10 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Anadilde eğitim


A+ | A-

Asırlarca İslâm kardeşliği ortak paydasında iç içe yaşadığımız Kürtleri dışlayarak, itip kakarak, ezerek ihdas edilen “Kürt meselesi”nin ortaya çıkmasında, Kürtçeyi aşağılayan ve Kürtçe konuşmayı suç sayan politikaların da çok büyük payı ve vebali var.

Nitekim Bediüzzaman, devrin zalimlerine hitaben kaleme aldığı ve “İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak, ‘Tuh o asrın gayretsiz adamlarına’ denildiği zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır” ifadeleriyle başladığı tarihî bir belge niteliğindeki yazısında, “milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini unuttur”ma politikalarını da son derece keskin ve sert bir dille eleştirir (Mektubat, s. 730)

Oysa anadili, insan hayatında son derece önemli ve vazgeçilmez bir yere sahip.

Anadili için “Tabiî olduğundan, elfaz (lâfızlar) davet etmeksizin zihne geliyor. Alış veriş yalnız mânâ ile kaldığından, zihin çatallaşmaz” diyen Said Nursî, anadiliyle verilen eğitim ve kültürün taşa işlenmiş nakış gibi bâki kalacağını ve millî lisanın nakşıyla görünen birşeyin, içeriği ne olursa olsun, insanlara sıcak geleceğini ifade ederek bunu söylüyor (Divan-ı Harb-i Örfî, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 165).

Bu sebeple, gerek şarktaki medrese projesini anlatmak için İstanbul’a gelip padişaha iletmeye çalıştığı dilekçede, gerekse bilâhare gazetelerde yayınlanan makalelerinde, Kürt çocuklarına eğitim verilirken anadillerinin ihmal edilmemesi gerektiğini ısrarla vurguluyor.

Meselâ 2 Aralık 1908 tarihli Şark ve Kürdistan gazetesinde çıkan “Kürtler yine muhtaçtır” başlıklı makalesinde, medeniyet âleminde ve terakkî ve müsabaka asrında, bölgenin de kalkınma yarışına ayak uydurabilmesi için hükümetin himmetiyle kasaba ve köylerde mektepler açılmasına teşekkür ettikten sonra şöyle diyor:

“Bundan yalnız lisan-ı Türkîye aşina etfal (Türkçe bilen çocuklar) istifade ediyor.”

Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarının ise, mekteplerde görev yapan öğretmenlerin Kürtçeyi bilmemeleri sebebiyle mektep fenlerinden mahrum kaldığını ve gelişmelerinin kaynağı olarak yalnızca medrese ilimlerini gördüklerini belirtiyor.

Ve bu durumun, sonuç olarak, vahşeti, keşmekeşi ve Kürtlerin geri kalmışlığını istismar eden garbın kuru gürültüye dayanan tahriklerini beraberinde getirdiğine dikkat çekiyor.

Bediüzzaman’a göre, her safhasında dinî ilimlerle modern fenleri kaynaştıran bir eğitimin, hem mahallî lisanda, hem de resmî dille sunulması gerekiyor ki, “Kürtler için müstakbelde bir darbe-i müthişe hazırlıyor” dediği vahim duruma meydan verilmesin. (Makalât, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 22)

Münâzarât’taki “Hükümet hekim gibidir” bahsinde, umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis ederek hükümete ileten seçilmiş bir adamın reçetesindeki “Cehalet hastalığı ile baş ağrısı var” teşhisindeki hastalığa ilâç olarak “Fen afyonunu önce onların lisanında, sonra resmî lisana çevirerek veriyorum” örneği de bunu ifade ediyor (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 210-1)

Medresetü’z-Zehra’da “Lisan-ı Arabî vacip, Kürdî caiz, Türkî lâzım” demesi de (a.g.e., s. 290).

Bu örnekler, onun eğitimde resmî dili de, anadili de vazgeçilmez olarak gördüğünü gösteriyor ve kökeninde ırkçı yaklaşımlar bulunan mantıksız politikalarla anadilde eğitimi yasaklayan, insanların anadillerinde konuşmaları veya eğitim görmeleri halinde ülkenin parçalanacağı paranoyasıyla bölücü provokasyonların işini daha da kolaylaştıran kafa yapısının bu konuda da ne büyük yanlışlar içinde olduğunu ortaya koyuyor.

İnsanlar, yaşadıkları ülkenin resmî dilini zaten öğrenip kullanmak durumundalar. Bu, kaçınılmaz bir zorunluluk. Bırakın, anadillerini de öğrensinler, konuşsunlar, geliştirsinler ve böylece, resmî dille zaten bağlı oldukları ülkeye olan gönüllü mensubiyet ve aidiyet duyguları daha da güçlensin. Yasaklayarak ve cezalandırarak varılan yer işte meydanda. Artık bu yanlışlardan dönme zamanı gelmedi mi?

