08 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

H. İbrahim CAN

Enerji savaşlarında Ankara etabı: Putin ve Berlusconi Türkiye’de


A+ | A-

Önceki gün çok hareketli bir gün yaşadı Ankara. Önce Rusya Başbakanı Putin geldi. Ardından da İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi. Üçlünün samimî ve sıcak görüntüleri, bir çok Batılı ülkeyi kıskandıracak kadar canlıydı. Kısa günde 20 protokol birden imzalandı Rusya ile Türkiye arasında.

Türkiye’nin enerji yollarının kavşağında bulunmasının etkisi, enerjinin dünya gündeminde yükselmesine paralel olarak artıyor. Nitekim Başbakan Erdoğan görüşmelerdeki üç başlığı doğalgaz, petrol ve nükleer enerji olarak açıkladı.

Özellikle geçen ay imzalanan Nabucco doğal gaz boru hattı anlaşması, Rusya’nın Avrupa ülkeleri pazarını kaybetme endişesi yaşamasına sebep oldu. Bu yüzden dünkü ziyaretin en önemli konularından birisi Rus doğal gazını Karadeniz’in Bulgaristan münhasır ekonomik sahası üzerinden Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, İtalya’ya taşıyacak Güney Akımı Doğalgaz boru hattını Türkiye münhasır ekonomik sahasına kaydırarak Türkiye’yi de sürece dahil etmek. Berlusconi’nin geliş amacı da aynı. Çok önem verdikleri bu projeye Türkiye’yi ortak etmek.

Ayrıca Mavi Akım-2 konusunda ciddî bir adım atılmış oluyor. Bu proje ile bilindiği üzere Rus doğalgazı İsrail’e kadar ulaşacak.

Türkiye ise Rusya’nın da Nabucco’ya gaz veren ülkelerden olmasını istiyor. Ayrıca tabi “al ya da öde” anlaşmasının değiştirilmesi de Türkiye’nin istekleri arasında. Çünkü Türkiye son yıllarda henüz altyapısını tamamlayamadığı ve pahalı geldiği için kotasını dolduramadığı halde kullanmadığı doğal gazın bedelini ödemek zorunda kalıyor. Türkiye halen doğalgaz ihtiyacının yüzde 65’ini, petrol ve türevleri ihtiyacının ise yüzde 40 kadarını Rusya’dan karşılıyor. 2011’de sona eren doğalgaz anlaşmasının uzatılmasına ilişkin protokol de önceki gün imzalanan protokoller arasındaydı. Umarız burada yukarıda belirtilen istekler karşılanmıştır.

Ankara randevusundaki ikinci en önemli konu ise; nükleer santral inşası işi idi. Bilindiği gibi Akkuyu Nükleer Enerji Santrali ihalesinde tek teklif veren Rus JSC Atomstroyexport-JSC InterRaoues-Park Teknik Ortak Girişim Grubu oldu. Ancak verdikleri fiyat yüksek bulundu. Sonra şirket bu fiyatı 21,16 sentten 15,35 sente düşürdü. Yine de pürüzler çözülemediğinden bu konudaki ihale sonuçlanmadı. Bu ziyarette bu konuda atılan adımlar birkaç gün içinde netleşir. Büyük ihtimalle fiyatta ilâve indirim ve teknoloji transferi de gündeme gelecek.

Nabucco’da ayrıcalıklı –diğer ortaklardan daha yüksek miktarda- doğalgaz alım hakkından taviz verildiğine ilişkin haberler, boru hattına doğal gaz verecek ülkelerin halen belli olmaması, boru hattının güvenliğinin AB güvenlik güçlerince sağlanacak olması, bu projenin önünde ciddî sıkıntılar bulunduğunu göstermektedir.

Böyle bir dönemde Türkiye’nin stratejik konumunu iyi değerlendirerek, hem daha ucuz ve istikrarlı enerji ihtiyacını karşılamak, hem de Avrupa Birliği ve Rusya ile ilişkilerini güçlendirmek imkânını kaçırmamalıdır.

Nükleer Enerji Santrali konusunda, Rusya’nın santralin yapı güvenliğinden çok ekonomik santral inşasına önem vermesi ciddî bir sorundur. Çernobil kazasında yaşananlar ortada. Halbuki Amerika’’da 1979 yılında yaşanan Three Mile Island Nükleer Santral kazasında, yapının bu tür kazalarda dışarıya sızıntı olmasını önleyici sağlamlıkta olması sayesinde herhangi bir kayıp yaşanmamıştır. Yani modern teknolojideki hem nükleer kazalara karşı güvenceli hem de atıkların çevreye zarar vermeksizin aynı yerde depolanmasına imkân veren santral yapısı projesinden vazgeçilmemelidir. Bu konuyu ayrıca ele alacağız.

Kısacası; önceki gün Ankara gündemi enerji savaşları idi ve Türkiye umarız bu savaştaki avantajlı konumunu iyi değerlendirir.

08.08.2009

E-Posta: [email protected]



Selim GÜNDÜZALP

Aşk, işte böyle bir denizdir


A+ | A-

Aşk bir ummandır, sevgi bir deniz. Kim bilir kaç kişinin kayığı battı bu denizlerde? Denizin kenarında durmaktansa, içine dalan ve çıkamayan yine de çok fazla... Bir sır var bunda. Elde değil, bir şey var onda bizi çeken, içine alan bir sır…

Beterin de beteri vardır, o da sevgisiz kalmaktır.

Bu yazı, o zorlu yolculuğa çıkanlara adanmıştır…

Rahmetli Prof. Dr. Yılmaz Muslu Hocamızdan güzel bir hatıra: “Bir zamanlar sahilde bir kotra görmüştüm. Üzerinde İngilizce olarak; ‘Rabbim! Denizin ne kadar büyük, ben ise ne kadar küçüğüm. Sana sığındım’ yazısını okumuştum.”

