08 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Nejat EREN

Seyda'nın sevdalıları Barla'da buluştu



Seyda’nın sevdasında olanlar geçen hafta sonu Barla’da buluştu. Altmış hizmet eri, tam üç gün geceli gündüzlü kudsî dâvânın “master plânlarıyla” ilgili yoğun bir mesai yaptı.

Bediüzzaman, talebesi Bayram Yüksel’e Barla için, “Keçeli sen bu karyeyi hakir görme! Zaman gelecek burası dünyanın cazibe merkezi olacak!” demişti. Barla, tam altmış hizmet erini bağrına bastı. Başta Mehmet Kutlular Ağabeyimiz olmak üzere, Talip Çiçek, Faruk Özhan ve Yeni Asya Vakfı ve Eğitim Merkezinin genç mensupları, Mustafalar, İsmailler, Celâleddinler… vd hizmet erleri oradaydılar.

Ankara’dan Ömer Tuncay, Ali Vapurlu, Sami Cebeci başta olmak üzere, İbrahimler, Mesutlar, Seyfeddinler, Barışlar…vd, yirmiden fazla ehli hizmet oradaydılar.

Şu an Anadolu’nun değişik yerlerinde hizmetin başında olan “vakıf temsilcisi” olanlarla, Anadolu’nun birçok il ve ilçesinden gelen diğer hadimler hepsi oradaydı.

Genç, dinamik, heyecan dolu, gayretli gözleri ışıl ışıl nurla dolu. Plânlı, programlı gelmişlerdi. Sevdaları “hizmetti.”

Buraya geliş ve bu toplantıya iştirak etme hedef-lerini üç ana başlıkta toplamak mümkün:

Birincisi: Dershane hizmetleri.

İkincisi: Gençliğe dönük hizmetler.

Üçüncüsü: Yaz ve kış “Risâle Okuma programları.”

Hazırlıklıydılar. Projelerini, tecrübelerini ve plânlarını birlikte müzakere ettiler, paylaştılar.

Dershane hizmetlerinin önemini ve daha iyi nasıl yapılması gerektiği üzerinde çok ciddî fikir ve görüşler serdettiler. Gençliğinin düştüğü manevî boşluktan kurtarma projesi ve gayretlerine hayran olmamak elde değildi.

Yaz ve kış “Risâle Okuma programları” konusundaki tecrübeleri, istek ve arzuları takdire şayandı. Barla’daki gündemi de, konuları da, idareyi de onlar hazırlamışlardı. Onlar icra ettiler. Biz de onları iftiharla dinledik. Bu muhteşem buluşma yıllardan beri hasretini çektiğimiz; “hizmetlerimizin müzakere edilmesi” konusundaki eksikliğin telâfisi konusunda önemli bir adım oldu. Bu toplantı, aynı zamanda on yıllık Barla Yeni Asya Sosyal Tesisleri tarihinde bu güzel müesseseyi “taçlandıran” bir toplantıydı. Önemli bir nokta da, Mehmet Kutlular Ağabeyin bu ehli hizmete hitap ederken kullandığı; “Sizlerin hizmet projelerini dinlerken sizlerle iftihar ettim!” cümlesiydi. Böyle bir toplantıda bulunmaktan zevk aldım. Hayalimde olan bir rüyam gerçekleşti, duygulandım. Bundan dolayıdır ki, bana söz hakkı verdiklerinde kelimeler boğazıma düğümlendi. Kısaca tecrübelerimi bir nebze anlatmaya çalıştım.

Bir başka dikkate değer konu ise, Türkiye Eğitim Komisyonunun ayrı bir salonda yaptığı toplantıydı. Bu kararlar da kısa zamanda çok güzel meyveler verecektir İnşallah.. “Dershane ve gençlik hizmetlerindeki” aksamalara çare olacak çok önemli bir toplantının yapıldığını müjdeleyebilirim.

Geçmişte yaşadığımız birçok tecrübelerde “Izdırar” derecesine gelen bazı hakikatlerin “fiilî duâlarla” harekete geçtiğine şahit olduk. Bu konularda da hep birlikte vereceğimiz azim ve kararlılık kısa zamanda hizmetlerimize yansıyacağını ümit ediyorum.

Bu toplantı vesilesiyle ilk olarak Barla’ya gelen genç kardeşlerimiz buradaki o nurlu mekânları gezip teorik olarak okuduklarını taptaze bir heyecanla yeniden yaşadılar. Hizmet mahallerine döndüklerinde buradan aldıkları aşk şevk ve heyecanın sürekli ve verimli hale gelmesi bizlerin gayret ve sahiplenmesine bağlı olduğunu da unutmayalım.

Bu toplantıya vesile olan ve katılan herkesi bütün ruhumla tebrik ediyorum.

Bizlere düşen en büyük sorumluluk “Sevda çiçeklerimiz” olan bu genç ve dinamik hizmet elemanlarına her türlü manevî ve maddî desteği vermek olmalıdır.

Hayatlarını bu kudsî dâvâya “vakfetmiş” bu bahadırlar ve “sevda çiçekleri” geleceğimizin teminatıdır. Hz. Üstadın işaret ettiği: Ömerler, Hamzalar, Saidlerdir. Üstadlarına “sadakte!” dediklerine biz bizzat şahit olduk Elhamdülillâh. Üstadın etrafındaki bir avuç “saffı evvelin” “sahabe mesleği“ olan bu kudsî dâvâda; hakikatleri bütün arz üzerinde herkese ulaştırmak için çırpınıyorlar. İşte bu “sahabe“ mesleğinin devamına bizim de katkımız olsun diyorsak, her türlü dünyevî kazurat ve boş işleri bırakıp bunlara sahip çıkalım!

Bu mübarek belde Barla başta olmak üzere yepyeni hizmet mahallerinde, farklı faaliyetlerle, kardeşlik, ihlâs ve duâlarda buluşmak dilek ve temennisiyle.

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İletişimde nezaket üslûbu



H. Nisa Hanım: “Eşim bana karşı haksız yere çok kırıcı davranıyor. Ayrılmak istemiyorum. Çünkü çocuklarım var. Küsmek bir çözüm olabilir mi? Bazen tepki verdiğim zaman birbirimize kırıcı oluyoruz. Birbirimize nasıl davranmalıyız?”

İnsanlar arası ilişkilerde öylesine birleştirici bir dinimiz var ki, hiçbir beşerî hatâ için insanlar arasına çatlak ve ayrılık girmesine aslâ müsaade etmez. Kur’ân, gayr-i Müslimlerle ilgili yaptığı uyarılarda bile, asla ve asla insanlığın rafa kaldırılmasını istemez. Cenâb-ı Hak Hazret-i Musa gibi bir büyük Peygamberine (as), Firavun gibi bir azılı kâfir için “yumuşak sözle yaklaşmayı” emrediyor!1, Bu âyet bize çok şey öğretiyor! Biz, hiç olmazsa birbirimize karşı ilişkilerimizde “yumuşak huylu olmayı, yumuşak sözlü olmayı” Allah’ın emri saymalıyız. Kavimleri tarafından taşlanarak kan-revan içinde bırakılan nice peygamberler vardır ki, bir yandan acı içinde kanlarını silerlerken, diğer yandan, “Allah’ım! Kavmimi bağışla! Onlar bilmiyorlar!”2 diye duâ edebilmekteydiler. Muhatabın kötü tavrı neden küsmeyi gerektirsin?

Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’in (asm) Mekkelilere karşı yumuşak tutumunu şöyle över: “Allah’ın rahmetinden dolayı sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz onlar etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet! Onlar hakkında mağfiret iste!”3

Müslümanlar arası ilişkilerde ise Kur’ân tam bir nezaket incisidir! Asla, ama asla hiçbir Müslümana kem gözle bakılmasına izin vermez. Bakınız; Kur’ân, Müslümanları kardeş ilân eder4, Kur’ân, Müslümanlar arası gıybeti, sû-i zannı5 arkadan çekiştirmeyi ve kaş-göz işâreti ile alay etmeyi haram kılar6. Kur’ân, mü’minlerin birbirlerine karşı mütevazı ve merhametli, kâfirlere karşı güçlü ve izzetli olmalarını takdir eder7, Kur’ân, mü’minler için hayırlı bir sıfat olarak, “Onlar öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler.”8 buyurur; Kur’ân, mü’minlere, “Affetsinler! Aldırmasınlar! Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?”9 buyurur.