10.09.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Ruh sağlığı, rahmet ve şifa kaynağı: Kur’ân


A+ | A-

“Ruh-beden ilişkisi, inancın tedavideki rolü, Kur’ân’ın şifa yönü” tıbbın vazgeçilmez mevzuları arasına girdi. Araştırmalar, insanın bağışıklık (immün) sisteminin güçlenmesinde kimyevî ve maddî ilâçların yanında manevî, olumlu telkinler, hastalığa bakış açısı ve hayat görüşünün de önemli yer tuttuğunu ortaya koydu. Bir insanın manevî telkin ve tevekküle yakınlığı ölçüsünde bağışıklık sistemi güçlenmekte, hastalıklara dayanıklılığı da artmaktadır.

Düşüncelerimiz, ruhî ve kalbî hayatımız ve duygularımız ne kadar maneviyattan beslenirse, bedenimiz de o derecede sağlıklıdır. Çünkü, bedene olumlu sinyaller gönderilir. Böylece grip ve soğuk algınlığı dahil hastalıklara karşı daha sağlam dururuz.

Tersi bir durum söz konusu olduğunda hastalığa daha yatkın hâle geliriz. Bizi derin yaralayan hadiseler yaşadığımızda, aşırı yorulduğumuzda hastalıklara karşı direncimiz zayıflar ve daha kolay hastalanırız. Aile içinde veya işyerindeki bazı olumsuzluklar ne kadar artarsa, tansiyonumuz, yatağa düşme ihtimalimiz de o nispette artar. Depresyona girdiğimizde veya ruhen bitkin ve yorgun olduğumuzda hastalık da mukadder olur.1

Modern tıbbın ulaşmaya çalıştığı nihaî noktayı, semavî dinler, özellikle İslâm dini ve Kur’ân-ı Kerim, halletmiş ve en son hedefi çizmiştir. Bu tıbbî gerçeği dile getiren âyetlerden birkaçı şöyle: “O Kur’ân, inananlar için bir hidayet ve şifâdır. İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’ân onlara kapalı ve anlaşılmaz gelir. Onlara uzak bir yerden sesleniliyor da anlamıyorlar.”2, “Biz Kur’ân’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’ân, ancak zararını artırır.”3

Kur’ân’ın şifa ile maddî hastalıklara, strese; rahmet ile manevî sıkıntılara karşı bir çare olduğunun vurgulandığı açık. Kur’ân ruh/duygu, kalp, his ve lâtifelerine muhteşem bir besin kaynağı olarak tedavi eder, bedenin de sağlıklı kalmasını temin edir. Kudsî bir tiryak olan imanın şifâ vermesiyle yaralardan kurtulunabilir. İman ilâcının tesiri ise, farzları yerine getirme oranındadır. Sefâhet, hevesât-ı nefsâniye ve lehviyât-ı gayr-ı meşrûa, o tiryâkın/ilacın tesirini men eder.4

Doktorların, hastalıklarımız için söylediği olumlu sözler, telkinler; akademik ünvanlarının yüksekliği ve uzmanlıklarının derinliği derecesinde etkili olmaz mı? Kur’ân, Şafi-i Hakiki ve Rahim-i Mutlak olan Allah’ın kelâmıdır. Elbette, onun yaydığı İlahi enerji, maddî-manevî hastalıklarımıza şifa ve rahmet olur.

Şimdi, bu hususta enteresan tesbitleri olan bir araştırmacının sözlerine kulak verelim:

Hollandalı ilim adamı ve psikolog Vander Hoven, Allah kelimesini oluşturan harflerin sırrını bulduğunu açıkladı.

Müslüman olmayan, fakat İslâm ilimlerine ilgi duyan, Kur’ân-ı Kerim’in sırları ile ilgili araştırmalarıyla tanınan Hoven, Kur’ân okumanın ve Allah kelimesini tekrar etmenin gerek hasta, gerekse sağlıklı insanlar üzerinde müsbet sonuçlar meydana getirdiğini açıkladı.

Üç yıldan beri birçok hasta üzerinde araştırma yaptığını ifade eden Hoven, hastalarından bazılarının Müslüman olmadığını, bazılarının da Arapça bilmediğini, buna rağmen onlara Allah kelimesini öğrettiğinde alınan sonucun mükemmel olduğunu, özellikle depresyon ve tansiyon hastalarında çok daha iyi sonuçlar verdiğini belirtti.

Düzenli Kur’ân okuyan insanların psikolojik rahatsızlıklardan kendilerini uzak tutabildiklerini söyleyen psikolog, “Allah” kelimesindeki her harfin hastalıklara nasıl şifa olduğunu şöyle açıkladı:

“Allah kelimesinin ilk harfi olan ‘A’ harfi solunum sisteminden doğrudan çıkıyor ve nefes almayı düzenliyor. Damaktan söylenen ‘L’ harfinde ise, (Arapça’da çıkarıldığı şekilde) dil hafifçe damağın üst kısmına dokunuyor ve çene kısa bir duraklamayla birlikte aynı işlem tekrarlanıyor (İki ‘L’ harfi olduğu için). Bu işlem de nefes alıp vermeyi rahatlatıyor.