Denizler, karalardaki hayatın devamı için gerekli olan yağmurun da kaynağı, vazgeçilmez her nev'î su ayağı, sıcaklığın ayarlandığı, iklimlerin kalıba döküldüğü bir yerdir. Denizlerin fonksiyonları saymakla bitmez.

Aşk da işte böyle bir denizdir. Kaç kişinin kayığı battı bu denizlerde ama bir sır var bizi çeken o yerlerde. On parmağında on marifet olanın sözü geçmez buralarda. Kendine mahsus şartları var, kendine has iklimi.

Aşk denizinden ayağı bile ıslanmayanlar nasipsizlerdir sadece. Bir dönüp bak, baştan aşağıya aşktır kâinat. Aşka, cezbeye gelmiş dalgalar, bu aşkla uçar gökyüzünde kuşlar, bu aşkla, bu şevkle açar çiçekler, kocaman bir aşktır baharlar. Bunun ucu, Rahman, Rezzak, Kerîm, Lâtif ve Vedûd gibi isimlerine kadar uzanır Rabbimizin.

Bu yola girmeyen, bu duyguyu tatmayan, hakkı olmadığı bir şeyi istemeye kalkan gibidir. Hani ata nal çakıldığını görmüş, kurbağa da ayaklarını uzatmış ya, onun gibi bir şey.

Fırtınalı bir denizdir aşk, kalbin ayağı değdi mi bir defa, peşinden ruh da atılır hemen, aşka düşer gönüller.

Korkan, korktuğundan emin olur bu yolda. Her neden korkarsa güvenli, ümitli olur. Neden anneler - babalar ve sevdalılar hep ümitlidir? Çok korkarlar. Yarınlardan, evlâtlarının ve aile efrâdının başına geleceklerden çok korkarlar. Tek başına değillerdir artık, sorumluluk almışlardır, onca insan vardır hayatlarında. Haklı olarak çekinir, korkarlar ama bu korku onları rahmetin kucağına sevk eder, ümide doğru bir yolculuğa çıkarır ve şükür ki, hiçbir zaman elleri boş dönmezler.

Aşk denizinde ümit vardır, o derinlikte gizli inciler vardır. Başkalarının elini ve ayağını sokmaktan çekindikleri yere, onlar baş üstü dalar. Yüzleri ve gönülleri, odaklandıklarından asla vazgeçmez onların. Bu bakış, bu izleyiş anayı ana, babayı baba yapar. Seveni sevdiğinin etrafında pervane yapar. İşte insanın bu yönüdür göğe doğru yükselen, Allah’a yakın duran bu yanıdır.

İnsanın derdi, yarası aynı zamanda şifası olabilir mi? Ruhumuzda kanayan bir yara gün gelir bizi iyileştirir mi? Niye olmasın? Örnekleri o kadar çok ki…

Evet, aşk, var olmaktır. Var olduğunu dünya âleme duyurmaktır.

Var olmak, yok olmayı göze alanların kârıdır. Hangi tohum, çiçeği görebilmiştir ki; hangi çiçek meyveyi görebilsin?

Var olmak aslında yok olmaktan geçen uzun bir yoldur.

İşte aşk budur.

Kıyıda duranlara inat, siz varın yolunuza devam edin. Kalanlara el edin.

Güzelliğe aşinâ olanlar ve aşkı bulanlar, onu her yerde kâim kılmak isterler.

Hayata nasıl baktığımız, neyi gördüğümüzü belirler.

Aşkla, sevgiyle yoğrulmuş bir yürek, bir kaldıraç arar. Onu buldu mu, dünyayı yerinden oynatabilirim zanneder o yürek. O kadar inançlı ve kararlıdır.

Sadece şehirler değil… Yürekler de Fâtihini bekler fethedilmek için…

Evet, aşk insanı değiştirir. Aşkla değişen bir insan da dünyayı değiştirebilir. Güçlü ve özel insanlardır, Allah adamlarıdır onlar. Ancak onlar, anneler ve babalar, bir de âşıklar dünyayı değiştirebilir.

Tohumun arzusu çiçekte, çiçeğin duâsı meyvede sürer, gider. Gördüğümüz, bildiğimiz bir şeydir işte gözler önünde yaşanan. İşte aşk, böyle bir şeydir.

Dağılmış odalara benzeyen yüreğimiz bir gün toparlandığında, bir noktaya odaklandığında, büyüteci güneşe tuttuğunuzda ne olursa, o an kalpte de o olur işte. Bir kâğıdı tutuşturur, belki de bir ormanı o ateş. Yanmayan yakamaz. Aşk işte böyle bir ateştir. Aşk, ilâhî bir iksirdir, ama adam gibi aşksa, Allah için ise… Aşk işte böyledir. Aksi halde, camı güneşe tutsan, ne fayda.

Seviyorum zannıyla olan sevmeler, buyur edildiği hâlde açılmayan kapılar gibidir. Sevgi ve aşk içeri girmedikçe, gönül de tahtına çıkmadıkça, insan insanlığını ve niçin yaratıldığını anlayamaz.

Nasıl bir takiptir, nasıl bir ilgidir bu, anne ve babada evlâda karşı? Nasıl bir bakış, nasıl bir izleyiştir anayı ana, babayı baba yapan? Seveni yurdundan eden, bir ağacı bile, şanlı bir şehâdete şahitlik için, kökleriyle beraber yerinden çıkarıp Hz. Peygamber’in (asm) huzuruna getiren sır nedir?

Analığa babalığa mahsus rahmanî bir duygu olsa gerektir. Ölüm mü, fânilik mi? Hepsi aşkın gölgesindedir, ümidin gerisindedir. Öyle bir sevgidir ki bu, her şeyi hiçe sayar. Belki aşk, biraz da dünyayı yok saymak ya da sayabilmektir.