Misalleri arttırmak mümkün. Kur’ân’da barışı, kardeşliği, affı ve bağışlamayı öneren onca âyete rağmen, kin ve nefretin, sürtüşmenin, küskünlüğün, dargınlığın ve kırgınlığın sürdürülmesini haklı gören tek bir âyete neden rastlamayız acaba? Kur’ân bu yaklaşımıyla,—hâşâ—bir tarafı haklı mı kabul ediyor? Yoksa her kayıt ve şartta Müslümanları “barış” ortak paydasında birleştirmek mi istiyor?

Bu âyetler, hiç şüphesiz eşler arası ilişkilerde çok daha nazik ve emredici hükümler taşır. Bir yastıkta kocayan veya bir yastıkta ebediyete yürüyen eşler, dinimize göre; 1- Birbirlerinin hatalarını görmemelidirler, 2- Birbirlerini mutlak surette bağışlamalıdırlar, 3- Birbirlerine kesinlikle nazik davranmalıdırlar, 4- Birbirlerine kayıtsız şartsız sevgi ve saygı duymalıdırlar, 5- Birbirlerinin hoşlanmadıkları huylarını “yok” saymalı ve görmezden gelmelidirler. 6- Birbirlerinin kızgın hallerinde öfkeyi körükleyen değil, kesinlikle susmayı ve sineye çekmeyi tercih eden taraf olmalıdırlar.

Çünkü Kur’ân, eşleri, Cennet gölgeliklerinde karşılıklı koltuklar üzerinde yaslanmış, istedikleri her meyvenin ve ikramların ayaklarına getirildiği birer “ebediyet arkadaşı=âhiret dostu” olarak takdim ediyor.10 Peygamber Efendimiz (asm) bunun için, “Hayırlılarınız, kadınlarınıza hayırlı olanlarınızdır!”11, “Allah’a iman etmiş olan bir koca, Allah’a iman eden karısından nefret etmez. Onun bir tabiatını beğenmezse, diğerinden hoşlanır”12 buyurmaktadır.

Allah aşkına insafla düşünelim: Bizim hangi sürtüşmemiz, hangi kırgınlığımız, hangi küskünlüğümüz, Kur’ân’ın bizi “ebediyet arkadaşı” olarak takdimini gölgede bırakabilir? Eşimize karşı var saydığımız yersiz onur ve izzet, âhiret dostluğunu ve ebediyet arkadaşlığını incitmeye değer mi?

Hiç şüphesiz, birer insan olarak, günlük tartışmalarda bulunmamızda bir sakınca yoktur. Konuşalım, tartışalım, yer yer sesimizi de yükseltelim, tamam; ama eğer kırıcı olmuş isek, birbirimizi incitmiş isek, hemen ardından barışmayı ve gönül almayı da lütfen geciktirmeyelim.

Tabiî ki hayat varyantlarının yükü altında kadın da kendi haklılığını dile getirecek, yerine göre susmayacak, tavır koyacak ve eşini mutlak bir zarardan kurtaracaktır. Bu durumda da koca sessiz kalmayı ve alttan almayı bilmeli ve bunu başarmalıdır.

DİPNOTLAR:

1. Tâhâ Sûresi, 20/44.

2. R. Sâlihîn, 640.

3. Âl-i imrân Sûresi, 3/159.

4. Hucûrât Sûresi, 49/10.

5. Hucûrât Sûresi, 49/12.

6. Hümeze Sûresi, 104/2.

7. Fetih Sûresi, 48/29.

8. Âl-i İmrân Sûresi, 3/134.

9. Nûr Sûresi, 24/22.

10. Yâsîn Sûresi, 36/55-58.

11. R. Sâlihîn, 626.

12. Taç, 2/928.

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Mustafa Oruç denilince



Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin iki yüksek talebeden biri,1 Nurlara sahip çıkan küçük Abdurrahmanlar nev'înde,2 Nurlarla münasebetdar üniversite mektebinin pek gayretli bir Nurcusu ve bir Abdurrahman ve bir Salâhaddin kabiliyetinde dediği bir Nur Talebesiydi Mustafa Oruç.3 1926 doğumlu, daha ortaokulda okuduğu yıllarda Kastamonu’da, “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar. Bize Allah’ı anlatın!” diyen genç grup içerisinde o da vardı ve en zor şartlarda cesaretle Nurlara sahip çıkmış Safranbolu kahramanlardan biriydi. Soyisim değişikliği sebebiyle sonradan Mustafa Ramazanoğlu diye anılacaktı.

Üstad, Mustafa Oruç’la muallim Ahmed Fuad’ın Risâle-i Nur dairesine girmelerini sevinçle karşılar. Onlar gibi zatların tesirli bir surette hizmet-i Nuriyeye geçmelerinin, Denizli kahramanı Hasan Feyzi’nin vefat acısını bir derece izale ettiğini söyler. 4

Mustafa Osman’ın Nur’a yadigârıdır Mustafa Oruç ve Mustafa Sungur gibi kahramanlar. Üstad onun bu iki namdaş ve Nur hizmetinde pek ciddî arkadaş, Emirdağ Lâhikası, s. 211. ayrıca Mustafa Oruç’la birlikte Rahmi gibi iki yüksek talebe buluşunu ve Risâle-i Nur’un o kuvvetli ellerle hizmetine çalışmasını o havali için büyük bir saadet olarak görür. Emirdağ Lâhikası, s. 170.

Evet, büyük bir saadetti o havali için Mustafa Oruç ve arkadaşları. Allah’ın yüce kelâmını öğrenmenin suç olduğu bir dönemde Kur’ân hakikatlerine eğilmek, muhtaç gönüllere onu ulaştırmak, bu yolla insanların kurtulmalarını sağlamak, huzur dağıtmak hem kendileri, hem de ulaştığı kimseler için büyük bir mutluluk vesilesiydi, hayatın gerçek lezzetine ermek demekti.

Mustafa Osman gibi Mustafa Oruç’un da çok talihli olduğundan söz eder Üstad. Çünkü kendi sisteminde, ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda çok kimseleri bulmuş, bir iken on Mustafa olmuştu.5

Sonra, darü’l-fünun, yani üniversitedeki yıllarında tıp fakültesinde okurken nicelerini Nurlarla aydınlatmaya ciddî ciddî çalışmıştı. Emirdağ Lâhikası, s. 167.

O ve onun gibi fedâkâr üniversiteli Nur Talebeleri sayesinde üniversite ileride bir Nur medresesi olacaktı. Üstad bunun müjdesini de vermekteydi. Üniversite kapısı üstündeki önceden gizlenen Kur’ân âyetinin üzerinin açılmasını buna yorumlamıştı. Olayı dile getirirken “İstanbul’da, Refet Beyin ve Mustafa Oruç’un yazdıklarına göre, çok zaman İslâm ordusunu idare eden ve sonra darülfünuna inkılâp eden Harbiye Nezareti ve Bab-ı Seraskeri, o muazzam binanın alnında hatt-ı Kur’ân ile o manidar Kur’ân âyeti yazılmışken, sonra da mermer taşlarla üzeri kapatılıp o nurları gizlemişlerdi. Şimdi yeniden hatt-ı Kur’âniyeye bir nümune-i müsaade ve Risâle-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesile ve üniversite ileride bir Nur medresesi olmasına bir işaret” olduğunu söylüyordu.6

Geçmişteki yasaklı dönemlere ve bugün üniversitelerdeki gelişmelere bakılınca Kur’ân’ın önüne set çekilemeyeceğini açıkça göstermiyor mu?

DİPNOTLAR:

1. Emirdağ Lâhikası, s. 170. 2. A.g.e., s. 167. 3. A.g.e., s. 164. 4. A.g.e., s. 163. 5. A.g.e., s. 177. 6. A.g.e., s. 234.

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“Seviyorsun, ama, niçin?”



Genç adam köprünün başına geçmiş veya çatıya çıkmış feryat ediyor: “Sevgilimi getirin, yoksa kendimi aşağıya atacağım!”

“!!!..”

Ve kendisini ebedî şekavetin boşluğuna bırakıyor!..

Allah Allah bu nasıl bir sevgi ki, hayatına son verdiriyor?

Anne, yavrusunu çok sevdiğinden elini-sıcak sudan, soğuk suya, hatta hiçbir şeye değdirmiyor!

Allah Allah, bu ne sevgi ki, onu hayata hazırlamıyor?

Oysa, kendisini sonsuz sevginin kollarına veya bir seccadeye atsa, yani, her şeyi Allah hesabına sevse, sevgisi katlanarak sonsuzlaşacak…

***

“Sevgi, aşk evlilik, aile yuvası kurma” meseleleri üzerinde yoğunlaştığım şu sıralarda bilgisayarıma “Sevgi türleri” üzerine, Muharrem Kocaoğlu imzalı bir e-posta geldi. Oldukça çarpıcı bu değerlendirmeyi özetleyerek paylaşmak istedik:

Japon düşünür Masumi Toyotome göre, “Sevgi üç çeşittir: Eğer’li, çünkü’lü, rağmen’li sevgi!.. ‘Eğer başarılı ve önemli kişi olursan seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim…’ En çok rastlanan sevgi karşılığında bir şeyler kazanmak isteyen bencilce bir sevgi türü budur…

“Çünkü türü sevgide kişi, bir şey olduğu, sahip bulunduğu ve bir şey yaptığı için sevilir. ‘Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin, yakışıklısın. Seni seviyorum, çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki. Seni seviyorum, çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki…”

“Japonya’da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişanı bozup onu terk etmiş. Daha acısı... Aynı şehirde oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde yok olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız bir kaç ay sonra kahrından ölmüş...

“Üçüncüsü rağmen sevgisidir. Kişi ‘bir şey olduğu için’ değil, ‘Bir şey olmasına rağmen’ sevilir. Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur. Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir.

“Dünyadaki en büyük kıtlık, ‘rağmen’ türü sevginin yeterince olmayışıdır!..”

***

Aslında “rağmen”li sevgi, hakikî sevgidir, Allah için sevmektir. Ne var ki, diğer duygularımız gibi, sevgimiz de saptı…

Şüphesiz her şey aşk ve sevgi üzerine kurulu. Sevgi olmasaydı, halimiz haraptı! Sevgisiz bir hayat; ruhsuz bir cesede; içi boşaltılmış bir binaya; tadı, tuzu, yağı olmayan bir yemek gibidir…

Aile de sevgi üzerine bina edilmiş. Evlilik de sevgi ile olur.

Ne var ki, bütün duygularda olduğu gibi, sevgi ve aşkta da duygu sapmaları yaşıyoruz. Duygularımızı tam terbiye edemediğimizden; kimi, niçin, ne kadar sevmemiz gerektiğini bilemediğimizden sınırı aşıyoruz. Hele gençlikte, akıldan ziyade diğer duygular hakim olduğundan ipin ucu hepten kaçıyor…

“Âşıkım, seviyorum, öyle ise evlenmeliyim!” diyerek gözü kapalı girişimlerde bulunmalı mısınız? Unutmayın, duygular geçicidir. Gerçekler ise, baki!..

***

Kalp, iman mahalli ve sevgi üretim merkezidir. Üretim ve tüketimi de hür irademize verilmiş…

“Kim Allah için verirse, Allah için vermezse, Allah için severse, Allah için düşmanlık beslerse ve Allah için evlenirse imanını kemale erdirmiş olur.”1

Kâinatın mayası sevgi ile yoğrulmuş. Bize de sevgi gibi şiddetli duygular verilmiş. Bu duygular ahireti kazanmak içindir. Ahireti kazanmak için de sağlam bir aile yuvası gerekli.

Her sevginin kalbe girmesine yol vermemeli. Her şeyi ve herkesi, “rağmensiz ve çünküsüz” sevmeli, Allah için sevmeli, sevgililer sevgilisi olan Habib-i Ekremin’in (asm) gösterdiği ölçüler içinde sevmeli.

Zaten bir çiçeği kendi hesabına severseniz, çiçek soldukça siz de solarsınız. Ama, Allah hesabına severseniz; solsa da, diğer baharlarda çeçekleri yaratacak ve Cenneti de sonsuza dek bir çiçek gibi yaratacağını düşünür, bilir ve rahatlar ve huzura kavuşursunuz… Sevgilinizi de Allah hesabına severseniz, ona da kavuşursunuz… Değil mi, bir yaprak dahi O'nun izni olmadan kıpırdamaz! Şu halde, hangi kalp, O'nun izni ve sevgisi olmadan sevebilir ki…

***

Kâinatın yaratılmasının sebebi olan sevgi, aynı zamanda onun bütün unsurları arasındaki bağı, ışığı, hayatıdır. Atomlardan galaksilere kadar her şey O'nun sevgisinin cazibesiyle deveran eder.

Aslında sevgi, yaratılış ve varoluş gayemizi anlamakta hayatî, ebedî ve bediî (estetik) fonksiyonlar taşır. Sevgi, psiko-sosyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcıdır. Sevgi; itaat, saygı ve kaynaşmanın da direği olduğundan ona dayanan fert, aile, toplum, eğitim ve yönetim mutlak başarıya ulaşır. Çünkü o, özgüvenin, başarının da temeli, itici gücü, ekonomik kalkınma ve ilerlemenin de dayanağıdır.

Dipnot:

1- Beyhakî, Şuâbu’l-İmân, 1:47.

08.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Halil USLU

Özbekistan ve Nurlar



1 Eylül 1991 tarihinde bağımsızlığına kavuşmuştur. Özbekistan’ın 447.400 km2’lik bir yüzölçümü bulunmaktadır. Özbekistan; Kazakistan, Tacikistan, Afganistan, Kırgızistan ve Türkmenistan’a komşudur. Başşehri Taşkent’tir. Nüfusu 21.700.000’dir. Özbekistan’da nüfus yoğunluğu; Özbek Türkleri: % 69, Rus: % 10, TatarTürkleri: % 4.2, Kazak Türkleri: % 4.2, diğer: % 7.2, Tacik: % 3.9, Karakalpaklı: % 1.6.

“Tarihte Orta Asya’da Türkistan’da ve diğer dünya devletlerinde ortaya çıkan El Harizmî, İbn-i Sina, Birunî, Uluğ Bey, Tirmizî, Buharî, Hemedanî, Nakşibendî, Hoca Ahmet Yesevî gibi zatlar, insanlığa ve İslâmiyete büyük hizmetler verdiler. Buhara, Semerkant şehirleri, İslâm ilimlerinin merkezleri oldu. Lâkin, geçmiş 70 yıllık devrede, bolşevizm, komünist ideoloji okutuldu ve öğretildi. Ama, 21 milyon nüfuslu Özbekistan, öz dilini, dinini, itikadını, tarihî zenginliklerini, İslâm kimliğini sakladı…

"1991 yılında, Sovyetler parçalandı. Eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri bağımsız oldular. Şu cümleden, Özbekistân, hem müstakil devlet oldu ve onun bağımsızlığını ilk olarak Türkiye Cumhuriyeti tanıdı. Özbekistan, demokratik rejimi kabul etti... 1987 yılında, Özbekistan’da 58 cami açıkken, şu anda 5 binden fazla cami namaz kılmak için açıldı… ”1

Özbekistan Dışişleri eski Bakanı Ubeydullah Abdurrezakov’un yıllar önce bu beyanının karşısında Risâle-i Nurlar da o tarihlerde kendi lisanlarına çevrilerek Özbekistan’a girmiştir. Yalnız Küçük Sözler, Cihangir Emir Hamza ve Nurullah Muhammed Raufhan tarafından Türkiye Türkçesi’nden Özbek Türkçesine çevrilerek 30 bin adet basıldı.2

Nüfus ve fikir karışımının, mazideki tahribatın ortaya koyduğu tablo karşısında 1987’den 2009’a büyük mesafeler alındı. Fakat bu İslâmî ve Kur’ânî gelişmeleri hazmedemeyen veya istikbâlde acaba endişeleri, bazı batıl mezheplerin hakimiyetinden dolayı bazı mahkeme ve kesimler bir yanlışın içine girmişlerdir. Bu bâbda büyük bir hata işleyerek bazı Risâle-i Nur Talebelerine, Buhara Şehir Mahkemesince sırf Risâle-i Nur eserlerini okumaktan dolayı yedişer yıl hapis cezası vermişlerdir. Bu hadiselerde gayet mutedil ve büyük bir sabır içinde hareket edilerek, başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurulması halinde hem mahkûmiyetler kaldırılacak, hem de Özbekistan Cumhuriyeti devleti tazminata düçar kalacaktır. Şimdiki hukukçular iş başına, gösterin kendinizi ve hareket başlamıştır.

Aziz ve Müslüman ülkemizde de başta büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Hazretleri, onun emsâlsiz talebeleri mahkemelerde yargılandılar. Hapishanelerde inanılmaz işkenceler ve zulümlere maruz kaldılar. Fakat kaderin cilvesi, Allah’ın yardımı ve müsbet hareketler neticesinde bu kara bulutlar dağıldı, Nurlar her tarafta intişar etti. Bugün Türkiye’nin her tarafında Risâle-i Nurlar serbestçe satılmakta ve okunmaktadır. Bu hususta sayısız kitaplar, binlerce makaleler ve yüzlerce şahitler vardır.

Kaldı ki; dâvâ adamıyım diyenlerin önünde elbette böyle engeller olacaktır, hikmet cihetiyle kader levhasına bakmak elzemdir. Zulmetin içinde nurun, kahrın içinde lütfun tecellileri olmuştur ve olacaktır. 1991’de yeniden istiklâliyetine kavuşan ve 70 yılın enkazını temizlemeye çalışan Özbekistan’da da bu nev'î hadiseler olacaktır. Benim duâm ve temennim Hz. Bediüzzaman’ın ve onun kahraman talebelerinin tarihçe-i hayatlarına bakılarak hareket edilmelidir. O zaman devam etmekte olan fütuhatlar daha da artacaktır. Zira Hz. Bediüzzaman der ki;

“Yakinim var ki, istikbâl semâvâtı zemin-i Asya

Bâhem olur teslim, yed-i beyzâ-ı İslâma.”k 3

Dipnotlar:

1. Ubeydullah Abdurrezakov, Özbekistan Dışişleri eski Bakanı (İs. D. G., Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları).

2. Yeni Asya, 15 Ağustos 1993.

3. B.S.N., Şuâlar, s. 656, Yeni Asya Neşriyatı.

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Hırs sebeb-i hasarettir



Hadiselerin bu denli giriftliği ahirzamanın tipik bir özelliği olsa gerek. Günümüz ilim ve teknolojisi Kur’ân’ın yerine felsefeye talebe olmayı yeğleyince, zamane çocuğu kesrete yuvarlandı. Halbuki insanın fıtratı ve bilhassa ruhu vahdeti arıyor ve ancak vahdette teneffüs edebilir. İlim vahdeti mi, kesreti mi getirmeliydi? Felsefe medeniyeti kesretiyle övünüyor. İnsanı; hayatı, ihtiyaçları ve arzuları cihetiyle öyle bir kesrete atmış ki; kesretin korkunç kalabalığından onu adeta yitirmiş, bulamıyor. Devasa seküler mabetlerde teşhir edilen milyonlar eşya arasındaki kayıp insanı siz de tanıyorsunuz. Yüz binlerin tıkabasa doldurulduğu stadyumlarda, küçük küçük görünmeyecek hale gelen insanı... Veya global ince tellerle sandalyelere raptedilmiş zavallı insanları... Büyük ıztıraplar, dertler ve meseleler içinde çırpınan insana vahdet şifa olacakken, kesrete mahkûm olmuş zamanımızın medenî (!),bilge (!), teknolojik ve herşeyden haberdar insanı!

Belki milyonlarca kişi soruyordur bu soruyu: İnsan bu hale nasıl düştü? Milyonlarca cevap da bulabiliriz. Fakat doğru cevabı ancak “bilen bilir.” Fıtratın temsilcisi, Yaratıcımızın elçisi ve Kur’ân’ın pratiğini nefsinde yaşayan zat (a.s.m.) bilir. Gaybdan haber getiren ve bilinmeyeni anlatan “en büyük öğretmen” bilir: “Hırs gösteren veya hırsla amel eden zarardadır,” diyor. Siz de kesretle hırs arasında münasebet kurabiliyor musunuz?

Bugünü yaşayan insanın “ahirzaman atlasını” öğrenmesi faydasınadır. Kur’ânî olan ahirzaman atlasını eline almayan ve bilgilenmeyenler bu zamanın dehşetli labirentlerinden kurtulamazlar. Her caddenin bir çıkmaz sokağa dönüştüğü şu zamanlardan çıkış bulamayanların intihar etmesi, akıllarını susturmaları, cinnete yakalanmaları veya en azından ölüm bekleyişinin korkunç haliyle yaşamaları gayet normal sayılmaz mı?

Dünyamız o kadar küçüldü ki... Wall Street’teki bankaların batmasıyla şark ve garp iflâs sendromuna giriyor. Mexico City’deki “domuz gribi” artık bize de uzak değil. Salgın hastalıklarından dolayı beldelerin, şehirlerin veya ülkelerin karantinaya alınmaları imkânsız. Başka yaşanır gezegen olsaydı, belki dünyamızı karantinaya alabilirdik. Dedik ya, köye dönüştü yerküre... Her cihetini evimizin kuytu köşesindeki ekrandan seyrediyoruz. İnsan teknolojiden lezzet almayı beklerken medeniyetin yeni gelişmeleri “ölüm haritalarını” yayınlıyor her gün...

Herşey o denli birbirine karıştı ki... Şairin seslendirdiği “Derdim çoktur hangisine yanayım” mısralarını, kesret dalgalarıyla boğuşurken yaşıyoruz. Küresel krize Yahudi de oturup ağlama fırsatı bulamayacak gibi... Çünkü arkasından ölüm kovalıyor.

Zamane çocuğu Kur’ân’ı dinlemeliydi. Kur’ân çerçevesinde “terakki merdivenlerine” tutunmalıydı. Pratik Kur’ân’ı takip etmeliydi. O mübarek zatın Asr-ı Saadet laboratuvarındaki ilmî ve fıtrî neticeleri esas almalıydı. Karun’laşmamalıydı... Süleyman (a.s.) gibi “Hâzâ min fadli Rabbî” demeliydi. İlmim, servetim, teknolojim ve herşeyim Onun fazlındandır diyerek, kesret yerine vahdete yönelmeliydi.

İnsanın şu musibete yuvarlanmasını netice veren sebepler elbette çoktur. Biz bugün yalnızca “Hırs sebeb-i hasarettir” diyoruz. Küresel krizin sebebi hırs değil miydi? Köpek balıklarıyla, çekirge sürüsüyle insanlığa hücum eden Ye’cüc ve Me’cüc’ün ortaya çıkardığı hırsla dünya sarsılıyor. Bir gecede devleşen, diğer bir başka günde buharlaşan sermayedarlar... Fakat henüz çare doğru yerde aranmıyor. Karanlığa şarkılar söylüyor felsefenin haris çocukları.

Küresel krizlerden önce küresel salgın hastalıklara “deli dana” denilmişti, “kuş gribi” denilmişti ve bugünkü ismi ise “domuz gribi.” Hiçbir ahlâkî ve insanî endişe taşımadan zengin olma pahasına üretimi yüzde beş yüzlere çıkarmak... Necasete dönüşmüş yiyecek artıklarını, kan ve diğer pislikleri sığıra yedirince hırslılar, deli dana ve kuş gripleri çıkmıştı. Fıtrat kanunlarına karşı gelerek, ahirzaman Peygamberini tanımayarak ve insanî değerlerle alay ederek gelinen nokta, günümüzün son felâketleri olmayacak. Ahir zaman haritasına bakarsanız, daha birçok durağa uğrayacak zavallı dünya. Yerden “dabbetülarz” canavarının çıkışını bekleyenler, altmış arşın boyundaki deccali gözleyenler veya tümden inkâr edenler, Mesih’i Şam’da ve Mehdi’yi Mekke’de bekleyenler, bekleyedursunlar. Bizi vahdetten koparıp kesret çölüne düşüren, muktesebatımızı tar ü mar eden, türlü türlü hastalıklara giriftar eden ve elde ettiğimiz ilim ve teknolojiyi başımıza belâ eden hırs hastalığını evvelâ doğru teşhis etmeliyiz.

Evet doğrudur, hırs sebeb-i hasarettir.

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Ayıp olmuyor mu?



Bütün dünya ‘iyi’ye doğru gitmeyi teşvik ederken, ‘bizimkiler’in inatla ‘kötüye’ doğru gitmek istemesi ve ‘kötülük’leri teşvikte ısrarcı olması insanı üzüyor. Elbette hadiselere sadece siyah ve beyaz olarak bakmamak, ‘ara tonlar’ın farkına varmak da gerekir. Fakat, hanımların ‘tesettür’ü tercih etmesinden ürkmek, korkmak, onların bu tercihini ‘tehlike’li addetmek kime ne kazandırır?