“Son harf olan ‘H’ harfi çıkartılırken akciğer ve kalp arasında bir ilişki oluşuyor ve işlem sonucunda kalp atışları düzeliyor.”5

Vücuttaki bu uyumlu işleyiş de, insanın tansiyonunu ve psikolojisini dengeliyor...

Öte yandan, Kur’ân-ı Hakîm’in, hadisin hükmüyle herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.6 Kur’an’ın üç yüz bin altı yüz yirmi (300620) harfi var.7 Ve herbir harf, binlerce şifa ve rahmet enerjisi yayar.

Dipnotlar: 1. Henry Dreher (1995). The Immune Power Personality, Reprinted by Arrangement with Dutton Signet, A Division of Penguin Books USA, Inc. Çeviren: Dr. Selim Aydın.; 2. Kur’ân, Fussilet, 44.; 3. a.g.e., İsra, 82.; 4. Lem’alar, s. 400.; 5- Basın, 21.09.2007.; 6- Mektubat, s. 390-391; 7- Sözler, 24. Söz, 9.

10.09.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Şark'ın ihyâsı


A+ | A-

Lüzûmuna binaen, geçen yıl bugünkü "Tarihin Yorumu" yazısı (altta) ile 1 Mart 2008 tarihli yazımızı tekraren neşrediyoruz. Bir devlet, eline ruhsatsız şekilde silâh alan—ister eşkıya, ister terörist—her kim olursa olsun, ona mutlaka bir şekilde müdahale eder ve etmeli.

Bunun aksi düşünülemez ve savunulamaz. Zaten, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir devletinde, bunun tersi bir durum söz konusu değil.

Buna göre, bizim güvenlik teşkilâtımız da eline silâh alarak kan dökmeye, can yakmaya berdevam olan bir örgüte karşı—kànunlar muvacehesinde—gerekeni yapacaktır, yapmalıdır.

Ne var ki, mevcut sıkıntı bununla bitmiyor. Bu dallı budaklı ve de çetrefilli meselenin çok geniş ve birbirinden farklılık arz eden değişik boyutları var.

Bazıları inanmayabilir, hatta şiddetle itiraz edebilir; ancak, şuna kesin sûrette inanıyoruz ki, dış odaklar bir yana, bu ülkede bile özellikle Doğu Bölgelerimizdeki terör olaylarının bitmesini istemeyen pekçok kişi ve mihrak var.

Bunlar bir şekilde akıtılan kandan besleniyorlar. Mehmetçik ile "Kürt Memed"in kanına ekmek doğrayarak beslendikleri için de, bu kanlı boğuşmanın bitmesini istemiyorlar.

* * *

Güvenlik birimleri, vazifesini bir şekilde elbette ifâ edecek. Haktan, hukuktan ayrılmamak şartıyla, buna bir itirazımız yok.

Fakat, bunun dışında yapılması gereken daha mühim işler var. Yapılacak en mühim vazife ise, sırasıyla dinî, ilmî ve iktisadî sahadadır. Din ve ilim, her türlü ırkçılığı reddeder, meselâ...

İşte, bütün bunlar ihmal edilerek müsbet bir noktaya varılamaz. Zira, bilhassa Şark'ı ihya edecek olan temel unsurlardır, bunlar.

Bunlarsız tesir ve kuvvet temin edilemez, birlik–beraberlik sağlanamaz, yekvücut olunamaz.

Bakınız, örgüt mensupları bile sıkıştıkları yerde dine dayanmaya, yahut dine sığınmaya çalışıyor.

Demek ki, buna ihtiyaç duyuyor. Fakat dine sarılmak, öyle gösteriş, riyâkârlık ve istismar şeklinde olmaz, olmamalı.

Dinin istismar edilmesine hiç kimse teşebbüs ve tevessül etmemeli. Ne örgüt, ne siyaset, ne hükümet, ne de devlet mensupları. Hiç, ama hiç kimse...

* * *

Din, mukaddes bir değerdir. İnhisar, ipotek kabul etmez. Din, bütün insanların fıtrî ihtiyacını temin eder. Demek, umumun mukaddes malıdır.

Bir de şunu hatırlamakta fayda var: Üstad Bediüzzaman, peygamberlerin mutlak ekseriyetinin Şark'ta ve Asya'da gelmelerinin kaderî remzine dikkat çektiği bir yorumunda şu ifadeleri kullanıyor: "Hususan biz Şarklılar, Garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblere hakim hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı Şark'ta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî Şark'ı uyandırır, terakkiye sevk eder." (Tarihçe-i Hayat, s. 485)

Anadolu'nun Doğu'sunda olsun, Irak'ın Kuzey'inde olsun, 24 yıldır karadan ve havadan sürdürülen operasyonların kesin sonuç vermediği gerçeği ortada duruyor.