Evet, öleceğimizi bildiğimiz için belki de bu kadar tutkuyla severiz. Bu fânilik duygusu, bu ölümlülük duygusu aşkı zenginleştirir ve onu âdeta mümkün kılar.

“Aşk gelince, cümle eksikler biter” diyor Yûnus Emre. Âdeta aşkın yazılmamış destanını özetliyor. Nasıl bunca ağır yükün altına girer anneler – babalar, bir derece anlayabiliriz işte. Endişesiz, risksiz yaşanmıyor, hele de aşksız hiç olmuyor. Ümide doğru giden yol, korkudan, aşktan geçiyor.

Bu duyguyu Asr-ı Saadet’te de yaşayanlar vardı.

İbni Mesud (r.a.) anlatıyor:

Rasûlullah’a (asm) bir adam gelerek:

“Ya Rasulallah! Kendim, çocuğum, ailem ve malım için korkuyorum” dedi.

Rasulullah da (asm) ona:

“Her sabah ve akşam, Allah’ın adıyla başlayarak ‘Allah’ım! Dinimi, nefsimi, çocuğumu, ailemi ve malımı koru’ de” buyurdu. Adam öyle duâ etti. Sonra tekrar Rasulullah’ın (asm) yanına geldi. Rasulullah (asm) ona:

“Nasıl? Korkun gitti mi?” dedi. Adam:

“Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, bendeki o hâl gitti” dedi. (Hayat’üs-Sahabe cilt: 4, s: 1707.)

Çok şükür öylesine geniş kapıları var ki bu güzel dinin, aşk kayığını dalgalı denizlerde yalnız bırakmıyor, selâmetli bir sahile çekip çıkarıyor. Şefkatin ateşini bir derece düşürüyor.

Bunca tutku nedir ana ve babalarda, birbirini sevenlerde? Nedir Allah aşkına? Öyle bir isteyiş ki, derinden ama ümitle… Öyle bir ağlayış ki, çocuk gibi… “Anneeee!” diyen o ses anneyi sokaktan eve döndürür.

Cahit Zarifoğlu’nun deyişiyle: “Anne eve dönünce / Anne eve dönecek.”

Evet, çılgınca, bilinçsizce bir isteyiştir belki; içten gelen dalgalara, kıpırdanmalara karşı koyamama hâlidir. Aşk her şeyin yerini ve merkezini değiştirir, orada yepyeni bir dünya oluşturur.

Siz de gazetelerde okumuş, radyo ve televizyon programlarında çok duymuş ve dinlemişsinizdir. Bir genç kadının, kendisine eziyet eden, parasını pulunu tüketen, üstelik kendisinden de yaşça büyük olan bir adamı, yaşadığı onca eziyete rağmen sevdiği gerekçesiyle terk edemediğini... Bir başkasının ise, eski bir sevdayı kırk yıldır kalbinden atamadığını… Terk eden, ayrılsa da sevdiğini unutamıyor.

Bir diğeri de hercai birine takılmış. Karabatak gibi bir görünüp, bir kaybolur aşkın sularında bu insan. Arada bir sevdiğini söyleyen birinin çekim alanına girmiştir, peşinden koşturup duruyordur. Yaptıklarının doğru olduğuna kendileri de inanmıyorlardır ya. Acaba neden vazgeçemiyorlardır?..

Aklın alacağı ya da tartacağı hâller değil bunlar… Ayrılık gibi aşkın da meydanı geniştir. Önce bir boşluğa düşer gibi düşeriz ve oradan yeni bir dünya kurup çıkmak isteriz. Geç de olsa tek başına olunamayacağını anlarız…

Sevmek, birbirine benzemek demektir.

Aşk işte böyledir.

Aşk, hayatın anlamını arayıştır, kendinden geçiştir, göklere yükseliştir. Belki romantik aşklarda birçok gencin aradığı yalnızca insanî ilişkiler ya da sevgiler değildir. İlâhî bir yolu bulma çabasıdır. Belki de Mecnûnvâri:

“Leylâ diye diye buldum Mevlâ’yı

Ben neyleyeyim şimdi Leylâ’yı?” demektir.

Aşkın görünmeyen yüzü budur. Ruhun asıl ve asil yönünü, özünü, yarım kalan yanını tamamlama teşebbüsüdür. Bir arayıştır. Bütünlük hasretidir ve özleyişidir. Ancak aşkla ya da sevgiyle eksik kalan bir yanımızın tamamlandığını hissederiz. Eksik kalan bir parçamızın bize tekrar geri verildiğini hissederiz.

Bu çağda dinî duyguların başka bir ifade şekli bulamayınca, gözlerden uzak bir yerde yaşamak için, bir izin arayışı ve isteyişidir. Bir göçtür belki de romantik aşklar.

Sevende öyle bir isteyiş, bir arzulayış ki; ne olacaksa o anda olmalıdır her şey. Çok güçlü bir taleptir. Allah bir mu'cize yaratır, kulun dileğini geri çevirmez, şaşırtır onu.

Gümbür gümbür gelir, sevdanın ayak sesleri duyulur içimizden. Analarda - babalarda olan bu duygu, her canlıda da vardır. Seve seve ölüme koşan, hayatını hiçe sayan her canlıda.

Evet, seve seve ölüme koşan, ölümü göze alan bir aşkı, bir tutkuyu anlamak çok zor, ama oluyor, yaşanıyor işte.

Aşkın dizginine tutunan, çılgın bir tayın üstündedir artık. Bu hıza denk bir taşıt yok yeryüzünde. Uçtun bil artık. Paraşütün de yoksa ya da açık değilse, bir de inişi vardır bunun, sakın unutma.

Yere çakılmak ya da bir ağaca takılmak da vardır sonunda… Ama olsun, aşk takmaz, aşk engel tanımaz…

Aşk ya da sevgi, her neyse; isimlerin değişmesiyle gerçekler değişmez… Aşk, hayatın anlamını arayıştır. Aynayı güneşe tutmayan ışık alamaz. Aşk öyle bir ışıktır ki, güneş ancak onun aynası olabilir.

