28 Şubat’ın görünüşteki hedefi millî görüş partisiydi, ama fiiliyatta, bu partiden ayrılanların kurduğu AKP’nin önünü açtı. İşin enteresan tarafı, bu işi, engeller gibi görünerek yaptı. 3 Kasım’da Erdoğan’ın seçime girmesine yargı yoluyla mani olarak AKP’yi parlatan sonuca katkıda bulundu; 27 Nisan sürecinde ise aynı şey askerin e-muhtırası ve Anayasa Mahkemesinin 367 kararıyla yapıldı.
Hatırlanacağı gibi, benzer bir taktik, 12 Eylül sonrası yapılan 1983 seçimi öncesinde Evren’in Özal’ı hedef alan konuşmasıyla sahneye konulmuş, işe yaramış ve ANAP’ı birinciliğe taşımıştı.
29 Mart seçimine giden süreçte bu taktik terk edildiği için AKP kendisine ekstra halk desteği sağlayan mağduriyet kozundan yararlanamadı.
Bunları böyle ifade ettikten sonra, bugün dikkat çekmek istediğimiz asıl konumuza gelelim.
Gerçekte 28 Şubat’ın, daha doğrusu 27 Mayıs’la başlayıp 28 Şubat’la devam eden statüko kaynaklı müdahalelerin asıl hedefi ve mağduru DP, AP, DYP ve yine DP ile temsil edilen çizgi.
27 Mayıs DP, 12 Mart ve 12 Eylül AP hükümetlerini safdışı ederken, 28 Şubat RP ile birlikte, koalisyon ortağı DYP’yi de hedef aldı. Ve zamana yayılan bu kesintisiz müdahale sürecinin serencamına baktığımızda görüyoruz ki, asıl hedef DYP-DP çizgisi. Dizayn edilmek istenen siyaset yapılanmasında bu çizgiye var olma ve yaşama hakkı tanımayan bir proje esas alınıyor.
Haddizatında DYP’nin RP ile koalisyon ortağı olması, 1995 seçiminden RP’nin birinci parti çıkmasıyla birlikte gündeme getirilen laiklik endişelerinin yersizliğini demokratik işleyiş içinde ortaya koyup, laiklik-irtica odaklı gerginliği izale edebilmek açısından çok önemli bir fırsattı.
Ama bu fırsatın kullanılmasına izin verilmedi.
Sonrasında da DYP’nin üstünün, 28 Şubat’a vücut veren odaklarca tamamen çizildiğini düşündüren bir siyasî proje uygulamaya konuldu.
28 Şubat gölgesinde yapılan 18 Nisan 1999 seçimi DSP ile MHP’yi öne çıkarıp, DYP’yi barajın az üstünde bir oranla muhalefete düşürdü.
2002 seçiminde bu oran kılpayıyla barajın altına inerken, 2007’de 5.4’e geriledi. Sonrasındaki anketler yüzde 1’lik oranlarla “tamamen silinme”yi ifade eden bir dip noktasına işaret ediyordu ki, 29 Mart 2009 yerel seçiminden çıkan 3.7’lik oran, herşeye rağmen “hayatiyet emaresi” olarak algılanan bir başarı şeklinde yorumlandı.
Ama yirmi yedi senelik tek parti diktasını yıkıp Türkiye’yi demokrasiye kavuşturan, uzun yıllar yüzde 40-50’lik oranlarla ülkeyi yöneten bir çizginin bu noktaya gelişi iyi tahlil edilmeli.
12 Mart’tan sonra “Sağı böleceğiz, AP bir daha asla tek başına iktidar olamayacak” niyetiyle uygulamaya konulan planlar, 79 Ekim’indeki ara seçimde AP’nin yüzde 47 oy almasıyla bozuldu.
Bunun üzerine yapılan 12 Eylül’ün koyduğu zorlu engel ve yasakları aşarak, bu defa DYP ile temsil edilen çizginin yüzde 27 oyla da olsa sandıktan birinci çıkması için 12 yıl geçmesi gerekti.
Ama sonrasındaki gelişmeler, bu yüzde 27’yi daha yukarı taşımaya imkân vermedi. Tersine, sürekli bir gerileme süreci yaşandı. Bunda, partinin, kurulan tuzaklara düşmesi de etkili oldu.
Söz gelişi, ANAP’ın RP ile koalisyon kurmasını engelleyip aynı ortaklığa DYP’yi teşvik eden ve akabinde Refahyol koalisyonunu 28 Şubat’ı başlatma gerekçesi olarak kullanan adresin askerî cenah olduğuna dair iddialar dillendiriliyor.
27 Nisan sürecindeki tartışmalı parti politikalarında “bazı güçler”in etkili olduğuna, fiyaskoyla sonuçlanan ANAP’la birleşme senaryosunun asker patenti taşıdığına ilişkin ipuçları da var.
Ama bütün bunlar bir yana, vakıa şu:
Türkiye’de 28 Şubat’tan bu yana, 12 yıldır demokrat misyon çizgisini dışlayan bir siyasî yapı yürürlükte. Bu yapı, önce iktidardan düşürülen söz konusu çizginin muhalefet olarak devamına da izin vermemekte ısrarlı bir projenin ürünü.
Bozulması ise demokratların ferasetine bağlı.
04.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|