Demek ki, huzur ve barışın kat'î temini için, daha başka hizmet ve faaliyetlere de zarurî ihtiyaç var. Ayrıca, dört yüz yıllık Osmanlı dönemi uygulamaları, yakın bir örnek olarak önümüzde duruyor. Bilhassa dinî/ilmî hürriyet, serbestlik ve inkişâfı itibariyle...

Tarihin yorumu 10 Eylül 1962

Sürgün darbesi

Demokrat Partiyi deviren (27 Mayıs 1960) darbeci cuntanın sâbıkası saymakla bitmez. Bu sâbıkalardan biri de, çoğu Kürt kökenli olmak üzere 485 masum vatandaşı haksız yere Sivas'taki Kabakyazı toplama kampına sürgün etmek ve onlara işkence çektirmektir.

Yine işkenceli yargılamalar neticesi 430'u serbest bırakılırken, tanınmış, halkın itibarını kazanmış 55 kişi yeni bir sürgün cezasına çarptırıldı. Şeyh, ağa ve kanaat önderi olarak bilinen bu şahıslar, Türkiye'nin Batı bölgelerine çok dağınık bir şekilde sürgün edildiler.

Bu sürgün cezası 10 Eylül 1962 tarihine kadar devam etti. Yeni kabine, bu haksız cezaya nihayet son noktayı koydu.

İşkenceli sürgün cezasına çarptırılanlardan bazı isimler şöyle: Mehmet Kayalar (Diyarbakır), Kinyas Kartal (Van), Faik Bucak (Urfa), Said Ramanlı (Batman), Ebubekir Ertaş, Said Ensarioğlu, Şeyh Selahaddin Fırat, Cemil Küfrevî...

Zalimlerin çekişmesi

Darbecilerin başında görünen Cemal Gürsel, aslında bir kukla gibiydi. Rütbe itibariyle onun altında yer alan iki şahıs, darbenin iki temel kanadını temsil ediyordu: Bunlar, sol kanadın temsilcisi olan Korgeneral Cemal Madanoğlu ve sağ kanadın temsilcisi durumundaki kurmay albay Alparslan Türkeş idi.

Bu iki kanat, Said Nursî'nin mezarını bir meçhûle naklettikten, beş bin küsûr subayı ordudan attıktan, Doğu illerinden 485 mâsum vatandaşı sürgün ettikten ve Demokratları Yassıada cehennemine sevk ettikten sonra birbirlerine düşmeye başladılar.

Başkan Gürsel'in sağ kanattan bir kurmay albay tarafından sûikast sonucu yaralanması, iplerin kopmasını netice verdi. Solcu darbeciler sağcı darbecileri yemeye koyuldular ve onları gruptan (MBK) tasfiye ederek yurt dışına sürdüler.

Darbecilerin Sivas Kabakyazı köyündeki toplama kampına sürgün ettiği maznûnlardan bir grup. Aralarında Mehmed Kayalar'ın da bulunduğu bu mazlûmların bir kısmı işkence altında sağlığını kaybederken, bir kısmı ise siyasete atılarak millete hizmet yolunda ömrünü tamamladı.

10.09.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Allah’tan ne istemeli?


A+ | A-

Bir gün Hz. Abbas, Allah Resûlüne (asm) gelmiş, “Ya Resûlallah! Bana Allah’tan dileyeceğim birşey öğret!” demiş, Allah Resûlü (asm) de “Allah’tan afiyet dile!” diye karşılık vermişlerdi. Birkaç gün sonra Hz. Abbas aynı soruyu sormuş, yine Allah Resûlü (asm), “Ey Abbas, ey Peygamberin amcası, Allah’tan dünya ve ahirette afiyet dileyin” buyurmuşlardı.1

Hz. Enes’in rivayet ettiğine göre bizzat kendisi de—aslını namazlarda okuduğumuz—şu meâldeki duâyı okurlardı: “Allah’ım, ey Rabbimiz! Bize dünyada da, ahirette de iyilik ver. Ve bizi Cehennem azabından koru.’2

Sıhhat, âfiyet olmadıktan sonra ne gerektiği gibi ibadet ve ne de iyilik yapabiliriz. Kanuni Sultan Süleyman “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sihhat gibi” derken sihhat ve afiyetin devlet gibi büyük bir nimet olduğunu belirtmekteydi.

Evet, insan böylesine büyük bir nimeti isteyecek Allah’tan ve onu korumak için de gerekli olan her şeyi yapacaktır.

Ya belâ ve musîbetler? Onlar istenmez. Meselâ savaş istenmez. Ama düşmanla çarpışma zorunda kalınırsa mertçe düşmana karşı mücadele verilir. Allah Resûlü (asm) düşmanla karşı karşıya geldiği bir savaş gününde ashabına, “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyiniz. Allah’tan huzur ve âfiyet dileyiniz. Karşılaştığınızda da sabrediniz, dayanınız”3 buyurmuşlardı.

Demek asıl olan huzur, âsâyiş ve afiyet istemektir. Savaş, vs. gibi belâ ve musîbetlerin de hiçbiri istenmez. Ama bir musîbete düçar olan mü’min, Allah’ın kullarına aslâ zulmetmeyeceğini; adaleti, rahmeti ve hikmeti gereği kuluna musîbetler verebileceğini; o musîbetin sırrını bilip ona göre hareket ettiğinde de yine kulun lehine, kârına hükmedeceğini düşünmelidir. Günahlardan arındıran, makam ve dereceleri yükselten musîbetlerin şer olduğunu kim söyleyebilir? Musîbet ya geçmişteki hataların sonucu veya ileride verilecek mükâfatın başlangıcı değil midir?

Bize düşen Allah’tan iyilik ve âfiyet istemek, istemediğimiz halde geldiğinde de belâ ve musîbetlere, sır ve hikmetlerini düşünüp sabretmektir.

Dipnotlar:

1. Tirmizî, Daavat: 85.

2. A’raf Sûresi: 156.

3. Müslim, Zikir: 26.

10.09.2009

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Van’dan ayrılırken


A+ | A-

Bu yazı; hem Ramazan’a, hem de Van’a veda duyguları içinde hissiyattan süzülen damlalardır. Hemen karşımızdaki Tillo Camii’nin yanık sesli, Kur’ân hafızı Nasrullah Hoca’sının “Elveda ya Şehr-i Ramazan” nağmelerine karışan “Subbuhun, Kuddüsün” nidaları arasında, dağınık duygularımla başka ne yazılabilirdi ki…

Halbuki Avusturya’dan Van’a muvasalatımdan bu yana derli toplu duygularla toparlayıcı yazılara izn-i İlahî ile imza atabildik. Dost, kardeş, arkadaş, ahbap ve akrabanın sıcak alâkaları, candan muhabbetleri, samimî ve güler yüzleriyle kalemime kuvvet, ilhamıma can geldi. Onlar ki, bizi Van Mevlîdiyle karşıladılar. Davetlerle besleyip, gezilerle mesrur ettiler. Mevlîdli veya halaylı düğünlerde, pikniklerde “ağa”lar gibi ağırlandık. Van Kalesi, Erek Dağı, Nurs ve Hizan gezileriyle duygularımız doruk noktalarda seyretti..

Mezarlarımızın mermerle kuşatıldığına, Yâsin’lerle, Fatiha’larla canlandığına şahit olduk. Yeğenim yiğit Osman, babamın mezarı gibi kaybolmasınlar diye, geniş imkânlarıyla, onları mermerle çevirtmiş. İlk defa, babamın kaybolan mezarını sinesinde saklayan Saray ilçesindeki mezarlığa bile götürüldük.

Akraba-i taallukatla, bilhassa yeğenlerimle görüşmelerimizin temel esprisini, gazetemize ve dâvaya olan ilişkiler teşkil etti. Bir kısmının zayıflayan Yeni Asya bağlarını yenilettik, perçinlettik. “Sarsılmayın, sağlam durun” dedik, “Siz sadece Van’da değil, Türkiye’nin her tarafındaki, dünyanın her tarafındaki okurlarla diz dize, yan yana, omuz omuzasınız. Avusturya’da benimle, İsmail’lerle, Sadık’larla, Serdar’larla, Şevket’lerle berabersiniz. Amerika’daki Said’lerle, Danimarka’daki Adnan’larla, Almanya’daki Ahmet’lerle ve daha nerelerdeki bilmem kimlerle berabersiniz. Bu birliktelikten, bu hakikat sofrasından geri durmak hatadır.” Ayrıca dedik ki: “Hizmet bünyesindeki büyüklerinize saygılı, hizmetin seyrinde gidişine yardımcı olun. Hizmet bünyesindeki herhangi bir noktaya göz dikmeyin, bir yere yürümeye çalışmayın. Meşveretle görev verilirse, müsaitseniz alın, ama kendiniz talip olmayın. Sizin talip olmanız gereken çok şey değil, tek bir şey vardır. O da Allah’ın rızasıdır. Ayrıca yapmanız gereken üç şeyden birincisi, şahsî risâle okumaları; ikincisi, derslere devam; üçüncüsü gazeteyi takiptir.”

Ve yeğenlerimize şunları hatırlattık: “Sizin babalarınız, amcalarınız, dayılarınız bu dâvayla şeref kazandılar. Bu dâva olmasaydı, kim bilir ne halde bu dünyadan göçüp gideceklerdi. Ama imânlarıyla, şeref ve izzetleriyle bu dünyaya veda ettiler. Onların dahil olduğu ‘Sultanahmet’ sohbetleri başka bir alanda hâlâ devam ediyor. Onlar orada hâla hayırlarla anılıyorlar. Onların dahil olduğu ‘babalar ve oğullar’ dersleri farklı mahallerde hâlâ devam ediyor. Şimdi sizin de oğullarınız, evlâtlarınız var. Aynı dersleri kendi alanınızda, kendi mahallinizde, meselâ Bostaniçi beldesinde devam ettirebilirsiniz. Hâlâ hayatta olan, baba yadigârı büyüklerinizi ara sıra o sohbetlere dâvet edebilirsiniz. İsmet Ağabey ki, onlardan biridir. Bir zamanlar sendikacılığıyla birçok rakiplerini dize getiren o hatip insan, şimdi sizlerle diz çöküp o hakikat derslerine kulak veriyor. O zaman ‘oğul’dunuz, şimdi ‘baba’ oldunuz ve oğullarınız var... Şimdi bu oğulları, bu evlâtları kendi hallerine bırakmak büyük vebal olur.”

xxx

Son olarak sevgili yeğenlerime ve Vanlı dostlara bir haberimi de gazetem lisanıyla duyurayım: Van’dan ayrılığıma ramak kala, Van’ın tanınmış yazarı Timur Bozkurt’u, hasta yatağında ziyaret ettim. Ayakları artık onu çekemez, taşıyamaz hale gelmiş. Ama uzun boyu, iri gövdesi, zinde bünyesi, geniş omuzları üstündeki kartal bakışlı başı; Erek Dağı’ndan, Başet’ten mânâlar neşrediyordu. Etrafı; elinin yetişebileceği mesafede neşriyatımızla, risâlelerle, eski ve yeni sayılı gazete ve dergilerimizle sarılmıştı. 14 yaşındaki oğlum Hasan Alper’i de beraberimde götürmüştüm ki, yaşını başını almış bir insan görsün, hürmetle ellerinden öpsün ve yanağından öptürsün. Öpmek fiilinin en makbul ve makul düzeydeki hazzına ersin. “Hazer edip dikkatle bassın, batmaktan korksun; bir lokma, bir kelime, bir işarette, bir öpmekte batanlardan” olmasın.

xxx

Timur Ağabeyle sohbetimiz, yayına hazır iki kitabı üzerine yoğunlaştı. Biri “Vanlı Şairler Antolojisi”, diğeri ise, adını muhtevasından alacak hatıralar ve makaleler. Bu ikinci kitabında yer alacak iki değerli makalesinden birini Hasan Alper’e okuttu. Hasan okudukça, o gözyaşı döktü. Çünkü “Hazret” diye andığı İsmail Yaprak’la olan hatıraları yeniden canlanmıştı. Bunlardan birisi, unutulacak gibi değildi. İşte yazarımızın müstakbel kitabından:

“Aydın geçinen sol görüşlü birisi olan ve uzun seyahatinden yeni dönen bir akrabamın ziyaretine, Hazret’i de alarak gittim.. Ziyaretçilerle dolup taşan büyük bir salonda, ilerleyen zaman içinde bir an geldi ki, herkes İsmail Yaprak’ın sohbetine yöneldi. Âyet, hadis ve risalelerden cümlelerle güzelleşen sohbet ve hitabette “kusur” bulmak mümkün değildi. Bu sohbetten çok etkilenen aydınımız, bir ara kendinden emin bir edayla söze girdi. Ve Hazret’e yönelerek, “Hocam, ibadet ve ezanlarımız Türkçe olsa da, biz de anlayabilsek, daha iyi olmaz mı?” diye, sormaz olası sorusunu yöneltti. Onun adına “sormaz olaydı” diyorum, çünkü bu aydın (!) akrabam, Hazret’in mukabil sorusuyla, sorduğuna bin pişman edildi. Hazret’in, akrabama yönelttiği sorusu şuydu:

“Siz bir Müslüman olarak kulluk görevinizi ifa ediyor musunuz? İbadetle alâkanız var mı? Meselâ namaz kılıyor ve ezanın bir namaz çağrısı olduğunu kabul ediyor musunuz?”

Bu soruların cevabı olumsuz olunca, İsmail şöyle dedi: “Öyleyse, bırakınız ezanın hangi dilde olması gerektiğine, bu çağrıya kulak verenler ve bu dâvete icabet edenler karar versinler.” Acı ve tatlı gülüşmeler birbirine karıştı.

“Sohbet sonrasında, akrabam sonsuz memnuniyetini izhar ederek, bizi kapıya kadar değil, caddeye kadar uğurladı.”

xxx

Kitapta yer alacak olan diğer bir hatıra da, “Bir adam ve bir mektup” başlığını taşıyor. Bunu da yazarımız okurken, biz gözyaşlarını tutamadık. Yazıdaki bir adam, yazarın kendisidir. Bir mektup ise, sevgili eşi Remziye ablamıza aittir. Nur hizmetleri hanımlar canibinin gayretli ablası Remziye Hanım, Hacca giderken bu mektubu beyine hitaben yazmış. Timur Ağabey, onu hava alanında uğurlayıp döndükten sonra, mektubu görmüş. Okudukça ağlamış, ağladıkça okumuş. Çünkü mektup; gidip de gelmemek, gelip de görmemek ihtimaliyle vasiyet mânâsında yazılmış. Beyini, siyasete ve âfaka dalmaktan vazgeçmeye dâvetten tutun, menkul ve gayr-ı menkul mamelekin hangi vakfa vakfedilmesi gerektiğine kadar her şey mektupta yerini almış. Yani tam kitaba lâyık bir mektup.

Cenâb-ı Hak, ameliyat gününü bekleyen Timur Ağabeye hayırlı şifa, sağlıklı uzun ömür ihsan etsin ve Remziye ablamızın dualarını kabul etsin.

Not: Değerli okurlarımız! Ramazan-ı Şerif’inizi, gelecek Kadir Gecenizi ve Bayramınızı şimdiden tebrik ediyor, yeni eğitim-öğretim yılı başında işlerin yoğunluğu sebebiyle yazılarıma iki hafta kadar ara vermek istiyor, bu sürenin daha da uzamaması için duâlarınızı bekliyorum. M. Y.

10.09.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Avrupalı âkil adamların Türkiye raporu (2)


A+ | A-

Avrupalı âkil adamların oluşturduğu Bağımsız Türkiye Komisyonu raporunun Avrupa’ya yönelik ilk kısmını dün değerlendirmiştik. Bugün de Türkiye’nin temel sorunlarına ilişkin olarak raporda yer alan hususları tahlil edeceğiz.

Raporun “Türkiye’de Kaçırılan Reform Fırsatları” başlıklı bölümünde, 2007 yılından itibaren iktidarın “devletin kurulu düzeninin içinden asker, yargının bir kısmı ve anamuhalefet partisinin zaman zaman oluşturduğu koalisyonlardan doğan çeşitli zorluklarla” mücadele etmesinin süreci yavaşlattığı eleştirisi yapılıyor. AKP’ye yönelik kapatma dâvâsı, Ergenekon soruşturması ve dâvâsı, PKK’nın tezgâhladığı terör olaylarının bir tür ülke içi kaynamaya sebep olduğu, bunun da reformları yavaşlattığı vurgulanıyor.

Reformların yeniden hızlanması için; yeni bir anayasa, ombudsmanlık sisteminin kurulması, ihale mevzuatının AB standartlarına uydurulması, örgütlenme hürriyeti, eğitimde eşit haklar ve dinî okullara erişimin bütün dinlere açılması ve ifade özgürlüğünün tam olarak sağlanması raporda öneriliyor.

Son bir yıl içinde sağlanan ilerlemelerden mevzuat reformu yol haritasını belirleyen ulusal programın yürürlüğe girmesi, yalnızca AB konularında çalışacak bir başmüzakereci atanması, TRT Şeş’in yayına başlaması, Alevî açılımı önemli adımlar olarak görülmektedir.

Raporda Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Ermenistan açılımı gibi konular ayrı başlıklarla ele alınmakta, sağlanan ilerlemeler, yapılması gerekenler belirtilmektedir.

Raporda Kıbrıs’ta iki toplum arasında yürüyen görüşmelerin, ihtilâfın kabul edilebilir bir federal yapıda çözümle sonuçlanabilmesi için en iyi ve muhtemelen son şans olduğu görüşüne aynen katılmaktayız. Artık kaybedilecek zaman kalmamıştır. Kıbrıs’taki 2010 seçimlerine kadar bu sorunun bir şekilde çözülmesi şarttır. AB’nin Kuzey Kıbrıs’a yaptırımların kaldırılması yönünde verdiği sözü tutması, Türkiye’nin de Rum kesimine limanlarını açmasını sağlayacak ve sürecin önü yeniden açılabilecektir.

Raporda Kürt sorununu “Türkiye’nin bütün vatandaşlarına gerçek bir eşitlik sağlanması ve güneydoğudaki ekonomik ve toplumsal sorunların giderilmesi” yoluyla çözmek gerektiğine işaret ediliyor.

Raporun en ilgi çekici bölümlerinden birisi olan İslâm ve lâiklik konusunda; “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşlarından birini oluşturan lâik sisteme yönelik bir tehlike olmadığı”nın altı çiziliyor; hiçbir siyasî unsurun İslâmî esaslara dayalı bir devlet kurulmasını savunmadığı belirtiliyor. Ayrıca başörtüsü konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yasağı destekleme yönündeki tavrı da dolaylı olarak eleştirilmektedir. Bu arada devletin lâikliği koruyucu bir tavır olarak “ülkedeki imamlara kamu çalışanı statüsünde maaş ödeyerek, camilerin çoğunun mülkiyetini elinde bulundurarak ve verilen vaazların muhtevasını merkezden yönlendirerek yerleşik Sünnî Müslüman çoğunluğun kontrolünü sağladığına” dikkat çekilmektedir.