Evet, vermeden alınmıyor. Anaların – babaların, sevdalıların zenginliğine ulaşılmıyor. Vermeden alanlar yalnız onlardır. Işığımız karşı tarafa vurmadan, yansımadan bize de gelmiyor, bize de ulaşmıyor.

İşte aşk, böyle bir ışıktır.

Gelmiyor dediğin anda gelir, hiç beklemediğin bir anda çıkar gelir. Çünkü onu getiren her şeyi görür, her derdi bilir. Her derdin devasını da kendi içinde yetiştirir.

Aşk yolunda yürüyenlerin işi kolay değildir. Yaralıdır kalpleri. Olsun, aşk bizi yaralasa da, üzerimizde izler bıraksa da, yeniden yeniye kanasa da, vazgeçmez kimse bu dertten, ruhun yaraları kolay kabuk tutmaz. Aşkın izleri asla silinmez.

“Mâzîyi nasıl taşlara çizmişse denizler,

Aşkın ebedî tarihidir yüzdeki izler.”

Belki de bu yolda yürüyenler, bu yaralarından tanınsınlar diye bir nişandır, bir işarettir bunlar. Kim ne derse desin. Delisi olmadan bir yolun, velisi olunmuyor.

Kimi insanlar da akla hayale gelmez kişilere sevdalanırlar. Belki çocukluğundan beri en yakınlarıyla, anne – babalarıyla halledemedikleri bir meseleleri vardır, görülmemiş bir hesapları vardır belki. Kimileri de kendi gibi yaralılara sevdalanır. Ortak acılar insanları birbirine bağlar. Aşk işte böyledir.

Aşk işte böyle bir denizdir. Ayağını değdirenin bedeni de girmiş demektir. Ama güzel olan şu yanı da vardır: Ruh eksiğini tamamlar ve ilâhî bir dünyanın eşiğinden ilk defa heyecanla geçer. İnsan baştan aşağıya kadar değiştiğini hisseder. Hayatında belki de ilk defa bir anlam duygusuna ulaşmıştır. Yüreği, kabaran, coşkun bir deniz gibidir. Seven için zaman işlemez, durur âdeta. Uzak, çok uzak denizlere açılmaya ve kulaç atılmaya başlanmıştır. Koskoca bir mıknatıs, bir zerrecik demir tozunu nasıl çekiyorsa, aşk denizinin cezbesi de bir damlacık olan insanı kendisine böyle çeker işte.

Aşk ya da sevgi, insanın kendisinden daha büyük olana, Yaratanına yönelmesidir. Allah’a doğru, sevdiklerinin üzerinden çıktığı bir yolculuğudur. Aşk bazen yaralar ve kapanmayan yaralar açar ruhumuzda. Ama aşk gerçek sahibini buldu mu, Allah’a vardı mı tamamlanır, sükûnet bulur.

Aşk yarasının devâsı yine aşkın kendisindedir. Belki de insanî bir aşkı ancak ilâhî bir aşk iyileştirebilir.

Gün gelir aşk biter ama şefkat bitmez. Aşk kitabının sonunu âşıklar getiremez. Şefkat pınarı analar ve babalar tamamlar bu kitabın sonunu. Buna mazhar olan, bir adım öndedir her zaman. Ama aşksız olmaz, yapamaz insan. Bu yolda akıl susar. Bu yolda başını verenin aklı mı kalır? Aşk akıl işi değil, gönül işidir. Mevlânâ, aşkı anlatmak ve açıklamaktan âciz kalan akıl için; “Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yatıp kalır” der.

Evet, aşkı ancak aşk şerh eder.

Selâm ve duâ ile…

Sevenlere katılın, iyilik edenlerden olun, kötülüklerden kaçının. Allah için sevin, Allah için ticaret edin de kazanın İnşallah. Duâdan unutmayın.

Not: Bediüzzaman Hazretleri’nin 8. Mektubunu bir de bu gözle okumaya var mısınız?

08.08.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Abes kilitlenme


A+ | A-

Meclis Başkanlığına da eşi başörtülü bir ismin seçilmesiyle ilgili olarak fanatik laikçiler tarafından yapılan, “Devletin tepesinde millî görüşün sacayağı tamamlandı, devletin başına türban geçirildi” şeklindeki provokatif yorumlar devam ederken, YAŞ toplantısından çıkan terfî kararlarından biri, bu bağlamda hayli enteresan bir paradoks oluşturdu.

Ankara Garnizon Komutanı iken, eşiyle birlikte bir geziden dönen Cumhurbaşkanını karşılama merasimi sırasında, sırf Hayrünnisa Hanımla tokalaşmamak için karşı sıraya koşturan Korgeneral Aslan Güner, orgeneralliğe yükseltilerek Genelkurmay 2. Başkanlığına getirildi.

Bu esnada çekilen tuhaf görüntülerle hatırlanan Güner, şimdi karargâhın iki numaralı ismi.

Haddizatında o esnada Güner’in yaşadığı sıkıntı, kendi şahsî tercih, karar ve inisiyatifinden ziyade, Genelkurmay’ın başörtüsüyle ilgili olarak, gereksiz bir şekilde kendisini angaje edip, millet nezdinde “saplantı” olarak algılanan ve en çok da tesettürlü şehit analarını rencide eden o anlamsız kurumsal tavrın sonucu ve yansıması.

Gerçi Güner’in bu husustaki kişisel kanaatinin ne olduğunu bilmiyoruz, ama asıl sıkıntının, söz konusu kurumsal tavırdan kaynaklandığı ortada.

Bu tavırdaki ısrarın başka ne tür garipliklere yol açtığının bir örneği, Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Genelkurmay karargâhında hazırlanan protokol raporunda gözleniyor.

