aslında kayıt yenileyemeyen öğrenci sayısının 700’ü aşkın olduğu, ama bir iki defa ‘süre uzatarak’ daha fazla kişinin kayıtlarını yenilemelerini temin ettikleri ifade ediliyor. Demek ki kayıt yenileyemeyen 328 öğrenci ‘tamamen maddî imkânı olmayan’ ailelere mensup öğrenciler.

Bir üniversitede bu kadar çok maddî imkâna sahip olmayan öğrenci olduğuna göre, Türkiye’deki diğer üniversiteleri de hesaba katmak lâzım. Maddî imkânsızlık sebebiyle okuyamayan, üniversiteyi kazandığı halde devam edemeyen öğrenci sayısının ne kadar artacağı hesaplansın.

Tabiî ki bu durum sadece “Türkiye’yi idare edenler”in kabahati değildir. Kabahatin büyüğü onların olmak üzere sırasıyla bizim de kabahatimiz vardır. İmkânlarımızın ne kadarını öğrencilerin eğitimi için, ‘oku’ması için harcıyoruz? Kaç öğrenciye ‘burs’ verebiliyoruz? Kaç öğrencinin derdiyle dertleniyoruz?

Hatırlamak ve hatırlatmak lâzım ki, öğrenciye verebileceğimiz ‘zekât’ borcumuz dahi vardır. Ortaya çıkan bu hazin tablo, değil ‘zekât’ı, ‘zekâtın zekâtını’ vermeyi dahi ihmâl ettiğimiz anlamına gelmez mi?

Arzumuz ve temennimiz, bu vesileyle gündeme gelen ‘fakir, imkânı olmayan öğrenciler’e mutlak sûrette el uzatılması gereğidir. Bunun için son dönemde maddî imkânsızlık sebebiyle kayıt yenileyemeyenlere yeni bir imkân ve ‘karşılıksız burs’ verilmesini teklif ediyoruz. Böyle bir adım, batağa saplanan ekonomiyi kurtarmak için atılan ‘vergi indirimi’ adımından daha önemli ve de gereklidir.

Parası olmadığı için okuyamayan öğrencilerin olduğu bir ülke, “Büyük Türkiye” olabilir mi? Lütfen, öğrencilere el uzatalım...

04.04.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hedef demokrat misyon



28 Şubat’ın görünüşteki hedefi millî görüş partisiydi, ama fiiliyatta, bu partiden ayrılanların kurduğu AKP’nin önünü açtı. İşin enteresan tarafı, bu işi, engeller gibi görünerek yaptı. 3 Kasım’da Erdoğan’ın seçime girmesine yargı yoluyla mani olarak AKP’yi parlatan sonuca katkıda bulundu; 27 Nisan sürecinde ise aynı şey askerin e-muhtırası ve Anayasa Mahkemesinin 367 kararıyla yapıldı.

Hatırlanacağı gibi, benzer bir taktik, 12 Eylül sonrası yapılan 1983 seçimi öncesinde Evren’in Özal’ı hedef alan konuşmasıyla sahneye konulmuş, işe yaramış ve ANAP’ı birinciliğe taşımıştı.

29 Mart seçimine giden süreçte bu taktik terk edildiği için AKP kendisine ekstra halk desteği sağlayan mağduriyet kozundan yararlanamadı.

Bunları böyle ifade ettikten sonra, bugün dikkat çekmek istediğimiz asıl konumuza gelelim.

Gerçekte 28 Şubat’ın, daha doğrusu 27 Mayıs’la başlayıp 28 Şubat’la devam eden statüko kaynaklı müdahalelerin asıl hedefi ve mağduru DP, AP, DYP ve yine DP ile temsil edilen çizgi.

27 Mayıs DP, 12 Mart ve 12 Eylül AP hükümetlerini safdışı ederken, 28 Şubat RP ile birlikte, koalisyon ortağı DYP’yi de hedef aldı. Ve zamana yayılan bu kesintisiz müdahale sürecinin serencamına baktığımızda görüyoruz ki, asıl hedef DYP-DP çizgisi. Dizayn edilmek istenen siyaset yapılanmasında bu çizgiye var olma ve yaşama hakkı tanımayan bir proje esas alınıyor.

Haddizatında DYP’nin RP ile koalisyon ortağı olması, 1995 seçiminden RP’nin birinci parti çıkmasıyla birlikte gündeme getirilen laiklik endişelerinin yersizliğini demokratik işleyiş içinde ortaya koyup, laiklik-irtica odaklı gerginliği izale edebilmek açısından çok önemli bir fırsattı.

Ama bu fırsatın kullanılmasına izin verilmedi.

Sonrasında da DYP’nin üstünün, 28 Şubat’a vücut veren odaklarca tamamen çizildiğini düşündüren bir siyasî proje uygulamaya konuldu.

28 Şubat gölgesinde yapılan 18 Nisan 1999 seçimi DSP ile MHP’yi öne çıkarıp, DYP’yi barajın az üstünde bir oranla muhalefete düşürdü.

2002 seçiminde bu oran kılpayıyla barajın altına inerken, 2007’de 5.4’e geriledi. Sonrasındaki anketler yüzde 1’lik oranlarla “tamamen silinme”yi ifade eden bir dip noktasına işaret ediyordu ki, 29 Mart 2009 yerel seçiminden çıkan 3.7’lik oran, herşeye rağmen “hayatiyet emaresi” olarak algılanan bir başarı şeklinde yorumlandı.

Ama yirmi yedi senelik tek parti diktasını yıkıp Türkiye’yi demokrasiye kavuşturan, uzun yıllar yüzde 40-50’lik oranlarla ülkeyi yöneten bir çizginin bu noktaya gelişi iyi tahlil edilmeli.

12 Mart’tan sonra “Sağı böleceğiz, AP bir daha asla tek başına iktidar olamayacak” niyetiyle uygulamaya konulan planlar, 79 Ekim’indeki ara seçimde AP’nin yüzde 47 oy almasıyla bozuldu.

Bunun üzerine yapılan 12 Eylül’ün koyduğu zorlu engel ve yasakları aşarak, bu defa DYP ile temsil edilen çizginin yüzde 27 oyla da olsa sandıktan birinci çıkması için 12 yıl geçmesi gerekti.

Ama sonrasındaki gelişmeler, bu yüzde 27’yi daha yukarı taşımaya imkân vermedi. Tersine, sürekli bir gerileme süreci yaşandı. Bunda, partinin, kurulan tuzaklara düşmesi de etkili oldu.

Söz gelişi, ANAP’ın RP ile koalisyon kurmasını engelleyip aynı ortaklığa DYP’yi teşvik eden ve akabinde Refahyol koalisyonunu 28 Şubat’ı başlatma gerekçesi olarak kullanan adresin askerî cenah olduğuna dair iddialar dillendiriliyor.

27 Nisan sürecindeki tartışmalı parti politikalarında “bazı güçler”in etkili olduğuna, fiyaskoyla sonuçlanan ANAP’la birleşme senaryosunun asker patenti taşıdığına ilişkin ipuçları da var.

Ama bütün bunlar bir yana, vakıa şu:

Türkiye’de 28 Şubat’tan bu yana, 12 yıldır demokrat misyon çizgisini dışlayan bir siyasî yapı yürürlükte. Bu yapı, önce iktidardan düşürülen söz konusu çizginin muhalefet olarak devamına da izin vermemekte ısrarlı bir projenin ürünü.

Bozulması ise demokratların ferasetine bağlı.

04.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis