14 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Hakan YALMAN

Derin sosyal bağlar


A+ | A-

Geçtiğimiz Pazar günü değerli Mehmet Kutlular Ağabey ile İzmir ve havâlisinin artık geleneksel hâle gelmiş uzun yıllardır devam ettirdikleri Gölcük pikniğine katıldık. Bu toplatılar bir piknik olmaktan çok, bir açık hava konferansı ya da kır kongresi havasında geçiyor. Katıldığım en verimli pikniklerden biri. Sabahtan akşama kadar dolu dolu ilmî ve tefekkürî bir içerikle geçiyor.

Bu kadar farklı sosyal ve entelektüel zenginliği olan bir topluluğun böyle bir ortak paylaşım içinde olması sosyolojik açıdan çok dikkat çekecek bir durum. Yemek ve namaz araları dışında program hep dolu. Bu durumdan da herkes memnun gözüküyor. Bu hâl, topluluğun entelektüel kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunun bir işareti. Vatan sathının mektep olması böyle bir hâl olsa gerek. Topluluk muhabbetle birbirine kenetlenmiş ve bu güzelliği yaşamak için kilometrelerce yol katetmiş. Menfaat için olmayan, kalbin derinliklerinden gelen ve hiçbir karşılık beklemeyen bu bağlar, bilinen sosyolojik kuramların sınırlarının çok ötesinde. Bir piknik organizasyonunun bu kadar dolu bir içerikle geçirilebilmesi ve bunu gerçekleştiren topluluğun bu derece geniş bir spektruma yayılan sosyal özelliklerde olması, üzerinde durulması gereken sosyolojik bir vakıa. Bu, ancak İlâhî kaynaklı ve kâinatın bütününü kuşatmış olan nur-u Muhammedî (asm) ile irtibatının farkında bir idrak ile mümkün olabilir. Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un hayatımıza getirdiği en önemli güzelliklerden biri, bu bağlantı olmalı. Bu bağlantıya tüm dünya insanlığının ihtiyacı var. Bir gün, Kur’ân’ın asra yansıyan bu sevgi dili, muhakkak insanlığa mâl olacak ve yeryüzüne hâkim olacak.

Bütün irade ve işleyişlerin içinde dünyanın istikrarlı bir şekilde gelişen ve bütünleşen bir yapısı var. “Medeniyetler çatışması”, “Tarihin sonu”, “Medeniyetler arası diyalog” gibi tezler gündeme getirilirken insanlık âleminin derinlerinde bir bütünleşme sürecinin yaşandığı gözleniyor. Yeni dönemde ırk, coğrafya, din, dil birliği gibi özellikleri ile tanımlanan milletlerle şekillenmiş kimlikler yerine insanların birer fert olarak değer kabul edildiği ve insânî değerlerin daha ön plana çıktığı dönemlere doğru gidiliyor. Artık dostluklar ve düşmanlıklar sadece mensubiyetler ve taraftarlıklarla değil topyekün insanlığın sahip olduğu değerler ve değer yargıları etrafında şekillenmektedir. Özellikle, dünyada kargaşa çıkarmak ve bir satranç oyunundakine benzer hesaplarla insanlığı yönlendirmek amaçlı girişimler, bu hesapların hedefinden çok insanlığın derin gelişimine hizmet eder hâle gelmiştir. Meselâ, 11 Eylül, dünyaya hâkim güçlerin hesapladığı gelişmelerden çok, dünyanın genelinde insanlığı arayan, fazilet ve ahlâk gibi değerler etrafında birleşmiş, zulme ya da emperyalizme karşı olan dünyanın her tarafına yayılmış bir topluluk bulunduğunu ortaya çıkardı. Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı dinlere, farklı ırklara, farklı kültürlere, farklı coğrafyalara mensup milyonlarca insan aynı doğrular etrafında bir araya geldiler. Bu durum benlik ve ırkçılık ile oluşturulmuş ulusların, kalın duvarlarla birbine kapatılmış uluslar düzeninin yerini, temel insânî değerler etrafında birleşmiş ve dış görünüşte farklılıklar olsa bile daha derinlerde bütünleşmiş bir beşer tabakalarının aldığına da işaret ediyordu. Nübüvvet tarafında yer alan, bilerek ya da bilmeyerek hevâ yerine Hüda’ya tabi olmuş ve insanı insan yapan erdemleri ırk, coğrafya ve kültürlerden bağımsız olarak ön planda tutan bir beşer tabakası da hem Çin’de, hem Amerika’da, hem de dünyanın bütün ülkelerinde bir tabakanın uzantıları şeklinde bulunmaktaydılar. Bunları birbirlerinden haberdar olmadıkları halde bir araya getiren ve hiç bir kulis faaliyeti, propaganda veya başka siyasî girişimler olmaksızın aynı ortak noktada birleştiren, özlerinde, ruhlarında ve belki de kısmen genlerinde var olan hakka taraftarlık olmalıydı.

Zaman ve şartlar, yaşadığımız olaylar, devletler ve milletler şeklinde ve her iki tarafın da çoğunlukla hevâya tabi olduğu ve benlik ya da ırkçılık kavgası şeklinde yürüttüğü harplerin yerini, insanlık tabakalarının, hakkın ve batılın yanında yer alanların mücadelesinin alacağını göstermektedir. Bu dönemden sonra özellikle hakkın ve Hüdâ’nın tarafında yer alanların bu tabakalaşmanın hızlanması ve belirginleşmesi yönünde gayret sarf etmesi gerekmektedir. “Benim ülkemin ve benim insanımın tavrı doğru, diğer ülkelerin tavrı yanlıştır” gibi siyasî ve tarafgir kabullerin yerini, “doğruya ve hakka, nereden ve kimden gelirse gelsin, tarftar olmak” şeklinde bir anlayış almalıdır. Bu dönemden sonra, “biz” dediğimizde, Türkiye, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, İran, Irak, Gana, Japonya, Malezya,... kısacası bütün dünyada hakkın yanında ve zulmün karşısında yer alan, insanı insan yapan değerleri hayata hâkim kılmaya çalışan herkes anlaşılmalıdır. Bu anlayışın karşısında ve hevâya tabi olan herkes; Türk, Kürt, İngiliz, Fransız, Amerikalı,... hangi coğrâfî tanımdan olursa olsun, kimliği ister Müslüman, ister Hristiyan, ister Musevî, isterse ateist olsun, vahye dayalı dinlerin, özellikle de İslâmın hâkim kılmaya çalıştığı insanlıktan uzak ve ötekiler şeklinde tanımlanması gerekmektedir. Dünyanın ve insanlığın gidişi bu yöndedir ve dünya genelinde diyalog arayışı içindeki sivil güçlerin ön planda tuttuğu ana değer insanlık olmalıdır. Bugün dünyaya anlatılacak İslâm da “hakiki insâniyet olan İslâmiyet” tanımı etrafında şekillenmiş olarak sunulmalıdır.

Risâle-i Nur’un ön plana çıkarma gayretinde olduğu hakiki insaniyet olan İslâmiyet, dünyanın çıkış yoludur. Bu tüm insanlığın ortak dilidir ve ruhunu sevgi oluşturmaktadır. Bu noktadan bakıldığında ve olayları biraz daha yukarıdan gözlemlediğimizde Çin ve Doğu Türkistan’da yaşanan vahim hâdiseler ve İzmirlilerin Gölcük pikniği arasındaki derin bağlantı daha net fark edilebilir. Bu da insanlığın geldiği noktadaki yaşanan buhranlardan çıkış noktasında bir yol göstermektedir. Bu yol, bütün insanlık tarafından fark edildiğinde tüm dünya için çok şey değişecektir.

14.07.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur’ân’ın cihanşûmûl değerleri


A+ | A-

Ethem Bey: “Dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan ilkel kabîlelerde açık giyinmek, hırsızlık yapmak gibi şeyler yasak ve o kabile toplumunca da hoş görülmüyor. Öyleyse o kabilenin örfü ile İslâmiyet arasındaki fark nedir?”

İslâmiyet cihanşümul bir dindir. Kabile örfleri ise çeşitli sosyal tecrübelerle elde edilmiş sonuçlardır. Bu tecrübelerin geneli isabetli olabilir. Fakat isabetli olmayanları da vardır.

Diğer yandan kabîle örfleri isabetli de olsa, günlük maslahatlar ve nihayet kabîlenin genel beğenisinden öte bir getiri sağlamazlar. Oysa aynı davranışları bir kişi Allah’ın emri olduğu için gösterse, kâinât Sultanının beğenisini elde eder ve sevap kazanır. Meselâ insan günü birlik faydasından dolayı temizliğe dikkat ediyorsa, temiz tutumundan günü birlik faydalanır. Fakat temizliğin bir Allah emri olduğunu biliyor ve bu emri yerine getirmek için temizliğe dikkat ediyorsa, temiz tutumundan hem günü birlik faydalanır, hem sevap kazanır. Kazandığı sevap kişinin hem dünyada, hem dünya ötesi âlemlerde defalarca elinden tutar.

Kapalı giyinmek veya hırsızlık yapmamak da böyledir. Diğer amel ve davranışlar da böyledir. Bir ameli ve davranışı günlük faydalanmak için yapmak veya zararından ötürü terk etmek ile Allah’ın emri olduğu için yapmak veya yasağı olduğu için terk etmek arasındaki fark büyüktür.

Bir işi günlük fayda ve zararından dolayı yapar veya terk edersek sadece (dünyada) günlük kazanırız.

Fakat bir işi Allah’ın emri veya yasağı olduğu için yapar veya terk edersek;

1) Dünyada iki defa kazanırız: a) Günübirlik kazanırız. b)Zor işlerimizde kolaylık buluruz, Allah’ın yardımını ve bereketini görürüz.

2) Kabirde kazanırız. Allah’ın rahmeti ile müjdeleniriz.

3) Mahşerde kazanırız. Allah’ın affı ve mağfireti elimizden tutar.

4) Cennette kazanırız. Allah’ın keremi, lütfu, selâmı, ikrâmı ve cömertliği ile saadetimiz genişlenir.

Öte yandan; Kur’’ân cihanşümul olduğundan ve bin dört yüz yıldan beri mesajını tüm dünyaya dinlettirdiğinden, dünyanın bir çok toplumunca yaşanan güzel davranışların patenti Kur’ân’a aittir. İyiliklerin tamamı Kur’ân’ın malıdır. O halde iftihar da Kur’ân’ın hakkı olacaktır. Meselâ el ve vücut temizliğini, banyoyu, yıkanmayı, tuvaleti ve sair doğru ve isâbetli görgü ve örfleri Avrupalılar Müslümanlardan almışlardır. Kötülükler ise Kur’ân’ın anlaşılmamasındandır. Kötü ve zararlı davranışlarda hatâ insana aittir.

***

Nahit Bey: Beyanat ve Tenvirler’de (s. 82) geçen şu ifadeleri çok kısa açarsanız memnun olurum: “Hareketi kendinedir, tebeî haricedir. Lâzım-ı mezheb mezheb olmadığından, belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müsbet ve zaafına inzimam etse, harici kendine alet-i layeş’ur edebilir.”

Bu ifadelerin öncesinde Üstad Bedîüzzaman Hazretleri siyâseti tahlil ediyor. Türkiye’de siyâsetin bir Avrupa oyuncağından ibaret olduğunu, dışa bağlı olarak hareket ettiğini ve dışa bağlı olarak siyaset ürettiğini, Avrupa’nın üflediğini, bizim burada oynadığımızı, onun bizi telkinlerle uyuttuğunu, bizim ise bunu kendimizden sayarak telkin eseri fikirleri hayatımıza geçirdiğimizi ve böylece kendi değerlerimizi yıktığımızı beyan ediyor.

Bedîüzzaman’a göre Avrupa’dan bize gelen cereyan; ya menfîdir, ya müsbettir.

1-Menfî cereyan harf gibidir. Bizi başkasına bağlar. Bütün davranışlarımız dışarı hesabına geçer. Çünkü irâdemiz yoktur veya hükümsüzdür. Niyetimizin sâfiyeti burada fayda etmez. Bilakis zaaflarımız da üstüne eklendiğinde, hariçteki zararlı cereyanların menfaatine oynayan akılsız bir âlet olur çıkarız.

2-Müsbet cereyan ise isim gibidir. İçeri ile bütünleşebilir. Yani kendi ülkemiz değerleri ile bütünleşebilir. Çünkü dahilî değerler ile muvafakati vardır. Yani iç bünyemize uygundur. Burada davranış bize ait kalabilir. Bundan mutlak bir taklit çıkmaz. Harice sadece tebeî bakarız. Yani göz ucuyla, kastî olmaksızın, kendimizi murad ederek, kendi menfaatimiz hesabına bakarız. Bu da bize bir şey kaybettirmez, kazandırır. Yani başkasının müsbet yanlarını alır, menfî yanlarını bırakırız. Bu yaklaşım sorgulanmaz. Çünkü burada dışa bağımlılık yoktur. Esasta kendi değerlerimiz vardır. Dışarıdan sadece müsbet (yani bilim ve teknik gibi olumlu) gelişmeleri alıyoruz. Bu ise bize güç ve kuvvet verir. İrademizi elimizden almaz. Değerlerimizi çiğnememizi ve yok saymamızı gerektirmez. Bu durumda haricin müsbet getirisine irademizi ve kuvvetimizi de eklersek, harici kendimize âlet-i lâ yeş’ur yapabiliriz. Yani başkası şuursuzca bize uymaya başlar. Böylece biz akılsızca başkasına uymaktan kurtuluruz.1

1 . Bedîüzzaman, Beyanat ve Tenvirler, s. 81, 82

14.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Allah rızasını kazanma uğruna


A+ | A-

Süheyb-i Rûmî bir köleydi. Anadolu’dan getirilmiş, Mekke’de esir olarak satılmış, Abdullah bin Cüd’an tarafından satın alınmış, sonra da âzâd edilmişti.

Süheyb (r.a.) şefkatli, oldukça iyi kalbli bir insandı. İslâm davetini duyar duymaz Resûlullaha (a.s.m.) koştu. Gönlünü Allah ve Resûlünün sevgisiyle doldurdu.

İçi deryalar gibi coşuyor, sevinçten uçuyordu Süheyb. İnancını herkese haykırmak istedi ve haykırdı da. Fakat insanlar taştan yontulan putlara tapa tapa taşlaşmışlardı âdetâ. Gözleri kör, kulakları sağırdı.

Onun anlattıklarını dinlemedikleri gibi, hakaret ve işkenceyle karşılık verdiler. Ancak o işkencelerden yılmadı. Onu koruyacak akrabaları yoktu, ama her zaman sığınabileceği Allah’ı vardı. Ona olan sonsuz imanıyla her türlü işkenceye katlandı. Zerre kadar pişmanlık göstermedi, inancında tereddüde düşmedi.

Artık her Müslüman gibi Süheyb de (r.a.) hicrete karar verdi. Yola çıktı, fakat müşrikler önünü kestiler: “Nereye gidiyorsun? Sen buraya geldiğinde bir köleydin. Hiçbir şeyin yoktu. Ama silâh yapıp sattın, zengin oldun. Bu servetini alıp da gidemezsin. Çünkü bütün bunları bizim sayemizde kazandın. Bizden alıp topladın. Onlarda senin hakkın yoktur. Hiçbir zaman bunları alıp da Medine’ye gitmene müsaade etmeyiz. Ona göre...” dediler.

Süheyb (r.a.) iyi ok atar, iyi kılıç kullanırdı. Onların bu tehditlerine boyun eğmedi: “Siz ne diyorsunuz?” dedi. “Çoluk-çocuğunuz dahi bilir ki, içinizde benim kadar iyi ok atanınız yoktur. Şunu unutmayın ki, elimdeki bu okları atar, sizin hakkınızdan gelirim.

“Oklarım bitti mi kılıcımı alırım. Yine bilirsiniz ki, kılıç kullanmakta da bana karşı koyabilecek kimseniz yoktur. Sizinle kıyasıya dövüşürüm. Çoğunuzu da haklarım.

“Çoğunluktasınız. Belki de beni öldürebilirsiniz. Ama sizin niyetiniz başka ise, bütün gönlünüz parada-pulda, malda-mülkte ise, bunların benim yanımda hiçbir önemi yok. Gönül hoşluğuyla hepsini size bağışlarım. Yeter ki bana mâni olmayın.”

Kâfirler aralarında fısıldaşmaya başlamışlardı. Süheyb’in (r.a.) gönlü Resûlullah sevgisiyle çarpıyordu. Hicret için yola çıkmıştı. Bir an evvel Resûlullaha (a.s.m.) kavuşmak istiyordu.

“Çekilin yolumdan,” dedi. “Yoksa hepinizin hakkından gelirim!”

Kâfirler korkmuşlar ve cevap verebilecek mecal bulamamışlardı kendilerinde. Ancak mallarına konmayı düşünerek tesellî buldular.

Süheyb (r.a.) sür’atle yol aldı ve bir süre sonra Resûlullaha kavuştu. Peygamberimiz (a.s.m.) onu görür görmez gülümsemiş, hakkında bir âyet nâzil olduğunu belirtmiş ve “Seni tebrik ederim, ey Ebû Yahya. Bu işte kazançlısın” buyurmuştu.

Süheyb (r.a.) hakkında gelen âyet şu meâldeydi:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, karşılığında Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder. Allah ise kullarına pek şefkatlidir.”. (Bakara Sûresi: 207.)

14.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Meşrû ve sağlam bir âile yuvası kurulmazsa...


A+ | A-

İnsan, bu dünyaya “nefsî arzularını tatmin ile zevk ve lezzet” için değil; insanî ve ulvî duygularını yüceltmek, mükemmelleştirmek için gelmiş.

Evlilik, yalnızca nefsî arzuları tatmin için meşru kılınan bir müessese değildir. Yalnız nefsî, behimî, hayvanî duygulara yönelik bir faaliyet, insaniyetin iflasıdır.

Ki, böyle bir anlayış hedonizmi, yani, zevkkolikliği getirir. Bu da, zahmet ve acılardan kaçmayı. Bu da çocuk bakımı, eğitimi ve geçimi gibi sıkıntılara katlanmamayı. Bu da aile müessesesini toplum hayatından silmeyi…

Aynı şekilde, “özgürlük ve serbest hayat” düşüncesiyle, kendisini çoluk-çocuk, aile bağları ile bağlamak istemiyor. Bu, gayr-i meşrû hayatı palazlandırıyor.

Gayr-i meşrû hayatın, bilhassa Batıda, başta fert, âile müessesesi ve sosyal hayatı perişan ettiğini, kasıp-kavurduğunu, çökerttiği apaçık görülüyor. Eğer temelleri haya ve iffete dayalı aile müessesesi kurulmazsa;

*Gayr-i meşrû, tamamen başıboş bir hayatta düzen, dolayısıyla huzur ve mutluluk yoktur.

*Doğan çocukların babası belli olmaz. Soylar karışır, nesiller tanınmaz olur. İnsanî ilişkiler ve akrabalık bağları tamamen kopar.

Babası belli olmayan çocuklar korumasız, âile şefkatinden mahrum, nafakasız, ruh ve beden sağlığı bakımından zayıf yetişir.

Çocukların kime ait olduğu belli olmadığndan, miras meselesinde kargaşalıklar çıkar. Hukuklar zayi olur.

*Kadınla erkeğin ortak mahsûlü olan çocuğa sadece anne bakmak zorunda kalır. Veya onu bir mâbedin avlusuna terk edecek veya bir yuvaya verecektir. Şu halde, çocuk anne-baba şefkatinden, âile eğitimi ve terbiyesinden mahrum kalır. Aile kurumu olmayınca, sosyal hayat çöker.

Nesiller belirsiz olunca, kardeş ve akrabaların biri biriyle evlenmesi de kaçınılmaz olur. Akrabalar arası, sevgi, saygı, hürmet, yardımlaşma hayal bile edilemeyecektir.

*Serbest hayat, kıskançlıkların azmasına, kavga, yaralama, hattâ cinâyetlere kadar varan hâdiselere sebebiyet verir.

14.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Cevher İLHAN

“İptal”e kapı açan tereddüt


A+ | A-

Hâlen gün aşırı onlarca-yüzlerce insanın katledildiği, işgalden sonra öldürülenlerin sayısının iki milyona ulaştığı Irak artık kanıksandı. Yine işgalden bu yana büyük bir baskı ve “terör” dalgası altında yüz binlerce sivilin katledildiği Afganistan’da ve Pakistan’da kargaşa ve katliam devam ederken, kamuoyu Çin’in Doğu Türkistan’da yeniden azdırdığı zulüm ve vahşete kilitlendi.

Bu bakımdan Cumhurbaşkanı Gül’ün “onayladığı” askerî personele sivil mahkemelerde yargılama yolu açan yasa yeterince tartışılamadı.

Öncelikle şunu belirtelim ki Türkiye’nin Kopenhag siyasî kriterleri çerçevesinde vaad ettiği, AB’nin demokratikleşme standardına uyumu hedefleyen sözkonusu düzenleme, oldukça olumlu bir gelişme. Türkiye’nin demokratikleşme ve yargı reformunda mevzuatını, çoktandır ciddî bir adım atmadığı AB müktesebatı ışığında geliştirme açısından fevkalâde önemli.

Ne var ki bütün bunlarla beraber, hükümetin geceyarısı yasayı değiştirmedeki ürkekliği, daha baştan yasanın 12 Eylül darbe Anayasasına “aykırılığı” iddialarına kozlar sunuyor. Yasayı “veto” etmeyip imzalayan Cumhurbaşkanı’nın “tereddütlü” gerekçesi, peşinen yasanın Anayasa Mahkemesi’nde “iptali”ne kapı açan bir zâfiyet ortaya çıkarıyor…

YASA GÜÇLÜ ARGÜMANLARLA SAVUNULMALI

“Onaylama gerekçesi”nin sonunda, “yasanın uygulanmasında askerlik hizmeti bakımından disipline ve hukukî güvencelere ilişkin olarak ortaya çıkması muhtemel tereddütler”e dikkat çekilmesi ve hükümetten ivedi biçimde “bu tereddütleri giderecek ek düzenleme” istenmesinin bu haliyle “iptale” malzeme edileceği anlaşılmakta.

Hükûmet ve iktidar partisinin güçlü argümanlarla yasanın arkasında durmak yerine, bu “tereddütler”e sebebiyet veren kırılgan tavrı da bunu kuvvetlendirmekte.

Öncelikle Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Çiçek’in yasa çıkar çıkmaz, “Yasa, Anayasa Mahkemesine götürülebilir, uygunluk denetimini yapacak olan makam, Anayasa Mahkemesidir; Anayasaya uygun olduğunu söyleyenler de var, aykırı olabileceği iddiasında olanlar da var” ifâdeleriyle tereddütlü “iptal” alternatifini seslendirmesi, bu kırılmanın sinyallerini vermekte.

Bu arada başta Başbakan Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Arınç olmak üzere hükümetin, Köşk’ün gerekçesi üzerine, sözkonusu “tereddütlerin giderilmesi” için yeni yasama döneminde derhal gerekli düzenlemelerin yapılacağını bildirmeleri, siyasî iktidarın bu en tabii ve gerekli değişikliğe dair “tereddütler”i kabul ettiğine yorumlanmakta.

Ve bu “tereddüt”, AB müzâkere sürecindeki Ankara’nın demokratikleşmedeki gevşekliğinin açık bir göstergesi olmakta…

Görünen o ki Gül’ün aynen “türban formülü”yle başörtüsü ile ilgili anayasa değişikliğinde olduğu gibi, “imzaladığı” bir yasa hakkında “tereddüt” bildirmesi ve hükûmetten âcilen “yeni bir düzenleme”yi talep etmesi, “iptalciler”ce bu yasanın da iptaline gerekçede istimal edilecek. “Onaylayan” makamın bile “tereddütlü” saydığı yasanın iptali istenecek…

Hükümet, her şeyden önce bu tereddütlü tavırdan vazgeçmeli. Muhalefetin “iptal” için başvuracağını açıkça deklâre ettiği düzenleme için siyasî iktidar, bütün gücüyle hiçbir kırılganlığa ve geri adıma mahal bırakmayacak bir irâde sergilemeli; demokratik direnç göstermeli…

“KIRILGAN VAZİYET”TEN SAKINMALI…

Keza Cumhurbaşkanı’nın “gerekçesi”nde de belirttiği gibi, düzenlemenin AB’ye katılım ortaklığı belgesinde ve 2004 ilerleme raporunda “sivil-asker ilişkileri” başlığı altında ve 2008 raporundaki “kısa sürede çözülmesi gereken sorunlar” bölümünde yer aldığı haklı vurgusu yapılmalı.

Avrupa’da sivillerin barış zamanında askerî mahkemelerde yargılandığı tek ülkenin Türkiye olduğu nazara verilmeli; Türkiye’nin kararlarına uyacağını taahhüd ettiği AİHM’in “askerî mahkemelerin bağımsız olamayacağı” kararına atıfta bulunulmalı.

AKP iktidarı, AB’nin demokrasi ve hukukun üstünlüğünü esas alan müktesebatında sivil siyasî demokratik irâdenin ve otoritenin hâkimiyeti için gereğine sahip çıkmalı. Kamuoyunda tereddüt oluşturan, zihinleri bulandıran ve “iptal istemi”ni haklı kılan çekingen politikalardan sakınılmalı…

Aksi halde “tereddütlü” kırılgan vaziyet, AB müzâkere sürecinde demokratik irâdenin üstünlüğü için bu “gerekli” düzenlemeyi daha baştan “iptal” sürecine sokacak…

Dahası demokratikleşmenin mühim bir vetiresi olan “yargı reformu”nu, siyasetin demokratikleşmesini ve diğer demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve hürriyetlere dair reformları bir defa daha geride bıraktıracak…

Yazık olur…

14.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Hep birlikte mücadele edelim


A+ | A-

Trafik kazalarıyla ilgili olarak açıklanan istatistikî bilgiler, ciddî bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bu rakamlara göre Türkiye’de son 10 yılda meydana gelen trafik kazalarında 50 binden fazla kişi öldü, 1 milyonun üzerinde kişi yaralandı ya da sakat kaldı.

Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Hizmetleri Başkanlığının ‘’2008 yılı Trafik Faaliyet Raporu’’nda yer alan rakamlara göre, Türkiye’de trafik kazalarındaki ölümler, ‘’ölüm nedenleri’’ arasında üçüncü sırada yer alıyor.

Bu rakamlara göre yılda ortalama 5 bin kişi trafik kazalarında vefat ediyor. Yine bu kazalarda; yılda ortalama olarak 20 bin kişinin yaralandığı belli. Peki bütün bu yaralanma ve ölümlere ilave olarak, meydana gelen maddî zarar da göz önüne alınırsa neler kaybettiğimizin farkında mıyız?

Bakınız, 12 Eylül ihtilâlini yapanların bahanesi neydi? “İhtilâle hazırlanma ve hazırlama süreci”nde çıkarılan anarşik olaylarda yaklaşık 5 bin kişi ölmüştü. İhtilâli yapanlar da bu rakamı bahane edip, demokrasiyi katletmiş, yönetime el koymuşlardı. Belki uygun bir benzetme değil, ama meydana gelen trafik kazalarında yılda 5 bin kişi ölüp, 20 bin kişi de yaralandığına göre; niçin bu rakamlar bir ‘darbe/ihtilâl’ sebebi görülmez?

“Darbe ve ihtilâl” laflarını yel alıp götürsün! Türkiye yansa da ihtilâlin çare olmadığının farkında ve şuurundayız. Burada dikkat çekmek istediğimiz konu, ihtilâlcilerin her türlü bahaneyi ileri sürüp yönetime el koymaya çalışırken; bir gün olsun bu konuları ‘problem’ olarak görmemesidir!

İnsan hayatı önemli olduğuna göre; anarşi ya da terör sebebiyle ölenlere acıyıp, trafik kazalarında meydana gelen ölümleri ‘normal’ karşılamak doğru mudur? Kader cihetinde bakınca arada fark yok. Âmenna; kader birdir ve tagayyür edip değişmez. Fakat mümkün olan tedbirleri almakta ne mahzur var? Meselâ, son yıllarda yapılan ‘duble yol’ların ölümlü trafik kazalarını azalttığı ifade ediliyor. Madem öyle, bu yolları bütün vatan sathına yaymak gerekmez mi?

Tabiî ki burada unutulmaması gereken çok önemli başka bir nokta var: Hele hele ölümlü trafik kazalarının büyük bir bölümüne ‘sarhoş’luk sebep oluyor. Aklı iptal edip insanı ‘deli’ haline getiren alkollü içkiler, şoförlerin kaza yapmasına ve binlerce kişinin ölümüne sebep oluyorlar. Hemen hatırlayalım; otoyollardaki benzin istasyonlarında da insanı sarhoş eden içkiler satılıyor! Bu kadar çeklişki her halde sadece bizde olur!

Yeteri kadar dile getirilmiyorsa da trafik kazalarında en büyük ‘suçlu’ alkollü içkilerdir. Dolayısı ile alkollü içkilerin önünü açan, onlara karşı ciddî mücadele yürütmeyen Türkiye’nin idarecileridir, belki de hepimiziz. Ölüm ve yaralanma ile sonuçlanan trafik kazalarının yüzde 60’ının “kural ihlâllerinden” meydana geldiği belirtiliyor. Ama ‘deli’ hükmünde olan ‘sarhoş’lardan kurallara uyması beklenebilir mi?

Dünyada, trafik kazalarından kaynaklanan maddî zarar ise yıllık 518 milyar doları buluyormuş. Bu para ile belki de dünyadaki açlığı sona erdirmek mümkün. O halde hem ülkemizde hem de bütün dünyada alkollü içkilerle hep birlikte ve kararlı bir şekilde mücadele etmek gerekir. Çünkü bu mücadeleden bütün dünya kârlı çıkacak. Hem maddî, hem de manevî anlamda.

Alkollü içkilerin bütün kötülüklerin anası olduğunu bilelim ve bu şuurla mücadelemizi yürütelim. Hep birlikte...

14.07.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Darbelerle hesaplaşmak


A+ | A-

Arjantin ve İspanya gibi senelerce darbe ve dikta mağduru olmuş ülkelerde darbeler ve darbecilerle hesaplaşma süreci kesintisiz bir şekilde devam eder; eski karanlık dönemlerin dosyaları tozlu raflardan birer indirilirken Türkiye bir türlü o noktaya gelemiyor.

Milletin seçtiği bir başbakanla iki bakanını asmış, cumhurbaşkanı ve milletvekillerini senelerce hapiste tutmuş 27 Mayıs darbecilerine hiçbir şey yapılmadı. Tam tersine, bu darbeyi yapanlar uzun yıllar boyunca dokunulmazlık zırhıyla korunan temelli senatörler olarak ödüllendirildi.

12 Mart ve 12 Eylül’ü yapanlardan da hesap sorulamadı. 12 Martçılardan, cumhurbaşkanlığına talip olanlar, hattâ bu hedefe ulaşmak için asker baskısını, Meclisin üzerinden jetler uçurmak gibi görülmemiş yöntemlerle devreye sokanlar oldu. Ama neyse ki, başarılı olamadılar.

Buna mukabil, 12 Eylül kendi hedefleri açısından her yönüyle başarılı oldu. Darbe konseyinin lideri kendisini cumhurbaşkanı seçtirdi. 12 Eylül’ün hazırlayıp tek taraflı propaganda, beyin yıkama ve baskıyla halka onaylattığı anayasayla da toplum alabildiğine sıkı bir cendere içine alındı.

27 Mayıs’la ülkenin sokulduğu “ara rejim”in daha da tahkim edilmiş bir devamı niteliğindeki 12 Eylül düzeni, gerek kendisine vücut veren darbe ve sorumlularından, gerekse öncekilerden hesap sorulmasına imkân vermeyen bir sistemi getirdiği gibi, kendi kurallarını topluma dayattı.

On yıldır AB sürecinin demokratikleşme ve değişim yönünde sağladığı pozitif katkıya rağmen hâlâ 27 Mayıs+12 Eylül düzeninden çıkabilmiş değiliz. Bazı alanlardaki kısmî açılımlara rağmen kritik noktalarda hâlâ darbe düzeni var.

Bunun da sebebi, darbeleri gerçekleştirip anayasalarına vücut veren bürokratik ittifakın, hem kendisini, hem de yaslandığı zihniyet ve dünya görüşünü, sıradan düzenlemelerle çözülmesi mümkün olmayan girift güvencelere bağlaması.

Özellikle bu zihniyet ve sistem açısından özel önem arz eden sorunlarla ilgili olarak gündeme getirilmek istenen münferit çözüm girişimlerinin sonuca ulaşamaması bundan. Üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırma teşebbüsü gibi.

Statüko inişe geçti, ama...

Kendisini anayasadaki kademeli bariyerlerle güvenceye alan sistem ve zihniyetin en son direnme noktası, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” saydığı maddeler. İş gelip bunlara dayanınca akan sular duruyor ve sonrasında bir milim dahi ilerleme kaydedilemiyor.

Gerçi bu eksende yapılan her bir tartışma, surda yeni bir gedik açarak bu direnişi bir miktar daha zaafa uğratıyor, ama henüz sonuç yok.

Sonuç alınabilmesi için ise, şimdiye kadar yaşanmış tecrübelerin tamamını göz önünde bulundurarak hazırlanacak akılcı ve gerçekçi stratejilerle, her türlü kompleksten arınmış, kamburu veya yumuşak karnı olmayan ciddî, samimî, dirayetli ve demokrat uygulayıcılara ihtiyaç var.

Yakın zamanda CHP liderinin gündeme getirdiği “12 Eylülcüler yargılansın” teklifine Kenan Evren’in verdiği “Halka sorulsun, halk ‘yargılansın’ derse işi yargıya bırakmam, intihar ederim” tepkisi, o cenahtaki psikolojiyi ortaya koyuyor.

Demek ki, bu konunun kararlı bir şekilde takipçisi olunursa netice almanın eskiye göre daha kolay hale geldiği bir noktaya ulaşılmış durumda

Ama burada dikkat edilmesi gereken husus, her ne kadar vitrininde generaller yer alsa da, darbe organizasyonunun ve darbeyle kurulan sistemin, görünmeyen akıl hocaları ve aktörleriyle çok daha geniş çaplı bir “şebeke”nin eseri olduğu. Ve onun da, darbe ürünü sistemi kökten değiştirecek reformlarla tasfiye edilebileceği.

Bu itibarla, günümüz ortamında AB kriterlerinde ifadesini bulan çağdaş normlara uygun bir anayasa bir an önce hazırlanıp yürürlüğe konulmadığı sürece, darbelerle hesaplaşmak da, Ergenekon gibi çetelerin tasfiyesi de mümkün değil.

Türkiye yeni bir anayasayı artık başarmalı.

14.07.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İngilizler soruyor: Afganistan'da ne işimiz var?


A+ | A-

"E ğer Afganistan konusunda gerçekten ciddî iseler en azından 500 bin askeri buraya yığmalılar. Bu durumda bile en azından yedi yıl sürer savaş. Bu savaş kazanamayacağımız ve kazanmamız gerekmeyen bir savaş. Afganlılar Avrupa’ya karşı bir tehlike oluşturmuyor. Avrupa’nın nerede olduğunu bile bilmiyorlar. İkiz kuleleri yıkma fikri Afganistan’da doğmadı ve Üsame bin Ladin’in de bu işle bir ilgisi yok”.

Bu sözler İngiliz ordusunun dedikodu sitesinde, Afganistan’da savaşan bir İngiliz askerine ait.

Özellikle son on günde on beş İngiliz askeri Afganistan’daki saldırılarda ölünce İngiliz kamuoyu ayağa kalktı. Afganistan’da şu ana kadarki kayıpları, tüm Irak savaşındaki kayıplarından daha fazlaydı. Herkes Afganistan operasyonunu tartışmaya başladı. Guardian’ın tanınmış köşe yazarı Peter Preston; “Askerlerimiz yanlış, umutsuz bir savaşta ölüyorlar… 184 genç İngiliz hayatını kaybetti ve kayıplar sürüyor” diye feryat ediyor.

Yapılan bir ankette İngilizlerin yüzde 47’sinin bu savaşa karşı olduğu ortaya çıktı. Tüm ankete katılanların yüzde 42’si ise askerlerin hemen çekilmesini istiyor. Yorumcular aslında bu oranların daha yüksek olduğunu, ancak halkın ordusu savaş halindeyken onlara sırt çevirmemek için destek vermeye devam ettiğini belirtiyorlar.

Başbakan Gordon Brown ise “2001 yılında Afganistan’a müdahalenin amacı küresel bir terörist tehdidi sona erdirmek, İngiltere ve tüm dünyada terörist saldırıları önlemekti… 2009’da da nedenimiz aynı.” Başbakan oradaki asker sayısını 8.300’den 9.000’e çıkarmaya hazırlanıyor.

İngiliz halkı Başbakanına inanmıyor. İngiliz askerlerinin Afganistan’da bulunmasının gerekçesine de, orada başarılı olacağına da inanmıyor. Çocukları Afganistan’da savaşan aileler, onların yeterince korunmadığına eski jiplerle ateşin içine dalmak zorunda kaldıklarına, helikopterlerin yetersiz olduğuna inanıyor.

Amerika ve onun kuyruğundan ayrılmayan İngiltere, önce el-Kaide ve Üsame bin Ladin’i yok etmek için, şimdi ise Taliban’ı yok etmek için savaştıkları yalanına artık dünyayı inandıramıyor. Hele savaşı şimdi Pakistan’a da yaymalarına haklı gerekçeler bulmaları imkânsız.

Bir Amerikan petrol şirketinin eski yöneticisi kukla Karzai başkanlığındaki Afganistan hükümetini bu yaz yapılacak seçimlerden galip çıkarmaya yönelik çabaları sürüyor Batının. Böylece enerji yolu güvence altında tutulacak. Acaba tonlarca afyonun sekiz yıldır orada bulunan Amerikan ve İngiliz askerlerinin gözü önünde üretilmesi de bu planın bir parçası mı?

Sokaktaki masum insanlar ise savaş, yurtlarından edilme, yoksulluk ve hastalıklar içinde can çekişiyor. Amerika dünyaya bin Ladin’i hâlâ niye yakalayamadığını bir türlü anlatmıyor. Şimdi de NATO’yu daha çok işin içine sokarak Afganistan’daki dökülen kanları arttırmaya çalışıyor. Bir yorumcunun deyimiyle Vietnam sonrası Kamboçya müdahalesine benziyor yeni durum. Ama ikisinden de hezimetle çıkıldığı unutulmamalı.

İngilizlerin Afganistan’daki durumunu yine bir askerin mektubundan alıntıyla bitirelim:

“Niye burada olduğumuzu gerçekten anlamıyorum. Bu adamlar hâlâ haşhaş yetiştiriyor hem de tam kampın kenarında; bu bir şaka olmalı… Eğer bana bir şey olursa sakın insanlara amacına inandığım için burada olduğumu söylemeyin.”

14.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.