Raporda, Bayan Gül’ün askerî hastanedeki bir yakınını ziyareti durumunda kendisine türban konusunun hatırlatılması; kabulün zorunlu olduğu durumlarda en alt seviyedeki protokol görevlisi ile refakat edilmesi, seyahatlerdeki konaklamalar için başyaverin askerî tesislere değil, “daha uygun” mekânlara yönlendirmesi; resepsiyonlara eşsiz katılıp kısa süre sonra ayrılma gibi detaylı seçeneklere yer verilmiş. (Taraf, 31.7.09)

Bu gereksiz sıkıntıda ısrar niye?

Son şık için “Bu hareket tarzının uygun gerekçelerle halka izah edilmesi” kaydının düşülmesi de ihmal edilmemiş ki, bu, söz konusu davranışın izaha muhtaç olduğunun asker tarafından da fark edildiğine işaret. Ama bu konuda halkı ikna edecek “uygun gerekçe” bulmak mümkün mü?

İşte yasakçı anlayış, askeri böyle sıkıntılı durumlara düşürüyor ve gereksiz yere bu çeşit abes işlerle de uğraşmak durumunda bırakıyor.

(Galiba Özkök döneminde bir ara Genelkurmay, başörtüsü yasağının asker desteğiyle sürdüğü şeklindeki algıdan rahatsızlık duyduğuna dair işaretler verir gibi olmuştu, ama arkası gelmedi.)

Bilindiği gibi, tesettüre olumsuz bakış Genelkurmay ile de sınırlı değil. Yargı, yüksek bürokrasi, daha ziyade CHP çizgisinde kendisini gösteren siyasetçi sınıfı, kendilerini seçkin ve elit olarak gören kesimler bu konuya hep aynı şekilde bakıyor.

Başörtüsünü, tesettürü kendi kafalarına göre biçimlendirdikleri “modernlik ve çağdaşlık” anlayışı ile bağdaştıramıyor; gericiliğin ve irticanın en belirgin simgelerinden biri olarak görüyor ve bu “simge”nin bazı siyasî kadrolar tarafından sahiplenilip savunulmasını da “dinin siyasî amaçlarla istismarı” olarak niteleyip mahkûm ediyorlar.

Yıllardır çok ciddî mağduriyetlere sebep olan bu abes kilitlenmenin ne zaman son bulacağı hâlâ belirsiz. Buna karşılık, tesettür gerçekte asırlardır toplumumuzun yerleşik bir gerçeği iken, taraftarlık ve karşıtlık ikileminde bir kutuplaşmanın simgesi haline getirilmesinin yol açtığı zıtlaşmaların, devletin tepe noktalarındaki kurumlarda ne gibi tuhaflıklara yol açabildiği, yazının başında aktardığımız tablolarda görülüyor.

İşin garibi, Cumhurbaşkanının, Başbakanın, Meclis Başkanının eşlerinin örtülü olması bir taraftan “Devlet türban taktı” gibi tahrikkâr yorumlara konu ediliyor, ama diğer tarafta bu durum, AKP iktidarının işbaşında olduğu yedi yıl boyunca daha da yaygınlaştırılıp şiddetlendirilen yasağın asıl mağdurlarına hiçbir fayda vermiyor.

Bakalım, bu ayıptan ne zaman kurtulacağız...

08.08.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Öğrenciyi fişleyen anlayış


A+ | A-

Ergenekon dâvâsına konu olan belgelere göre bir üniversitede okuyan öğrenciler üniversitenin rektörü tarafından ya da bilgisi dahilinde ‘fiş’lenmişler. Dâvâda ‘şüpheli’ konumunda olan rektör, bu durumu ‘güvenlik’ gerekçesiyle açıklamaya çalışmış, ama hakikatin böyle olmadığını her halde kendisi de biliyordur.

Tabiî ki ele geçen belgeler, bir üniversitede okuyan öğrencilerin durumunu ortaya koymuş. Peki, ‘ele geçmeyen belgeler’e göre başka hangi üniversite öğrencileri fişlenmiştir? Öğrenci ya da başka meslek sahiplerini fişleme alışkanlığı elbette ki bugünün hastalığı değildir. Geçmiş yıllarda da bu kadar profesyonelce olmasa da fişleme hadiselerine rastlanmıştır.

İlk bakışta rektörün ‘güvenlik’ açıklaması insanı yanıltabilir. Rektöre göre, üniversitenin güvenlik görevlileri değiştiği için böyle bir yola müracaat edilmiş. Güya bunu da güvenlik görevlileri yapmış ki, yeni görev yapanlar öğrencileri tanısın, üniversitede ‘kavga’ çıkmasın...

Aslında böyle fişlemelerin acısı öğrencilik yıllarından ziyade, sonraki yıllarda çıkıyor. Meselâ, söz konusu üniversitedeki fişleme bilgilerinin ‘jandarma bölgesinde olduğu için’ jandarmaya da verildiği ifade edilmiş. Bu demektir ki o bilgiler, fişlenen öğrencilerin sonraki hayatlarında daima önlerine çıkacak. Askerde ya da iş müracaatında bu bilgilerin önlerine çıkması büyük ihtimal.

Peki, keyfi bir uygulama neticesi, binlerce kişinin iş hayatını ve geleceğini karartmaya kimin hakkı olabilir? Diyelim ki öğrencilik yıllarında herhangi bir ‘zararlı görüş’e mensup oldu. İlâ nihaye o görüşe mensup olması mı gerekiyor? Fikrini, zikrini ve anlayışını değiştirmiş olamaz mı? Böylece o fişlerin de anlamsızlığı ortaya çıkmaz mı?