Türkiye ve dünya gerçeklerinden habersiz olan ‘bizimkiler’ her fırsatta insanların inançlarını, giyimlerini, kuşamlarını ‘tehlikeli’ görmek ve göstermenin peşinde. Üstelik bunu hiç ilgisi olmayan yer ve zamanlarda yapmaya çalışıyorlar. Tesettür ve başörtüsü gibi konuların aleyhindeki haber ve yazıları gazetelerin ‘toplum’ ve ‘siyaset’ sayfalarında görmeye alışmıştık, ama iş bununla kalmadı. Artık bu aleyhtarlık mahut gazetelerin ‘ekonomi’ sayfalarına da taşındı! Bu gidişle aynı anlayışı spor sayfalarında da görürsek şaşmayacağız.

Neymiş; ‘küresel enerji devi Shell’in Global Perakende Başkan Vekili Josef Waltl, Türkiye’ye gelmiş ve çok önemli bir ‘açıklama’ yapmış. Shell yöneticisi Waltl’ın “çok ilginç gözlemi” şuymuş: “20 yıldır Türkiye’ye gelip gidiyorum. Son ziyaretlerimde İstanbul’da kara çarşaflı bayanları görmek beni şaşırttı. Kara çarşafı Anadolu’da bile görmemiştim. (...) Son birkaç yılda, İstanbul caddelerinde gördüğüm türbanlı kadınların sayısındaki artış dikkatimi çekiyor. (...) Aradan geçen yıllara baktığımda, Türk toplumunda bir değişim yaşandığını düşünüyorum. Bu değişim iyi mi kötü mü karar veremedim.”

Normalde ‘gün görmüş’ bir Avrupalının böyle ‘dengesiz’ sözler sarfetmesi pek beklenmez. Bu bakımdan Shell yöneticisi Waltl’ın bu sözleri hangi mânâda söylediğini bilemiyoruz. Eğer bu sözleri, “Türkiye’de irtica tehlikesi var, ülke ‘geriye’ gidiyor” anlamında söylemişse halt etmiş.

Tabiî ki dünya gibi Türkiye de değişiyor. Ama bu değişim ‘kötü’ yönde değil, aksine ‘iyi’ yönde. İnsanlar daha fazla hak, daha hazla hukuk, daha fazla adalet istiyor. Dolayısı ile daha fazla din, vicdan ve inanç özgürlüğü talep ediyor. Bu talepleri dile getirmeyi tehlike sayan anlayışın Avrupaî bir anlayış olduğu söylenemez.

Başörtüsü ya da çarşaf daha fazla görünür oluyorsa bunun hangi ‘iyiliğe’ zararı var? Elbette ‘ifsat komiteleri’ kadınların açık saçık olmasından memnun kalmaz. Fakat kadınlar, yaratılışları gereği tesettürü daha fazla tercih ediyor. Düne kadar başörtülülerin görünür olmaması, üzerlerindeki ‘baskı’nın bir neticesiydi. Bugün için hayâl gibi görünse de, ülkemizde bir zamanlar ‘tesettür sınırlarımızın dışına atılmalıdır’ diye kampanyalar açılabilmiştir. Hâlen devam eden ‘kanunsuz başörtüsü yasağı’ da zaten bu anlayışın bir uzantısıdır.

Türkiye ve dünya gerçeklerine uygun olmayan bu ve benzeri açıklamalara imza atanlar, Türkiye’yi tanımıyor demektir. Tesettürün yaygınlaşmasını ‘tehlikeli’ bulanlar ‘kökten yanılgı’ içinde olanlardır. Tesettür tehlike değil, tehlikelere karşı ciddî bir sığınaktır.

‘Tesettür düşmanlığı’ değil ekonomi sayfalarında, ‘manşet’lerde de devam etse; son tahlilde kaybetmeye mahkûmdur. Türkiye ve dünya gerçekleri bunu gösteriyor...

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



Atike ÖZER

Temiz ve ütülü mendiller



Simit paralarından arttırdığımız çok küçük paralarla hediye alırdık anneme.. Kardeşim bir törene dönüştürür, merasim eşliğinde kutlamak için hazırlıklarını tamamlardı.

Pazar sabahı kahvaltı öncesinde annemin elini ilk öpen o olurdu.

Hediye paketine çocukca sarılmış kenarı renkli çizgilerden oluşmuş ve tam ortasında kırmızı çiçeklerin desenlediği beyaz mendillerden hediye ederdik anneme. Tek kullanımlık kâğıt mendil modası yoktu o yıllarda.

Bayramlarda çocuklara verilen beyaz mendil modasını, şaşmaz bir kuralmışcasına biz de Anneler Günün de uygulardık...

Annemize hediye almak için yetecek paramız mendil kadardı. Çok ağladığından mıdır, nedir? annem sürekli avcunun içinde bir mendil taşırdı.

Mendillerini özenle yıkar, mis gibi deterjan kokulu ütülenmiş mendillerini tekrar çekmecesine yerleştirirdi.

Yanaklarımızdan öperken, “hediye sizsiniz yavrularım!” dediğinde ne de onur duyardım. Kendimi, anneme sunulmuş hediye olarak hissettiğimde, değerimi fark etmeye çalışırdım.

Bütün annelere vaadedilmiş, büyük hediye olan cennete yolculadığımız da, anneciğimin çantasından ve çekmecesinden çok sayıda mendil çıktı. Temiz ve ütülü mendiller.

........

Büyüdüm ve ben de anne oldum.

Bana verilen en kutsal hediye anneliğim. Bizim ev de Anneler Günü kutlanmıyor. Benim çocuklarım bugün bana hediye almıyorlar.

Çünkü; onlarla hergün doyasıya hediyeleşiyoruz. Anne-çocuk birbirimize saf-duru-katışıksız gerçek bir hediye olduğumuzu fark etmiş halde şükrünü yaparak kucaklaşıyoruz. 16 yıldır her sabah uyandığımda anneliğimi kutluyorum ve anneme hiç usanmadan duâlarımı hediye ediyorum. Mendillere sarılmış Fatihalarımın kutsal bir emanet gibi anneme sunulduğunu biliyorum. “Bir gün Anneler Günü yetmez sana anneciğim” diyorum. “O yıllar da çocuk aklımızla, bir de öğretmenlerin öğrettiği kadarıyla bilmeden bir gün kutlamışız, affet bizi” diyorum. Sen hergün eli do-yasıya öpülüp kutlanacak bir ömür yaşadın.

Affet bizi anneciğim!

Senede bir gün mendil alıp senin kıymetini bir güne sıkıştırdığımız için affet bizi..

08.05.2009

E-Posta:



Cevher İLHAN

“Oynak merkezli” dış politika (2)



“Oynak merkezli dış politika”nın başarısızlığı, Türkiye’ye hâlâ kaybettiriyor. Ankara’nın Ermenistan’ı kazanmadan Azerbaycan’ı kaybetmekle karşı karşıya kalması, bunlardan biri.

Başbakan Erdoğan’la Dışişleri Bakanı Babacan’ın 24 Nisan öncesi sırf “Yeni Amerikan Başkanı ‘soykırım’ kelimesini kullanmasın” diye gece yarısı yayınladığı “yol haritası”, Obama’nın 1915 olayları hakkında “soykırım”dan daha beter Ermenilerin istimal ettiği “büyük felâket” tâbirini kullanması, Ankara-Erivan-Azerbaycan ilişkilerini ve izzetli bir barışı daha da zora soktu.

Başbakan her ne kadar “Karabağ sorunu çözülmeden olmaz” ve “Azeri kardeşlerimizi üzecek bir adım atmayız” dese de, diğer yandan “paraf” edilen “antlaşma metni”nin adım adım işleme konulması çelişkisi, Ankara’nın Ermenistan politikasındaki tıkanıklığının göstergesi…

“STRATEJİK DERİNLİK”TE TÜRKİYE

VE KOMŞULARI KAYBEDİYOR

Yine Ankara’nın bütün “teminatları”na rağmen Ermenistan Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanına kadar Erivan’dan peşpeşe gelen “Yol haritasında Karabağ konusu yok; hatta Kars Antlaşmasının kabulü ve ‘soykırım iddiası’ndan vazgeçilmesi de bulunmuyor” demeleri, AKP hükûmetinin Türkiye ve Azerbaycan’ın hakkını ve hukukunu gözeten izzetli bir barış politikasının ne denli irâde zâfiyeti içinde olduğunu ortaya koymakta.