Rapordan ortaya çıkan genel tablo birkaç cümleyle şöyle özetlenebilir: Türkiye 2000-2005 dönemindeki AB’ye üyelik süreci heyecanını kaybetmiştir. Bunda AB ve Avrupalı liderlerin olumsuz tavırları, ülke içindeki “sistemin” hükümetin reform çabalarına karşı direnç göstermesinden doğan olaylar önemli rol oynamaktadır. Hem hükümetin hem de Avrupa Birliğinin yeni bir gayretle kaybedilen zamanı telâfi etmesi gerekmektedir.

Bizim kanaatimize göre de; Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik heyecanı haklı olarak kaybolmuştur. Ancak ülkemizde temel hak ve hürriyetler alanında Batı standartlarına ulaşılabilmesi, demokratikleşmenin tamamlanması, Türkiye’nin komşularıyla barışık, iç barışını sağlamış, istikrarlı bir ülke haline gelmesinde bu sürecin önemi büyüktür. Bu yüzden Avrupa Birliği için değil, bu ülkenin insanları hak ettiği için, hükümetin yeni bir gayretle reformları sürdürmesi çok yararlı olacaktır.

10.09.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Allah beterinden korusun


A+ | A-

Dünyanın sayılı büyük şehirlerinden olan İstanbul, son yılların en büyük sel felâketine maruz kaldı. Aslında İstanbul ve ‘sel’i bir arada düşünmek zor, fakat bazen akla gelmeyenler başa geliyor. Sel baskınları denince akla daha ziyade Karadeniz bölgemiz gelir, ancak dün sabah saatlerinde İstanbul İkitelli’deki görüntü Karadeniz’in derelerini hatırlatıyordu. Hatta ve hatta, Havalimanı-TEM bağlantı yolundaki sular, Ardeşen’deki Fırtına Deresininden daha güçlü akıyordu.

İkitelli’deki felâketi görmeyenlere anlatmak kolay değil. Tıpkı Çatalca ve Silivri’de olduğu gibi yüzlerce araç sürüklendi. Meydana gelen maddî hasarın tesbiti de her halde günler alır. Gazetemizin merkezi de ‘felâket bölgesi’nde olduğu için yaşananları yakından görme imkânımız oldu. Felâketin duyulmasıyla birlikte telefonlarımız susmadı.

Elbette bu felâketin sorumluluğunu bir kişi ya da bir kuruma yüklemek mümkün değil. Belki de yüzlerce kişi ve onlarca kurumun tedbirsizliği bu felâkete kapı açtı. Bir adım daha ileri gidip, felâketin sorumlusunun ‘sistem’ olduğunu da söyleyebiliriz.

Bu öyle bir ‘sistem’ ki, yeri geldiğinde Karadeniz’de; yeri geldiğinde İstanbul’da ve yeri geldiğinde Çatalca’da insanların ölmesine sebep oluyor. Bu ‘sistem’in temelinde daha çok kazanma hırsı var. İkâzları dikkate almayan, ‘Ben yaptım oldu’ diyen bir anlayış aynı zamanda. Bu anlayış depremde de, selde de, yangında da kendisini gösteriyor.

Bakınız, 10 yıl önce büyük bir deprem felâketi yaşandı. Depremin ilk gününden itibaren ‘Bundan sonra gerekli tedbirler alınacak’ yollu açıklamalar yapıldı. Nitekim, yeni yapılan binalarda deprem ihtimali hesaplanarak daha sağlam binalar yapıldı. Fakat felâket sadece depremle gelmiyor ki! Depreme karşı kısmî de olsa tedbir alan ‘sistem,’ sel felâketini hesaplayamadı.

Uzmanların açıklamalarına göre, felâketin yaşandığı İkitelli bölgesinde normal zamanlarda Eylül ayında metrekareye 45 kilogram yağmur düşüyormuş. Dün aynı bölgeye sadece bir saat içerisinde 90 kilogram yağmur yağmış. Bu şu demek: Bir aylık yağmurun iki katı, sadece bir saatte yere inmiş. Meydana gelen felâketin büyüklüğünü anlamak için sadece bu rakam bile yeterli olsa gerek.

Aynı bölgede 1990’lı yıllarda da benzer bir felâket yaşanmıştı. O günde bu güne gerekli tedbirlerin alınmadığı ve aksine dere yataklarının daraltıldığı, kısmen de kapatıldığı anlaşılıyor.

Asıl soru şudur: Yatağında yol bulamayan derelerin ‘prestij yolu’ olarak ilân edilen Havalimanı-TEM bağlantı yolunda çağlaması acaba Türkiye’yi ve İstanbul’u idare edenleri harekete geçirmeye yetecek mi?

Felâket sonrası bazı insafsızların eşya yağmalaması da, maddî felâketten ziyade manevî bir felâketle karşı karşıya olduğumuzu da hatırlattı. Kalplere ‘yasakçı’ koyamayan sistem utansın!

Sel sularına kapılarak vefat edenlere Allah’tan rahmet ve mağfiret dilerken, daha büyük felâketlerden koruması için yine Allah’a sığınalım.

10.09.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.