Fişleme anlayışının sadece öğrencilerle sınırlı kaldığı düşünülmesin. Geçmiş yıllarda esnafın dahi fişlendiğine şahit olunmuştu. O halde bu hastalığı kökten tedavi etmek lâzım. Bunun yolu da, Türkiye’yi idare edenlerin milletten ürkmemesi ve korkmamaması gerektiğine ikna etmekten geçiyor. Bu kötülüklerin temelinde milletiyle barışık olmayan bürokrasi anlayışı yatıyor. “Bir çobanla benim oyun nasıl bir olur?” diyen anlayışın, milletin bütün fertlerini fişlemesinden daha tabiî ne olabilir?

Bürokrasinin ve devlet yönetiminin millete hizmetkârlık olduğu, bu ‘beyler’e anlatılmalı. Dünyanın geldiği nokta da burası değil midir? Hangi devlet kendi içinde bu barışı sağlamışsa ilerlemiş ve söz sahibi olmuştur. Vatandaşını aşağılayan anlayışla ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşmak mümkün olabilir mi?

28 Şubat sürecinde ortaya çıkan ‘fiş’lemelere o gün ses çıkarmayanlar, bugünkü tablo karşısında acaba ne düşünür? ‘Kebapçı’ları fişleyen anlayıştan, bugün öğrenci fişleyen anlayışa gelmiş durumdayız. Bu iki anlayışın birbirini destekleyen ve besleyen ‘kardeş anlayış’lar olduğu unutulmamalı. Kebapçıları fişlemek insanların ticarî hayatını etkiliyordu, ama öğrencileri fişlemek onların geleceğini karartabilir.

Bu konunun sadece Ergenekon dâvâsı kapsamında değil, onun haricinde de ele alınması ve sona erdirilmesi gerekir. Aksi halde gençler için büyük mağduriyetler söz konusu olabilir...

08.08.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Çeyrek adam!...


A+ | A-

Ruhumuza talim yaptırsak… İlk yaratılışımızı ve insan oluşumuzu sorgulasak… İlk hatamızı ve ilk doğrumuzu tesbit edip bir çizgiyle, hayatın, içinden bir çizgiyle belirlesek ve sağına negatifleri, soluna pozitifleri sıralasak… Ve oturup baksak müthiş ve muhteşem eserlerimize… Zirvelerde zaferlerimizi gördüğümüz yerlerde, hep övünsek, şükür ve hamd etsek… Düşük irtifalarda yuvarlandığımız yerlerdeki hallerimizi görsek dövünsek ve nedametle azmimizi ve fakrımızı anlasak…

Zor anlarımızı yeniden görmemiz mümkün değil ama zor zamanları, zor anları hatırlamak ve hayal etmek mümkün. Keşke bunu çok kısa anlıklarla ve tecrübenin dersine güvenerek yapabilsek. Kıssadan hisse değil hayattan bir nebze de olsa ders alabilsek…

Hedef iyi seçilmeli: Dünyayı bir değiştirebilsek! Hayır, asla ve kat’a evvela ve öncelikle müsbet anlamında kendimizi değiştirebilsek… İyiliklere, güzelliklere kavuşturabilsek… Tarihi okumadan yazmak gibi… Kendimizi bilmeden başkalarının bildiklerini öğrenmeye çalışmak, merakımızı ve ilgimizi onlara sarf etmekten bir vazgeçebilsek…

Nasıl doğduğumuzu, nasıl öleceğimizden önce iyice öğrensek. Merak denen ilmin yarısını evvela bu yolda harcasak ve ilmin tamamını kazansak… Devamlı yenilginin anlaşılmaz bir yenilgiyi getireceğini bilsek ve ihtiyaç halinde değişme ile nefis ve şeytanın rağmına olarak hayatımızda kimsenin yapamadığı işleri yapabilsek… Sinsi oyunların varlığı ve devamlılığı mertliğin ve iyiliğin sonu değildir ve olmamalıdır da… İyiliğin ve güzelliğin tam mânâsıyla yaşandığı yerde hilenin sahtekârlığın barınamayacağını bir koruyabilsek, anlasak…

Birin bölündüğünü görürsek yarım ve çeyrek olanlardan geçilmez… Birliğin içindeki birlerden olmak daima şiarımız ve hedefimiz olmalıdır… Yoksa yüzonbirleri binyüzonbirleri nasıl yakalayacağız… Herkesin herkeste beklediği büyük fetihi biz evvela kendimizde gerçekleştirmeliyiz ve kendi negatiflerimizin karşısında pozitif her özelliğimizi Muvaffak edebilmeliyiz… Sabır ve gayretle bizden bir şey beklerler: Çalışmak ve okumak…

Bu iki şey ise çalışmak ve okumak başarının, muvaffakiyetin yegâne iki anahtarıdır. Gelin bunu anahtarcılarda aramayalım… Dinimizin ve Rabbimizin güzel emirlerinin deryasına dalalım. İnşallah…

08.08.2009

E-Posta: [email protected]



Mehtap YILDIRIM

Batınî güzellik


A+ | A-

İnsan; güzelliğine çok düşkün olduğundan, yüzünde en ufak bir sivilce çıksa onu gidermenin yollarını arar. Sabunlar, kremler, tonikler, maskeler, bitkisel alternatifler… Belki ne duyarsa dener. Yüz güzelliğini tehdit eden her türlü unsuru yüzünden silmek ister. Bu ancak yakından bakınca görülebilen siyah bir nokta dahi olsa.

Keşke yüzümüzdeki siyah noktalarla mücadele ettiğimiz kadar kalbimizdeki siyah noktalarla da mücadele edebilsek. Zira kalbe gelen her bir günah kalpte siyah bir nokta bırakıp, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Kalbimizin siyah noktalardan kapkara bir hâl alması yüzümüzde beliren sivilce ya da siyah noktalardan daha vahim bir hâl değil midir? Dış görünüşümüzü olabildiğince güzelleştirmeye çalışırken kalbimizi ne çok ihmal ettik. Yaralarla, çiziklerle, siyah noktalarla doldurduk. Acaba bütün bunlar yüzümüzde olsa, o halde insan içine çıkabilir miydik? Muhtemelen tedavi etme ve ortadan kaldırma yollarını arardık, gizlerdik, kapatmaya çalışırdık.

Şimdi o ihmal ettiğimiz kalbimize biraz daha yakın olup, onun hâlini bir düşünelim. Kalp bakımının cilt bakımından daha önce gelmesi gerektiğini söyleyecek olursak, en son ne zaman kalp bakımı yaptık? Kalbimizi siyah noktalarından arındırmak için ne yaptık? Peki ya aldığı yaraların tedavisi için? Sahih bir hadis-i şerifte “Allah, sizin ne dış görünüşünüze, ne de mallarınıza bakar. O, sadece sizin kalplerinize ve işlerinize bakar” 1 buyruluyor.

Yani yüzümüzün, kılık kıyafetimizin nasıl olduğunun ya da mal varlığımızın hiçbir ehemmiyeti yok. O doğrudan kalplerimize bakıyor. Ve yaptığımız güzel amellere. Cenâb-ı Allah’ın kalbimize bakıp bizi çok beğenmesinin yanında, diğer insanların yüzümüze ve dış görünüşümüze bakıp bizi beğenip beğenmemesinin bir önemi var mı? Yeter ki O beğensin. Yeter ki O sevsin. Yeter ki O razı olsun.

Kalp bakımımız için önce kalbimizi kir ve siyah noktalardan arındırmak gerekir. Bunun için bol bol tövbe-i istiğfar temizleyicisi kullanılmalıdır. Almış olduğu yara izlerinin kapanması ve gelmesi muhtemel darbelerin kalbe tesir etmemesi için o kalbin tahkikî iman ilmini her daim okuyan, zikreden münevver bir kalp olması gerekir. Şöyle diyor Zübeyir Gündüzalp: “Aldığımız yaraları tedavi için evden çıkarken ve eve gelince okumak.” 2

Güzellik kalp dairemizde başlar. Kalbindeki yara bere ve siyah noktalara aldırmadan dışını süslemeye çalışmak çok boş ve geçici, aldatıcı bir güzellik olur. Ayna karşısında geçirdiğimiz zamanları düşündüğümüzde büyük bir çoğunluğunun zaman kaybı olduğunu söylemek mümkün. Oysa, “Bâtın-ı kalp, âyine-i Samed’dir.” 3 Bu da bize, en çok bakmamız ve en çok ilgilenmemiz gereken uzvumuzun kalbimiz olduğunu ihtar ediyor.

Dipnotlar:

1- Müslim, Birr, 33.

2- Altın Prensipler, Zübeyir Gündüzalp.

3- Sözler, Bediüzzaman Said Nursî.

08.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Muktesit bir eş bulun, maksada ulaşın!


A+ | A-

Bir genç babasına sorar; ‘’Baba evlenmek kaça mal olur?’’

Baba cevap verir:

‘’Bilmiyorum oğlum, ben hâlâ ödüyorum!’’

***

İktisat; ifrat ve tefrite kaçmadan, her şeyi vasat, denge ve ölçüde tutmak, harcamaktır. Meselâ, günde 1000 kalorilik gıda almak gerekiyorsa, bunu 1100’e çıkarmamak, 5 saat uyku kâfi geliyorsa 8 yapmamak, maksadımızı 10 cümle ile anlatmak mümkünse 15 cümleye çıkarmamak demektir.

Kâinatta herbir varlık, herbir hareket, iktisada azamî riâyet ve hassasiyet gösterir. Topraktan ağaca, ağaçtan meyvelere, meyvelerden çekirdeklere, çekirdeklerden havaya, yıldızlara kadar her şey bu kanun dâiresinde hayatını sürdürüp gider. Ekolojik denge, bir mânâda iktisat ve kanaatin bir başka adıdır.

Kâinattaki bu kanunlara riâyet, dengeyi muhafaza etmek, insaniyetin ve şuurlu varlık olmanın gereği olabilir ancak. Aksi halde, beraber yaşadığı “varlık kardeşlerine” muhalefet etmiş olacaktır. Ve bu muhalefetinin cezâsını da, fıtrî kanunların reddiyle peşin olarak alacaktır. Ya hastalanarak, ya taşkınlığa girerek, ya da hasta ederek…

İktisadı cimrilikle karıştırmamak gerekir. İktisat başka şey, cimrilik başka şeydir. İktisat, bir mânâda izzet, kemal ve cömertliktir, nimetlere karşı hürmettir.

Cimrilik, kendisine ihsan olunanlardan hiç kimseye bir şey koklatmamaktır!

İktisat eden zillete düşmez, alnı açık, başı dik gezer.

Bugünkü medeniyet, tüketim çılgınlığını kamçılayarak, iktisat ve kanaati kökünden bozup hırs, israf ve tamâya (açgözlülüğe) sevk ediyor.

Ev, büro ve işyerlerinize şöyle bir dikkatle nazar gezdirir misiniz? Haftalar, aylarca kullanılmayan birçok eşyaya rastlayacaksınız. Oysa onları kazanmak için ne emekler, ne değerler, ne nakitler, ne vakitler ödemişizdir.

İktisat, Allah’ın temiz kullarından olmaya vesîledir. İktisatta en büyük ve şaşmaz rehber, Peygamber Efendimizdir (asm).

“Onlar harcadıkları zaman ne israfa kaçarlar, ne de cimrilik ederler. İkisi ortası bir yol tutarlar.” 1

“İktisat eden muhtaç olmaz; geçim sıkıntısı çekmez; iktisat zenginlikte bile kurtarıcıdır.” 2

İktisadın sırrını anlayan, yaşayan ve anlatan Bediüzzaman’a mahkemede, “Neyle yaşıyorsun?” diye sorarlar.

Dedim ki: “İktisat bereketiyle. Hatta bir vakit Isparta’da bir Ramazanda bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinçle yaşayan bir adam, maişeti için dünyaya tenezzül etmez ve hediyeyi de kabul etmeye mecbur olmaz.” 3

Gayet tabiî ki, iktisat ile “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir” 4 âyetlerinin sırrına da ulaşan; bitmez tükenmez bir hazineye ulaşır. İktisat eden bereket bulur. Bereketin şenlendirdiği bir aile de huzur ve mutluluğa kavuşur.

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Furkan, 67.; 2- Kenzü’l Ummal, 3: 51; Müsned, I: 447.; 3- Emirdağ Lâhikası, s. 246.; 4- Kur’ân, Al-i İmran, 173.

08.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Eşler arası nezaket ve hukuka dikkat! (2)


A+ | A-

İsmi mahfuz okuyucumuz: “Eşler arasında zulüm ve haksızlık sayılan davranışlar nelerdir?”

Birlikte bir ömür yaşayan ve bir ömür bir yastığı paylaşan nikâhlı dostlar arasında bazen sürtüşme de olur, tartışma da olur, çekişme de olur, tatsızlık da olur. Keşke hiç olmasa!... Ama kabul etmeliyiz ki, Cennette yaşamıyoruz, melek de değiliz. İmtihan dünyasında yaşıyoruz ve şeytan böyle nikâhlı beraberlikler arasına çok girer. Ve hiç durmadan nifak verir, huzursuzluk kaynağı olur, geçimsizlik verir, tartışmalarda haddi aşan sözler için tahrik eder, isyan ve zulüm çıkartır. Sonra da döner, yıkılan aile yuvasına, perişan olan çocuklara, toplumun zedelenen çekirdeğine kahkahalarla güler. Ortada biz kalırız.

Bunun için eşler arasında nelerin zulüm ve haksızlık unsuru taşıdığını bilmemizde yarar var:

1- Eşimizi günahsız, hatasız ve kusursuz saymamız, hataların başını teşkil eder. Bu yaklaşımımız, bir hatasını gördüğümüzde eşimizi affetmeyeceğimiz ve derhal cezalandıracağımız anlamını taşır. Bu ise birçok zulümleri beraberinde getirir. Oysa eşimiz insandır ve beşerdir. Hata yaptığında affedilmeye liyakati vardır. Öyleyse, hangi kusur olursa olsun, eşlerin birbirlerini affetmemesi ve cezalandırması zulümdür. İster kınama cezası olsun, ister boşama cezası olsun, ister cinayetle bitecek bir ceza anlayışı olsun; hepsi de, hafif veya ağır, değişik oranlarda da olsa zulüm hüviyetini taşır.

O halde ister kadın olalım, ister erkek olalım; eşimiz hangi tür kusuru işlemiş olursa olsun; kınamakla bile değil, şefkat ve af ile muamele etmeliyiz. Aksi davranışımız, aksi yönde sözümüz ve aksi tavrımız zulüm olur.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, sevgili eşi Hazret-i Âişe radiyallahü anhâ hakkında bir ay boyunca iftira dinlemiş ve konuyla ilgili gerçeği açıklayan bir vahiy de gelmemişken, münafıklar Hazret-i Âişe’nin (ra) günah işlediği yolunda ortalığı fitne ve fesat ile karıştırırken, işin gerçek yüzünü Allah’a bırakarak Hazret-i Âişe’ye (ra) şöyle buyurmuştu:

“Ey Aişe, senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Eğer bu dedikodulardan temiz isen Allah seni vahiyle temize çıkaracaktır. Şayet bir günah işledi isen Allah Teâlâ’ya tevbe et. Zira kul bir günah işler, sonra da günahını itirafla tevbe ederse, Allah Teâlâ tevbesini kabul ve affeder.” 1

2- Eşlerin; söylentilere kapılarak veya zanna aldanarak birbirlerini asılsız iftira ve ithamlarla karalamaları, buna karşılık birbirlerine söz ve savunma hakkı vermemeleri zulümdür, haksızlıktır. İslâm hukukunda iftiracıdan delil istenir; getiremez ise, kendisine “kazf”, yani “suçsuza iftira atma” cezası tatbik edilir.

3- Kocanın üç boşama hakkını birden ve öfkeyle kullanması zulümdür. Kadının, kocasını terk edip gitmesi zulümdür. Barış yollarını kapamak, barışmaya karşı direnmek, birbirine kırıcı ve kaba sözler sarf etmek, birbirinin onur ve kişiliğini küçük düşürücü davranışlarda bulunmak, birbiri aleyhine dedikodulara meydan vermek ve lâf üretilmesine izin vermek zulümdür.

Eğer boşanma olacaksa; anlaşarak, tatlılıkla, saygıyla, medenî biçimde, kırıcı olmadan, mahkeme yoluyla ve “bir” boşanma hakkını (bir talakı) kullanacak biçimde olmalıdır. Diğer iki talakı birden kullanmamalıdır.

Ubâde bin Sâmite (ra) diyor ki: “Benim dedem karısını bin talakla boşadı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber’e (asm) geldim ve durumu anlattım. Peygamber Efendimiz (asm): ‘Senin deden Allah’tan korkmadı mı? Ancak üç talak kendisinindir. Dokuz yüz doksan yedi talak ise haddini aşmışlık ve zulümdür’ buyurdu.”2

4- Karı ve kocanın birbirlerinin ihtiyacı olan sevgi ve saygıyı birbirlerine karşı göstermemeleri, birbirlerine ilgisiz, sevgisiz, saygısız ve sabırsız davranmaları zulümdür. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Kadınlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmayacak olsanız bile, sabredin. Olur ki, sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah pek çok hayır yaratır.” 3

Yarın inşaallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Müslim, Tevbe 56, (2770); Tirmizî, Tefsir, (3179); Nesâî, Tahâret 194, (1, 163-164);

2- M. Mezâhib fi’l-Fıkıh, 81.

3- Nisâ Sûresi: 19.

08.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.