Hâlâ renk vermemesine rağmen siyasî iktidarın Obama’nın Ankara’da soykırım hakkında “Görüşlerim değişmedi” deyip “sınırların açılması” telkiniyle başlayan ve apar topar “yol haritası”yla meydana gelen tahribatı onarmak için Başbakan’ın Azerbaycan’a gitmesi, Obamalı teslimiyetçi “Ermenistan politikası”nın örtülü itirafı…

Davutoğlu’nun “Kafkaslarda herkesin kârlı çıkacağı senaryo”su daha işin başında krizi azdırıp içinden çıkılmaz hale dönüşmekte; kimse kârlı çıkmadığı gibi Ankara bunda çıkışı kara kara düşünüyor… Türkiye’nin daha Azerbaycan ve Ermenistan’la ilişkilerini bir esasa bağlamadan Gürcistan-Rusya krizi sırasında ortaya attığı ve bir adım ilerleme sağlayamadığı “Kafkasya istikrar ve barış projesi” bunun bir diğer örneği.

Ankara’nın Montrö Anlaşmasına aykırı olarak Boğazlardan büyük tonajlı silâh yüklü savaş gemilerini geçirmesi emr-i vakisiyle Karadeniz’e konuşlandırması, istikrarı ve barışı daha da içinden çıkılmaz hale dönüştürmekte.

“Oynak merkezli dış politika”nın Ortadoğu’daki akıbeti de ortada. Başbakan’ın her fırsatta övündüğü “Türkiye’nin arabuluculuğundaki Suriye-İsrail barış”ı suya düştüğü gibi, Irak’ın yeni anayasa ile etnik ve mezhebî ayırımlar üzerinde bölünüp parçalanması, Kerkük’ün demografik yapısının değiştirilmesiyle teslimi safha safha uygulanıyor.

Davutoğlu’nun “stratejik derinliği”nde “komşularla sıfır sorun” iddiası var; ama Davutoğlu danışmanlığındaki AKP iktidarı döneminde Amerikan egemenliği ve çıkarları çizgisindeki dış politikalarla Türkiye ve komşuları birlikte kaybediyor.

TÜRKİYE VE ABD’NİN

ÇIKARLARI ÖRTÜŞMÜYOR

Afganistan’da bir yandan Taliban’la el altından “iktidar ortaklığı” görüşmeleri yapan Amerikan yönetimi, Türkiye’nin 750 kişilik askerî birliğine ilâve olarak Kabil dışında savaşmak üzere başta Türkiye olmak üzere diğer NATO üyesi ülkelerden ek muharip askerî birlik istiyor. Dışişleri Bakanı Babacan ve AKP’li Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Mercan’ın bir tek “muharip” kelimesini çıkarıp bu talebe sıcak bakmaları, Mehmetçiğin kaos ve kargaşa belâsının içine itilmesi niyetini açığa çıkarıyor. Ve Ankara’nın Asya politikasının ABD’nin Orta Asya ve Hazar enerji hatları ve kaynakları üzerindeki hegemonya ve çıkarları çerçevesinde yürüdüğünü ele vermekte…

Keza İsrail’in yüzlerce nükleer füze başlığına ve nükleer silâhlara sahip olmasını sorgulamayan ABD’nin “isteği”yle Türkiye yine bu dönemde Müslüman komşusu İran’ın nükleer enerji üretme hakkını sınırlama oyununda yine “arabulucu” olarak sahneye sürülmekte. Ve ne yazık ki Ankara, İsrail’e dikkat çekip Tahran’ın yanında yer alacağına ABD’nin ve İsrail’in İran’ın varlığını “tehdit ve tehlike” sayan “endişeleri”ni iletmekte…

Görünen o ki bu dönemde bölge ülkeleriyle ilişkileri yanı sıra Türkiye’nin Afrika yaklaşımı politikası da ABD’nin önerileri çerçevesinde yapılıyor.

Aslında her şey CIA’nın Ortadoğu uzmanı ve Türkiye İstasyonu Şefi Grahham Fuller’le yeni Dışişleri Bakanı Davutoğlu arasında ABD’nin makyajlanan “Büyük Ortadoğu Projesi”nden Obama’nın “model ortaklık” adını verdiği Bush döneminden kalma “stratejik müttefikliği” değerlendirmesindeki tezatta ortaya çıkıyor.

Fuller, ABD’nin bütün bölgede, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Asya’daki politikalarının ve çıkarlarının Türkiye’nin menfaatlerine tamamen aykırı olduğunu belirtirken, Davutoğlu tam tersini söylüyor. Obama ile ABD’nin dış politikasının temel dinamiklerinin değişmediğini bile bile “ABD ile Türkiye ilişkileri tarihsel uzlaşma dönemindedir” deyip “ABD ile Türkiye’nin dış politika tercih ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir” iddiası, bir defa daha boş çıkıyor…

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

“Uzlaşı” bu kadar zor bir şey mi?



Herkes “değişsin” diyor ama niye “uzlaşı” sağlanamıyor?

Tamamının değişmeyeceği artık anlaşılan anayasa için AKP bir değişiklik paketi üzerinde çalışıyor. Partinin yetkili kurullarında görüşülen paketle ilgili şu anda tam bir netlik yok. Kulislerde 20 maddede değişiklik yapılacağı konuşulurken bir yandan da “uzlaşı” için bu maddelerin azaltılmasını isteyen AKP kurmaylarının olduğu da söyleniyor. Ama 20 madde de olsa milletin arzuladığı “sivil, özgürlükçü, demokratik yeni bir anayasa”nın olmayacağı kesin. Bu çalışmalarla ihtilâl anayasasına yeni bir yama daha atılmaya çalışılıyor.

Yaklaşık iki yıldan beri Türkiye yeni anayasayı konuşuyor. Ama, sadece konuşuluyor, tartışılıyor, taslaklar hazırlanıyor, ama ortada “somut” bir şey yok. Milletin ümidi kalmadı. Şu anda yapılmaya çalışılan “sıtmayı gösterip ölüme razı etmek” gibi bir şey. Yapılacak değişiklikler elbette önemlidir, ancak yeni anayasa yapmak varken yeni yamalarla durumu kurtarmaya çalışmak yanlış. Çünkü kısmî değişiklik Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamayacaktır.

Zira, Türkiye anayasa konusunda iki senesini kaybetti, bunu kimse inkâr edemez. Daha başından metot konusunda hata yapıldığı kesin. 22 Temmuz’dan sonra yakalanan “yeni anayasa yapma” fırsatı varken, iki sene sonra beş-on maddedeki değişiklik ne anayasanın sivil olduğunu gösterecek, ne de 1982 Anayasası üzerindeki “ihtilâl ruhu”nu yok edebilecek. Çünkü daha önceden üçte biri zaten değişmişti. Şimdi birkaç maddesi daha değişmiş olacak.

Gelinen noktada iki hafta önce Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in “bir-iki güne kadar netleşir” dediği taslak AKP’nin yetkili kurullarında hâlâ görüşülüyor. Ama ortada ne bir taslak, ne de hangi maddelerde değişiklik yapılacağı konusunda netlik yok. Sadece Başbakan Erdoğan’ın seçim kampanyalarında açıkladığı 5 maddedeki değişiklik biliniyor.

***

AKP’nin hazırladığı anayasa değişikliği paketine TBMM’deki partilerin destek vermesi için devreye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül girdi. “Uzlaşı” ve pakete desteğin olup olmadığı konusunda nabız yoklayan Gül, sırasıyla Baykal, Bahçeli ve Türk’le görüştü. Ancak, görüşmelerden sonra yapılan açıklamalara bakılırsa liderlerin anayasa değişikliği konusunda görüşlerinin değişmediğini gösteriyor. CHP, “Bu hükümet anayasa değişikliği yapamaz” derken, MHP, değişikliğe sıcak bakıyor gözükse de hükümetin parlamentoda diğer partilerle “uzlaşması” şartını getiriyor.

Görülüyor ki, hükümet değişikliği Meclise getirse de partiler arasında bir uzlaşmanın olmayacağı ortada. Buradan “CHP, 1982 Anayasasından memnun mu ki, değişikliğe dahi yanaşmıyor?” sorusu akla gelebilir. Geçmişte yeni anayasa taslakları hazırladığı, hatta dokunulmaz denilen maddelerde dahi değişikliği gidilmesi yönünde metinler hazırladığı ortada duruyor. CHP’nin şu anki duruşu, “Kapatma dâvâsıyla karşı karşıya kalmış bir iktidar anayasayı değiştiremez” şeklinde...

Hükümet anayasa değişikliğini Meclis 1 Temmuz’da tatile girmeden önce bitirmeyi düşünüyor. Çok zor görünse de irade ortaya konulsa çok daha erken dahi bitebilir.

Değişikliğin Meclis’te kabulü için 367 oy gerekiyor. Oy sayısı 330 ile 366 arasında olursa referanduma gidiliyor. 367’nin üstünde oyla kabul edilen anayasa değişikliği ise cumhurbaşkanının kararıyla referanduma gidiyor. AKP’nin 338 sandalyesi var.

* * *

Bütün bunları tartışırken ve de Meclis 1 Temmuz’da tatile girecekken, yenilenmiş bakanlar kurulunun yapması bundan daha kolay olan milletin beklediği icraatları yapması aklına gelmiyor mu?

Meselâ, okulların kapanmasına yaklaşık bir ay kaldı. Ve yaz Kur’ân kursları açılacak. 28 Şubat ürünü yaş sınırı yasağı hâlâ çözülmedi. Bu mesele hemen halledilemez mi? Kanunsuz başörtüsü yasağı, meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği gibi konularda uzlaşma sağlanamaz mı?

Elbette seçim kanunlarının değişmesi, demokratikleştirilmesi önemli konular. Bunlar da milletimiz için önemli konular. Ve yedi senedir “Çözeceğiz” diye iktidara gelenlerden çözüm bekliyor. Başörtüsü yasağını kaldırdığı söylenen anayasa değişikliğini Anayasa Mahkemesine götürüp, iptal edilmesine vesile olan CHP, seçim öncesi açılımlar yaptı. Açılım yapan CHP ve geçtiğimiz dönemde iki maddelik anayasa değişikliğine destek veren MHP ile bu konularda uzlaşılamaz mı? Sağlanır elbette, ama metot yanlış başlayıp, yanlış devam ederse zor oluyor. Geçmişte olduğu gibi…

Partiler arasında uzlaşma için “hayal mi” diyorsunuz. Neden olmasın?

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Filistin dramı nasıl başladı?



Filistin’de çok kan aktı ve halen de akıyor. Halbuki ecdadımız, Sultan Selim Han’dan beri bu topraklarda 500 sene adaletle hükmetmiş ve insanların huzur içinde yaşamasına muvaffak olmuştu.

İngilizler I. Dünya Savaşı esnasında Fransızlar ile gizli anlaşmalar yapmış Osmanlı Devletini parçalara ayırmak istemişti. 1915 yılının Haziran ayında yapılan Sykes-Picot Anlaşması bunun bir delilidir. Aynı zamanda Kasım 1917’de Belford Deklârasyonu ile Filistin’de İsrail devletinin kurulması öngörülmüştü.

Bu amaçla İngilizler defalarca Filistin’e saldırdılar. 1. ve 2. Gazze Savaşlarında ağır bir yenilgi aldılar. Lâkin 31 Ekim 1917’de Bi’rüssebi’de Osmanlı Ordusunu yenmeyi başardılar. Bi’rüssebi’nin düşmesi ile birlikte Gazze her taraftan kuşatıldı ve teslim oldu. Bu savaşta Cephe Komutanı (Yıldırım Orduları Grubu) Alman Von Falkenhayn ve cephe komutanı Von Cress, 7. Ordu Komutanı General Fevzi (Çakmak) ve Bi’rüssebi’yi 3. Kolordu, Albay İsmet (İnönü) savunuyordu.

Başkomutanlık tarafından yenilgiden Von Cress sorumlu tutuldu. Fakat o da Albay İsmet’i suçluyordu. Evet, sorumluluk büyüktü zira 2. Gazze Savaşından sonraki beş aylık süre içinde tekrar saldırıya geçeceği bilinen İngilizlere karşı etkili bir savunma düzeni kurulamamıştı.

Evet, yenilgi ve başarısızlıklar komutanlara yöneltilir, başarı ise milletin malıdır. Bu çok önemli gerçek ne yazık ki bugün dahi yeterince anlaşılamamış tam tersine mağlûbiyet millete galibiyet ise komutanlara verilmeye çalışılmıştır. Allah akıl fikir nasip etsin…

3. Gazze Savaşından sonra 9 Aralık 1917’de Kudüs düştü. General Allenby komutasındaki İngilizler şehre girdiler. Bu tarihte Kudüs, farklı dinlere mensup milletler tarafından 34. defa el değiştirmiş oluyordu.

Bu tarihten itibaren Şeria’da Temmuz 1918’e kadar savaşlar devam etti ve İngilizler Lut Gölü ile Akdeniz kıyısındaki Yafa arasındaki sınır boyunca durduruldular. 19 Eylül 1918 tarihine kadar İngilizler yığınak yaptılar. Osmanlı Ordusunda ise komuta kademesi değişmişti. Yıldırım Ordular Komutanlığına Mareşal Liman Von Sanders atandı. Emrindeki 8. 7. ve 4. Orduların komutanlığına da sırasıyla General Cevat (Çobanlı), General Mustafa Kemal ve General Cemal (Mersinli) atandı. Mustafa Kemal’in 7. Ordu Komutanlığına ikinci kez ataması yapılıyordu. Hasta olan General Fevzi’nin yerine 7 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu’ya Komutan yapılmıştı. Emrinde Albay İsmet’in komuta ettiği 3. Kolordu (1. ve 11. Tümenler), General Ali Fuat (Cebesoy)’un 20. Kolordusu (26. ve 53. Tümenler) bulunmaktaydı.

İngiliz Generali Allenby’nin savaş raporuna göre 19 Eylül 1918’de başlayan İngiliz saldırısı çok hızlı gelişmiş 25 Eylül’de Şam’a girilmişti. General Liman Von Sanders ve Ordu Komutanları çok acele ile cepheyi terk etmişler başsız kalan üç ordu, sadece 57 bini esir olmak üzere ağır kayıplar vermişti. Komutanlar Adana’ya gelmişler bozgunun faturasını birbiri üzerine atıyorlardı. Karşılarındaki Allenby’nin komutasında toplam 67 bin asker mevcuduna karşı böyle büyük bir bozgun yaşanmıştı.

İngilizler saldırıya geçmeden önce bir Müslüman Hintli Çavuş, Türk kıt'alarına sığınmış, İngiliz hazırlıklarını haber vermişti. Fakat gerekli tedbirler alınmamış, sığınan askerin aldatmak için gönderildiğini zannetmişlerdi.

Türk savaş tarihinde böyle bir bozgun hiç yaşanmamıştı. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesine kadar geçen bu kısa süre içinde bütün Orta Doğudan ayrılmak zorunda kaldık. Suriye, Ürdün, Filistin ve Arabistan elden çıkmıştı.

Savaşın bu derece felâketle sonuçlanmasının bir sebebi de “ulus devlet” düşüncesi yatmaktaydı. Bazı komutanlara göre Türk askerinin ‘Arap çöllerinde ne işi var’dı? Bir an önce Toroslara çekilip ulus devlet kurulması için çalışmak gerekirdi.

Bu hamur çok su götürür, lâkin Filistin’den ayrılışımızın acıklı hikâyesi çok kısa olarak bu şekildedir. Neden ve nasıl böyle bir bozgun yaşanmış? Yeterince araştırılmamış olup tarihçilerin ilgisini beklemektedir.

Bugün Filistin’de hâlâ kan gövdeyi götürüyor. 100 yıl önce yaşanan bu acı savaşlar yeterince incelenmeden Filistin dâhil olmak üzere Orta Doğu’yu anlamak ve doğru teşhis koymak mümkün değildir.

Filistin savaşları belki yeniden ele alınır ve incelenir, ne dersiniz?

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Obama’nın yeni AfPak* stratejisi!



Obama, küresel terörle mücadele hedefini Afganistan-Pakistan bölgesine çevirdi. On gün önce açıkladığı yeni stratejisinin hedefini “Pakistan ve Afganistan’da el-Kaide’nin durdurulması, etkisizleştirilmesi ve yenilmesi ve bunların gelecekte bu ülkelere dönüşünün engellenmesi” olarak belirledi.

İki yanına Karzai ve Zerdari’yi alarak yaptığı konuşmasında “her iki liderin karşılaştığımız tehdidin ciddîyetini tamamen takdir etmelerinden memnun oldum” derken, iki lider de Taliban’ı yok edeceklerine söz verdiler. Ama geçmişteki başarısızlıkları Amerikan yönetimini bu sözlerini yerine getireceklerine inandıramadı.

Taliban’ın Pakistan’ın başşehrine yüz kilometre yakına kadar gelmeleri, hükümetin Taliban’la uzlaşmaya çalışması, Zerdari’yi Washington’da sevilmeyen adam konumuna getirmişti.

Obama ipleri eline aldı. Ve bunun ilk kurbanı Afganistanlı siviller oldu. Birkaç gün önce Amerikan savaş uçaklarının bombaladığı Batı Afganistan’daki Farah vilayetinde yüzden fazla sivil öldü. Onyedi tane ev yok edildi içindekilerle beraber. Hem de Karzai Beyaz Saray’da iken. Obama birbirini pek sevmeyen Pakistan ve Afganistan liderlerini de “kardeş” olmaya iknâ etti planını gerçekleştirmek için.

Görünen o ki, Obama’nın yeni planı yeni bir ülkeyi daha Amerika’nın harap ettiği ülkeler arasına sokmaya aday: Pakistan.

Yeni stratejiye göre Pakistan’ın Taliban ve el-Kaide ile mücadele etme yetenekleri güçlendirilirken, Pakistan’da iyi yönetişim ve demokratik kurumların güçlendirilmesi için de çaba gösterecek Amerika. Bu sözleri, “Pakistanlıların her işine karışıp, etnik, sınıfsal ayrımların bulunduğu bir ülkede uzlaşma kültürünü yok edecek ve iç savaş çıkaracağız” şeklinde tercüme etmek mümkün. Amerikan güvenlik kaynakları Pakistan’ın altı yıldır bu işi kendi başına halledemediğini, artık sınırları içinde aşırı hiçbir grubu barındırmaması gerektiğini söylüyor ve yüksek düzeyde terörist hedeflere ilişkin istihbarat verildiği halde Pakistan ordusunun saldırmamasından yakınıyorlardı.

Pakistan’da başlayacak bu yıkım harekâtının bedelini de beş yıl boyunca her yıl 1,5 milyar dolar yardım vererek ödemeyi planlıyor Obama. Halbuki 2001 yılından bu yana 10 milyar dolar verdi Amerika. 50 kez havadan saldırdı Pakistan’ın Taliban ağırlıklı bölgelerine. Bu yardım ve teşvikler Belucistan’ın Taliban’ın merkezi olmasını engelleyemedi. Bu yeni strateji ve yardımların ABD’nin desteğini çekme tehdidi ve baskısı altındaki Zerdari’yi kendi vatandaşlarına karşı köklü saldırılara girişmeye ne kadar iknâ edeceği kuşkulu. Ama görünen sonuç; daha fazla kadın ve çocuğun, daha fazla masumun vefat edeceği ve Pakistan’ın Afganistan’a sınır bölgelerinin yeni bir Afganistan’a dönüşebileceği.

Bu stratejinin Afganistan’a ilişkin kısmını daha sonra değerlendireceğiz. Obama’nın, Bush Yönetiminin sekiz yıldır kendi avuç içleri gibi bildikleri Afganistan topraklarından temizleyemediği el-Kaide’yi bu yeni strateji ile temizleyebileceği kuşkulu. Komplo teoricilerinin o zaman Amerika’nın savaşacağı düşman kalmaz teorilerine inanası geliyor insanın. Hele de bu strateji Irak’ta olduğu gibi bu ülkeye “demokrasi ve insan haklarını getirmeyi amaçlıyorsa”.

*Amerika’nın mücadeleyi Pakistan topraklarına da yayması üzerine artık Afganistan-Pakistan birlikte anılmaya ve bu bölgenin ismi “AfPak” olarak kısaltılmaya başlanıldı.

08.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Eskimeyen reçete



Herkesi şok eden Mardin vahşeti, diğer bütün gündemlerin üzerine çıkan trajik bir olay olarak tartışılmaya devam ediyor. Olayın anlık bir cinnet hali olarak yorumlanamayacağı, hiç kimseyi sağ bırakmamak niyetiyle gerçekleştirilen organize ve planlı bir saldırı olduğu vurgulanıyor ve bu boyuttaki bir vahşetin nasıl vuku bulabildiği sorgulanıyor.

Cehalet, geri kalmışlık, adaletsizlik, ezilmişlik, kin, haset, intikam gibi sebepler, bu derece insanlık dışı bir saldırıyı izah için yetersiz kalıyor.

Ama kişi insanlıktan çıkınca herşeyi yapabiliyor. Kur’ân’da “a’lâ-yı illiyyîn”e çıkma istidadına sahip olan insanın “esfel-i sâfilîn”e yuvarlanma tehlikesine de dikkat çekilmesi boşuna olmadığı gibi, Üstadın bu gerçekten hareketle söylediği veciz sözün ne kadar isabetli olduğu görülüyor:

“Cehennem lüzumsuz değil...”

Kişiyi bu hallere düşürebilen birçok sebep var.

Bunların en başında cehalet geliyor. Fakirlik, geri kalmışlık, husûmet ve ihtilâflar gibi sebepler de onun türevleri olarak ortaya çıkıyor. Ve bu tesbitleri yüz sene önce yapıp, cehalet, zaruret ve ihtilâf olarak sıraladığı üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhlarıyla “cihad” edilmesi gerektiğini vurgulayan Bediüzzaman’ın geliştirdiği reçete, hâlâ hayata geçirilmeyi bekliyor.

“Tedennî-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek ‘Ah, ah, ah! Va esefâ!” diyen Üstad, kurtuluşun maarifte olduğunu yine 1900’lü yılların başında İstanbul gazeteleri için yazdığı makalelerde, “Hürriyete hitap” nutuklarında ve şark aşiretleriyle yaptığı sohbetlerde ifade etmiş.

Geliştirdiği maarif projesini Kur’ân-kâinat bütünlüğü ekseninde vicdanın ziyası olan dinî ilimlerle aklın nuru olan modern fenleri kaynaştıran bir temele bina etmiş. Böylece, asırlardır devam eden ve son devirde ihtiyaçlara cevap veremez hale gelen tekke ve medrese ile, yeni gelişen modern mektepleri birleştirip, üç ayrı eğitim kanalını doğru bir zeminde buluşturmayı öngörmüş.

Bu yönüyle, tevhid-i tedrisatı kaçınılmaz bir ihtiyaç ve gereklilik olarak ilk gündeme getiren kişi Bediüzzaman. Birbirinden kopuk üç ayrı kanalda yetişecek nesiller arasında meydana gelecek kopukluk ve ve derin uçurumu gidermenin en isabetli formülünü bu şekilde ortaya koymuş.

(Cumhuriyet döneminde bu ad altında uygulamaya konulan ve tekkeyle medreseyi lağvedip, dinden tamamen soyutlanmış mektebin ikamesini esas alan sistem bugünkü sıkıntıları getirdi.)

Cehaletin izalesini hedefleyen eğitimin hem resmî dille, hem de mahallî lisanla verilmesi gerektiğini de ifade etmiş Said Nursî. Maksat, eğitimsiz insan bırakmamak. Nitekim Genelkurmay Başkanının Güneydoğu gezisinde Türkçe bilmeyen yaşlı bir Kürt kadınıyla tercüman vasıtasıyla konuşması, yerel lisanın ihmal edilmemesi hususunu bir kez daha gözler önüne serdi.

Bediüzzaman’ın öncelikle Van, Diyarbakır ve Bitlis gibi önemli merkezlerde kurulmasını istediği; Sultan Reşad’dan aldığı tahsisatla Van’daki şubenin temelini attığı, ama Birinci Cihan Harbinin patlak vermesi üzerine yarım kalan üniversite projesi, onun, finans kaynakları dahil bütün detaylarıyla belirlediği çerçeveye uygun şekilde hayata geçirilmiş olsaydı bugün her bakımdan çok farklı bir Güneydoğu, Türkiye ve hattâ Avrasya-Ortadoğu tablosunda yaşıyor olurduk.

Ne bu boyutta bir terör belâsı ortaya çıkardı; ne Mardin katliâmı türü vahşet örnekleri görülürdü; ne geri kalmışlık sorunu olurdu; ne de sonu gelmeyen kriz, ihtilâf, kavga ve çekişmeler yaşanırdı. İnsanlar, san'at, marifet, ittifak silâhlarıyla yapılan cihadın cehalet, fakirlik ve ihtilâfları yok ettiği veya asgarîye indirdiği bir barış, istikrar, refah ve mutluluk ortamını paylaşırlardı.

Said Nursî’nin Medresetüzzehra vizyonu bunların ötesinde İslâm ve Hıristiyan âlemlerini barıştırıp dünya barışını sağlamayı da öngörmüştü.

Ne yazık ki, anlaşılamadı ve hep engellendi.

Bunun faturasını hep birlikte ödüyoruz.

08.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis