16 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

M. Latif SALİHOĞLU

Siyasette misyon ve şahıs faktörü


A+ | A-

Kimine göre, siyasette önemli olan şahıs faktörüdür. Böyleleri, temayül ve tercihini vitrinde görünen üst düzey kadrosuna ve bilhassa lider konumundaki kişiye göre belirler.

Kimine göre ise, şahsın pek önemi yok. Şahıslardan herhangi biri başa getirilir. Denersin, o olmazsa diğeri gelir. Bakarsın olmadı, bu kez işi eşbaşkanlarla yürütmeye çalışırsın... Böylelerinin nazarında belirleyici olan temel faktör fikirdir, dâvâdır, misyondur, ideolojidir...

Bu görüşlerden biri ifrata, diğeri tefrite götürebilir. Zira, iktidara gelebilmek için bu iki faktöre de ihtiyaç var.

Öncelik, elbette ki dâvâda, misyonda olmalı. Ancak, misyon sahibi olmak, iktidar olmaya kâfi gelmiyor. Bir partide o misyona uygun lider ve kadro da bulunması lâzımdır ki, başa güreşerek alternatif olma şansını yakalayabilsin.

* * *

Evet, siyasî partilerin asıl maksadı, iktidara oynamaktır.

İktidara gelme şansına, iktidarı belirleme veya alternatif olma potansiyeline sahip olmayan partilerin, fikir klûbünden, etnik yahut ideolojik grup kimliğinden öteye gitme şansları yoktur.

Zaman zaman kırktan fazla partinin seçimlere iştirak ettiği Türkiye'de, iktidar şansı olan partilerle ideolojik partileri birbirinden tefrik etmek hayli zorlaşıyor.

Günümüzde hem iktidara aday, hem de ideal mânâda veya dört dörtlük mükemmellikte bir siyasî parti bulmak imkân ve ihtimal dışı görünüyor.

O halde, asgarî müşterekte birleşmek ve terazideki "hasenatının seyyiatına üstün gelme" noktasına bakmak durumundayız.

Terazinin göstergesine bakanlar, elini vicdanına koyarak tercih ve desteğini ona göre tayin eder.

Bu noktada herkesin bir başkasına saygı duyması ve farklı tercihleri hoşgörü ile karşılaması, demokrasinin bir icabı olsa gerek.

* * *

Burada sözü aktüel bir konuya getirmek istiyoruz.

Bizim geçen haftaki siyasî muhtevalı yazılarımızda "misyona öncelik" verir tarzdaki yorum ve değerlendirmemizi şiddetle tenkit eden bazı okuyucularımız oldu. Diyorlar ki: "Yahu görmüyor musun, Demokrat Partinin vitrinini birbiriyle uyumsuz adamlarla doldurdular. Başkan Cindoruk bile abuk–subuk konuştu. Hatta kendini tutamayıp Silivri'ye bile gönderme yaparak, bir bakıma Ergenekonculara arka çıktı. Bu tip adamlardan ne hayır beklenir ve nasıl desteklenir?"

Bu kulvardaki gelişmeleri yakından takip eden ve sinir uçlarını ziyadesiyle kaşıyarak yayınlayan Zaman gazetesinde konuyla ilgili çıkan habere göre, Cindoruk, Silivri/Ergenekon eksenli çıkışlarında yalnız, hatta yapayalnız kalmış. Prof. Çağrı Erhan başta olmak üzere, partili arkadaşlarından hiçbiri ona destek vermemiş. Aksine, onu eleştirmiş ve bu tür açıklamalarının partiye zarar verdiğini söylemişler.

Bu da iyi bir gelişme. Demokrat Partide "demokratik tepki" hiç eksik olmamalı ve daima diri kalmalı. Tâ ki, şahısların hataları asgarî seviyede kalsın, halkın nazarında partiyi ve misyonu yıpratacak boyutlara çıkmasın.

Ancak, yaşanan bütün olumsuz gelişmelere rağmen, şahıstan ziyade "misyona öncelik" veren Demokratların, yine de partiden yüz çevirmemeleri gerekiyor.

Şayet, şahısların kusur ve hatalarından dolayı bu partiden yüz çevirmeler olsaydı, meselâ Demokrat Partinin 1950'de güçlenmesi ve tek başına iktidara gelme şansı olmazdı.

Zira, DP'nin başında tâ 20 Mayıs 1950'ye kadar da Celal Bayar vardı.

Bayar, gerek komitacılıkta, gerek İttihatçılıkta ve gerekse Atatürkçülükte, Cindoruk gibi şahısların fersah fersah ilerisinde bir liderdi.

Ancak, buna rağmen, Nur Talebeleri, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Partiyi desteklediler. Dahası, Üstad Bediüzzaman, DP'lilerin teklif ve oylarıyla 20 Mayıs günü Cumhurbaşkanı seçilen Bayar'a "Umum Nur Talebeleri adına" Emirdağ'dan bir tebrik telgrafı gönderdi. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 264)

Demek ki, şahıs "mükemmel reis" olmasa ve hatta kusurlu olsa bile, yine de misyonu şahıslara fedâ etmemeli, misyondan sapma eğilimi içine girmemeli.

Oysa, o tarihte Halkçıların karşısında Demokratlardan çok daha dindar görünümlü kadroya sahip bir Millet Partisi vardı. Tıpkı, bugünkü DP'den daha dindar görünümlü AKP kadrosu gibi. Ancak, yine de onlara yüz verilmedi ve itibar gösterilmedi. Sadece, şu sakıncalı muhtemel gelişmeye dikkat çekildi: "Eğer Demokratlar düşerse, tek başına iktidara Millet Partisi (1950'de oyları yüzde 3'tür) gelir. (Age, s. 387, 422)

Buradan anlıyoruz ki, dindar ve muhafazakâr kitlelerin oyları Halk Partisine gitmiyor. Demokratlar ile Milletçiler arasında "yatay geçişler" yaparak yer değiştiriyor.

* * *

Bizim için misyon birinci plânda gelir. Ancak, şahıs ve lider de kitlelerin nazarında fevkalâde bir öneme sahiptir.

Meselâ, Menderes'in zamanla ön plana çıkması ve parti lideri olması sayesinde, DP çok daha güçlendi ve ülkenin her yanına kök salarak gelişti.

Şahısların değişmesi, bizim tercih ve temayülümüzü değiştirmez. Çünkü biz, misyon çizgisine bakıyoruz ve vitrine girip çıkan şahıslardan ziyade o misyona bağlıyız.

Bu misyon ölüp gitmez. Partinin canlanması ve iktidar maratonunda depara kalkması ise, elbetteki misyona lâyık lider ve kadroların işbaşına gelmesiyle mümkün olur. Biz bunun da pekâlâ farkındayız.

Lâkin, partiyi biz yönetmiyoruz, sadece "nokta–i istinad" olma vazifesini görüyoruz. Zira, bize tevdi edilen vazife budur.

...............................

NOT: Siyasette şahsı önceleyen ve siyasî sermayesini bütünüyle şahısların muhabbeti veya adaveti üzerine bina edenlerin mesaj göndermemeleri istirham olunur. MLS

16.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Uykuda zamanlama ve hormonal dengeler


A+ | A-

Günün değişik zaman dilimlerinin ruhumuz ve bedenimiz üzerinde etkileri vardır. Biyoritmik saatimizi nasıl programlarsak o kadar uyuruz ve ona göre sonuç alırız. Günün belirli saatlerinde uyumanın dinlendirdiği, verimliliği arttırdığı veya yorduğu, üretimi düşürdüğü modern tıbbın da tesbitlerindendir.

Kurân’ın ve Sünnet-i Seniyye’nin bu husustaki sırlarının açılımını yaparak yorumlayan Bediüzzaman, zamanı kullanma san'atında mühim bir yeri olan uyku düzeninin önemine de vurgu yaparak, biyo-ritmik saatlere göre uyku düzeni ve sonuçlarını şöyle tesbit eder:

1. Zaman dilimi: Şafaktan 45 dakika sonrasına, güneş doğana kadardır. Gaylûle diye isimlendirilen bu zaman zarfı içinde uyumamalı. Aksi halde araştırmaların da verilerine göre;

- Güneş doğana kadar uyunduğunda hormonal dengeler bozulur. (Bu dakikalarda uyanık kalındığında korunuyor.)

- Bu zaman içerisinde uyanık kalınırsa, depresyon yaşama ihtimali çok düşük olur. 

Zira beden dinlenmiş, duygular uyanık olduğundan bu vakit öğrenmek için en uygun vakittir. Bu lâhutî zaman ve uygun şartlarda vecd ile yapılacak tefekkür, ilmî araştırmalar, zikir, şükür ve ilmî çalışmalar fevkalâde verimli olacaktır.

Bu dakikalar uykulu geçirilirse;

- Rızık eksikliğine ve bereketsizliğe sebep olur.

- Maddî-manevî rızık için çalışma hazırlıklarının yapılacağı en uygun serinlik vakti, uyku denen yarı ölü vaziyette geçirilmiş olur.

- Kerahet vaktindeki uykudan sonra bir rehavet (ağırlık) çöker. Bu ise, o günkü çalışmaya zarar verir.

- Bu saatlerde uyumak sünnete aykırıdır.

Parola, “Erken yat, erken kalk” olmalıdır. Adaletiyle meşhur İran hükümdarı Nûşirevân’ın oğlu Hürmüz, gençlik zamanında sabahlara kadar yer, içer, eğlenir, sabaha yakın yatardı. Hocası Büzürgmehr Hâkim ise, her sabah onu gaflet uykusunda yakalar ve nasihat ederdi:

“Ey saadetli Şah! Seherle kalk. Çünkü seherle kalkanlar, saadet ve şeref bulur, zafer kazanarak yardıma nail olurlar.”

Her gün yapılan bu nasihatlerden huzursuz olan Hürmüz, adamlarına:

“Bre! Bir kaçınız seherde kalkıp Hocanın yolunu kesin, üzerindeki elbiseleri soyup alıverin!” der.

Erken kalkıp söylenenleri yaparlar. Elbisesiz Hürmüz’ün huzuruna çıkan Hoca’ya:

“Ey yol gösterici bilge hocam, bana her zaman ‘Seherle kalkan saadet ve zafere ulaşır, yardıma nail olur’ derdin. Hayret değil mi, erken kalktın, zillet ve musîbete duçâr oldun?” der.

Hoca, “Ey cihan Şâhı! Bu durum söylediklerimin ispatıdır! Soyguncular erken kalkmada beni geçmişler. Saadetli talihleri kuvvetli oldu!”

Uykuyla ilgili zaman dilimlerine, yarınki yazımızda devam edelim.

16.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

Tarih yeniden öğrenilir


A+ | A-

Geçen günlerde Ülke TV’deki bir programda, geçmişte bakanlık da yapmış bir siyasetçi ‘doğru ve gerçek tarih’in bilinmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Programa katılan hakperest bir konuşmacı, Bediüzzaman Said Nursî’nin Bitlis Müdafaasındaki gayretlerinden bahsedip, nihayetinde onun TBMM’ye dâvet edildiğini hatırlatması üzerine itiraz edecek olmuş. Bu ve benzer konuların tartışılması üzerine de “Neredeyse yakın tarihi yeniden yazacaksınız” demiş.

Hakperest konuşmacı da, “Yalan dolan, hile hurda olursa bir daha yazılacak bu tarih” deyip o şahsı susturmuş. İstenen nedir? Yalan, yanlış bir ‘resmî tarih’ anlatımının sonsuza kadar sürüp gitmesi mi? Böyle bir arzusu olan varsa bilsin ki bu arzu hem Türkiye, hem de dünya gerçeklerine uymaz. Gerçekler er ya da geç öğrenilecek ve öğrenilmelidir.

“Gerçeklerin öğrenilmesini istemeyen var mı?” diye bir soru akla gelmesin. Böyle bir istek bugün değil, seksen yıldan beri var. “Tek parti” devrinde yaşananların kaçta kaçını biliyoruz? Çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarında ‘yakın tarih’ ne ölçüde anlatılıyor? Hâlâ, ezanın aslının okutulmasının yasaklandığından haberi olmayanlar var. Söylendiğinde de ciddî ciddî itiraz ediyorlar. Çünkü onların okudukları kitap, gazete ve dergilerle izledikleri TV’lerden öğrenmek mümkün değil. Onlara göre ‘tek parti’ devri başarılarla dolup taşan bir devir. Gerçekler ise bunun tam tersi...

10 Kasım’da yapılan ‘anma’lar tartışılırken belki bazılarını güldüren, ama gerçekte hepimizi dehşete düşürmesi gereken bir hadise yaşanmış. Yıldıray Oğur’un aktardığı hadise şöyle: “Bir arkadaşımın arkadaşının beş yaşındaki kızı üç gün su içmedi. Sebep: Atatürk içimizde. Su içersem boğulur. Kızı psikoloğa götürdüler. Psikolog, Atatürk’ün denizde yüzerken resimlerini gösterdi, çocuk öyle düzelebildi.” (Taraf, 12 Kasım 2009)

Bu hadise karşısında “Çocuktur, ne yapsa yeridir” deyip geçemeyiz. Bu örnek, hem okulda hem de okul öncesi anlatımlarda nasıl bir program uygulandığının delili olabilir. Orduların kazandığı zaferleri ölçüsüz ve dengesiz bir şekilde bir kişiye havâle etmekle geldiğimiz noktayı gösteriyor.

Bunun yerine her şey olduğu gibi, objektif bir şekilde öğretilse ve insanlar ‘resmî tarih’ kıskacına alınmasa ne kaybedilir? Dünya şahittir ki, insanları uzun süre yanıltmak mümkün değil. Yalancıların mumu bazen akşama, bazen de yatsıya kadar yanıyor. Söndüğünde de bir daha yanması mümkün olmuyor.

Son günlerdeki tartışmalar Türkiye’nin tarihî gerçekleriyle yüzleşmesini netice vermeli. Bir adım sonra da ‘sanal tarih’ten gerçek tarihe adım atılmalı. Resmî tarih yerine gerçek tarih bilgileri ortaya konulduğunda pek çok tarihî şahsiyetin yer değiştireceğinden emin olun. ‘Tek parti’ anlayışında olanların ‘resmî tarih’ noktasındaki ısrarları da zaten bu sebeple değil mi?

Ne var ki hem sular tersine akmaz, hem de yalancıların mumu gece boyu yanamaz. Hakikat dalgaları, kumdan kaleleri yerle bir etmek üzere. Mevlâm ‘dalga’ların neticelerini hayreylesin. Âmin.

16.11.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Rekorlar mı kırılıyor, yoksa kayıplar mı telâfi ediliyor?


A+ | A-

Altın…

Kulağa hoş gelen, yürekleri hoplatan…

İlk çağdan beri hayalleri süsleyen…

Uğruna nice kanlar, gözyaşları dökülen…

Tarih boyunca baş tacı edilen…

Zenginliğin ve gücün timsali…

Sadece bir maden.

Hiçbir taş onun kadar itibarlı ve gizemli olamadı.

Ne elmas, ne zümrüt, ne yakut.

Nedir bunun sırrı derseniz, doyurucu bir açıklaması yok.

Sanayide vazgeçilmez stratejik bir maden mi?

Hayır.

Kullanım alanı sınırlı.

Mukavemetsiz.

Yenilmez, içilmez, karın doyurmaz.

Tabiatta zorlukla ve az miktarda bulunur.

Mısırlılar 3000 yıl önce altını saflaştırmayı ve işlemeyi biliyorlardı.

Aradan geçen onca zamana ve gelişen tekniklere rağmen ancak 1800’lerden sonra üretiminde ciddî artışlar görüldü.

Altın yüzlerce yıl tasarruf ve değişim aracı olarak kullanıldı.

En son İkinci Dünya Savaşı sonuna doğru 1944 yılında ABD’nin Bretton Woods kasabasında toplanan 44 ülkenin temsilcileri bu kasabanın ismiyle adlandırılacak altına bağlı yeni bir para sistemi oluşturdular.

Bu anlaşmayla doların değeri altına endekslenirken diğer ülke paraları da dolara sabitlenmişti.

Bir ons altın fiyatı, 35 dolara eşitlendi ve bu suretle sabit kur sistemi yürürlüğe girdi.

Bunun anlamı şuydu:

ABD Merkez Bankası (FED), 35 dolar bozdurana, karşılığında 31,10 gram altın vermeyi taahhüt etmişti.

Bu sistem ABD devlet başkanı Nixon tarafından 1971’de ortadan kaldırıldı, altın standardı terk edildi, dalgalı kur sistemine geçildi.

Dalgalı kur rejimiyle birlikte önceleri 35-40 dolar seviyelerinde seyreden altının fiyatı 1975 yılında 160 dolara çıktı.

Bu tarihten sonra 1980 yılı hariç olmak üzere 1997 yılına kadar altın 300-400 dolar bandında salındı.

1998-2001 arası yıldızı söndü, 300 doların altına düştü.

2002’de atağa kalkan altın bu tarihten günümüze kadar sürekli bir yükseliş trendi izleyerek 2008 yılında 870 dolara tırmandı.

Bugünlerde ise manşetlerde.

Rekor üstüne rekor kırıyor.

Yazıyı kaleme aldığımız sırada 1.100 doları aşıyordu.

Peki bundan sonra ne olur?

Zor bir soru.

Çünkü pek çok faktör devrede.

En önemlisi insan.

İnsan unsurunun olduğu bir olayda beklenmedik, şaşırtıcı gelişmeler her zaman mümkündür, tahminler tutmaz.

Bu sebeple ileriye dönük bir projeksiyon yerine son zamanlarda altın fiyatlarında görülen yükselişin analizini yapmak daha verimli ve faydalı olacaktır.

Genel ekonomik durum ile dolardaki hareketlenmeler altın fiyatını belirlemektedir.

Krizlerde ve doların zayıfladığı dönemlerde altın sığınılacak güvenli bir liman olarak görülür, dolayısıyla fiyatı yükselir.

Nitekim kırılan son rekorlar bunun delilidir.

Kriz dolayısıyla;

Faizlerin sıfırlarda gezinmesi…

Piyasaya bol likidite sürülmesi…

Enflasyonun azacağı beklentisi…

Doların değer kaybetmesi…

Yeni rezerv para arayışı…

Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerin altın rezervlerini arttırması…

Ve tabiî spekülatif hareketler…

Altını zıplatmıştır.

Amerikan hükümeti sıkı para politikasıyla doları güçlendirir, küresel krizde hafiflerse altın fiyatı gerileyebilir.

Yalnız kafamızı kurcalayan bir hususa değinmeden geçemeyeceğiz.

Evet, altın dolar karşısında 1944’ten bu yana 30 kat değerlenmiştir ama bu süreçte dolardaki değer kaybı ile enflasyon dikkate alındığında gerçekten rekorlar mı kırıyor yoksa kayıplar mı telâfi ediliyor, konu bir de bu açıdan irdelenmeli.

Yatırımcıların tercihlerine ışık tutabilir.

16.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Açılım torbası”ndan çıkanlar… (1)


A+ | A-

Aslında “açılım”ın önündeki en büyük handikap, “açılım”ın amacının doğru dürüst ortaya konulamaması. Meclis’teki “genel görüşme”de “açılımın süreci ve kapsamı” hakkında bilgi veren İçişleri Bakanı, “Açılımın birbiriyle bağlantılı iki temel hedefi vardır; birincisi terörün sonlandırılması, ikincisi de demokrasimizin standardının yükseltilmesi” diyor.

Lâkin DTP’nin ısrarla “muhatap olmadığını,” hükûmetin “terör örgütünü muhatap almayacağını” deklâre ettiği süreçte, “terörün nasıl duracağı, silâhların nasıl susacağı?” soruları bir muamma olarak ortada kalıyor.

“Demokratik açılım”ın daha çok bireysel özgürlükleri, hak ve hürriyetleri, demokrasinin geliştirilmesini esas aldığı, bizzat Bakan’ın “Açılımın sloganı, ‘herkese daha çok özgürlük” cümlesiyle ortaya çıkıyor…

Ne var ki buna mukabil Meclis’teki DTP’nin muhatap gösterdiği Öcalan’ın “yol haritası,” Kandil’den uçurulan talepler ve “DTP’nin raporu”nda özgürlüklerin ötesinde, “özerkliğe” ve federasyon”a kayan tefrika ve ayrılık iletilmekte. Aksi halde hiçbir şekilde “pişman olmadığı” ve “terörü bırakacağını" belirtmeyen terör örgütünden “terörün devam edeceği” tehdidi savrulmakta…

Peki, dünyanın hiçbir yerinde “terörü ve silâhları bıraktığını” resmen ve fiilen ilân etmeyen bir terör örgütüyle hükümetin görüşemeyeceği gerçeği karşısında, “açılım”ın “birinci hedefi” nasıl gerçekleşecek?

Bütün bu çıkmazların ortasında koordinatör Bakan’ın çıkaracağını söylediği “kısa-orta vadeli tedbirler”le terör nasıl durdurulacak; demokratikleşme nasıl sağlanacak? Zira sözkonusu “tedbirler”in hiçbirinde “terörün durması, teröristlerin silâh bırakması”nı şart koşan bir düzenleme bulunmuyor.

AKP hükümetinin koordinatör Bakanı’nın, “ihmal edildiği için de kronik hâle gelmiş siyasî, sosyal ve ekonomik sorunların çözümü”nün demokratikleşmedir” deyip Meclis’e sunduğu “yapılacakların listesi,” iddia edildiği gibi hükümetin bu hususta hiç de “cesurca ve kararlılıkla hareket ettiğini” göstermiyor. Tam tersine, çoğu AB sürecinde zaten yapılması gerekip yapılamayan mevzii değişikliklere “açılım” makyajı sürülüyor.

Keza Bakan’ın, aslında demokratik açılımın hedeflerinin gerçekleşmesi, alınacak idarî ve yasal tedbirlerle beraber elde edilecek kazanımların kimi hak ve özgürlüklerin standardının yükseltilmesi” cümlesi, mâlûmu ilâmın ötesinde bir anlam ifâde etmiyor.

Tesbit şu ki “açılım Bakanı”nın “kısa vade”ye bağladığı, “yasa gerektirmeyen idarî tedbirler ve yönetmelik değişiklikleri”nde de yeni bir şey yok. Hükümetin “torba kanun”la Meclis’e getireceği değişikliklerin büyük bir kısmı, şimdiye kadar grup toplantılarında, “açılım” nutuklarında dile getirilmiş…

On sekiz yaş altında polise taş atan çocukların çocuk mahkemelerinde yargılanmasını sağlamaya yönelik kanun tasarısı ile cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin yakınlarıyla ana dilleriyle görüşmesine imkân sağlayan yönetmeliği, Meclis’te tekrarlayan Atalay, çeşitli dil ve lehçelerle ilgili üniversitelerde akademik araştırma yapılmasını, enstitü kurulmasını ve seçmeli ders konmasını, “tedbirler” arasında gösteriyor.

Siyasî partilerin Kürtçe propaganda yapmasını, farklı dil ve lehçelerde özel televizyon ve radyoların yirmi dört saat yayın yapma yönetmeliğini zikrediyor. Yine Doğu ve Güneydoğu’da yol kontrollerinin azaltılması ve yayla yasaklarının kaldırılması gibi “idarî tedbirler” üzerinde çalışıldığını belirten Bakan’ın, toplumsal ve dinî hizmetler dâhil, vatandaşlarımızın günlük hayatlarında ana dillerini konuşmalarının serbest bırakılacağını söylemesi, bunlardan biri…

“Orta vadeli tedbirler”i genellikle yasal değişiklik gerektiren çalışmalar olduğunu belirten Bakan, “Bağımsız bir ayrımcılıkla mücadele komisyonu”nun kurulmasından, “Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nı bağımsız ve sivil bir insan hakları kurumuna dönüştürmesine yönelik “çalışmalar”ından bahsediyor.

Ayrıca işkence ve kötü muameleye karşı BM sözleşmesinin ihtiyarî protokole dair kanun tasarısının onaylanmasını; şikâyetleri inceleyecek “kolluk şikâyet mekanizması”nın kurulmasını, “demokratik açılım”ın “temel tedbirleri” arasında sayıyor.

Kısacası, “açılım torbası”nın “kısa ve orta vadesi”nde bunların dışında bir şey yok. Anayasa değişikliği, uzun vâdeye bilinmeyen bir geleceğe ertelenmiş. AKP’nin iktidara gelir gelmez taahhüt ettiği, AB’ye vâdedilen reformlara, siyaseti demokratikleştirecek düzenlemelere, darbe dönemlerinden kalma antidemokratik yasaların tasfiyesine dair hiçbir “tedbir” yok…

Oysa gerçek bir demokratik açılım için, Türkiye’nin öncelikle “ihtilâl anayasası”ndan kurtarılması, en azından darbe dönemi demokrasi dışı vesâyetlerden arındırılması gerekmekte.

Yoksa birkaç yönetmelik ve bir iki komisyonla “demokratik açılım” olmaz…

16.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Yemen ellerinde kardeş kardeşi vuruyor!


A+ | A-

Kuzey Yemen’deki çatışmalar Yemen sınırlarını aşıp Arabistan topraklarına da sirayet etmeye başladı. Yemen hükümetinin Şiî Husilere karşı yazdan beri sürdürdüğü “Kavruk Toprak Operasyonu”nda Arabistan da Yemen’e destek verince Husilerin hedefi haline geldi.

CNN’nin haberine göre Suudi Arabistan’da 240 köy boşaltıldı ve 50’den fazla okul kapatıldı. Birkaç hafta içinde 150 bin kişi yerlerinden oldu.

Aslında 2004 yılından bu yana Şiî Husilerle Sünnî Yemen hükümet güçleri arasındaki çatışmalar aralıklı olarak sürüyordu. Arabistan ve Yemen hükümetleri Husileri İran’ın desteklediğini iddia ediyorlardı. Bölgedeki gözlemciler de aslında bu savaşın bölgede süren İran-Suudi Arabistan çekişmesinin bir yansıması olduğu yorumunu yapıyor. İran’ı kontrol altında tutma bahanesiyle, bölgedeki devletleri İran’a karşı kışkırtan Amerika ile, İran tehdidinin Arapları kendileriyle iyi geçinmeye zorlayacağına inanan İsrail, bu çatışmayı körüklüyor. İran’ın geçen hafta Yemen’deki çatışmaları durdurmak için oluşturulacak kolektif yaklaşımda yer almayı teklif edince, Suudiler çok kızdılar. Suudîler de İran’ın bölgedeki etkisini azaltmak istiyor.

Bölgede oynanan kirli oyunlar her zaman olduğu gibi yine masumları vuruyor. Arabistan sınırdan içeri giren Husilere karşı yürüttüğü askerî harekâtı, donanmasıyla onlara yardım gelmesini engelleyerek denizden de sürdürüyor. Amerika da bu fırsatı değerlendirerek, Yemen hükümeti ile askerî istihbarat ve eğitim anlaşması imzaladı. Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih, sonuna kadar bu savaşı sürdüreceklerini söylüyor. Ama hükümetin zafiyeti, ordunun resmî silâhlarının isyancılara satışına bile engel olamıyor. Suudî medyası ise bu çatışmaları İran tarafından desteklenen “Şiî” isyancılarla Suudî Arabistan tarafından desteklenen “Sünnî” devletin savaşı olarak niteleyerek çekişmeyi körüklüyor.

Bütün bu çatışma ve çekişmeler bölgede iki devletin ekmeğine yağ sürüyor: Amerika ve İsrail. Amerika bölgeye yerleşme planında Yemen ile yaptığı anlaşma ile bir adım daha atıyor. Arabistan ve Kuveyt ile ilişkileri zaten iyi durumda. İsrail ise İran’ın nükleer tehdit oluşturduğu propagandasını vargücüyle yayarak, çekişmeyi iyice körüklüyor.

Peki İran gerçekten Husileri destekliyor mu? Batılı gözlemciler bunun pek doğru olmadığını söylüyor. Ancak küçük bir grubun Yemen ve Arabistan güçlerine karşı bunca yıldır mücadeleyi tek başına sürdürmesi imkânsız. İran’ın körfeze olan ilgisi de biliniyor. Bu durumda İran’ın isyancıları desteklemesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu arada Suudî Arabistan da uzun sürecek ve topraklarındaki istikrarı da etkileyecek bir çatışmanın içine çekilmiş durumda.

Arap ülkelerinin kendi aralarında bu soruna ilişkin bir birlik oluşturmalarının güçlüğü dikkate alındığında, bölge ile tarihî bağları bulunan ülkemizin bu konuda inisiyatif alması, o bölgedeki kardeş kanının durdurulması ve masum sivillerin bir an önce huzura kavuşturulmasına katkıda bulunacaktır. Bütün ortak bağlarımızın yanı sıra, Yemen ellerinde bıraktığımız şehitlerimiz de devletimize bu sorumluluğu yüklüyor.

16.11.2009

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Said Nursî ve demokratik açılım


A+ | A-

Geçtiğimiz Cuma günü “Said Nursî ve Demokratik Açılım” kitapçığımızı verdik. O güne mahsus 1 TL özel fiyat uygulamasına rağmen ilgi yine yüksekti. Sahip çıkan ve gayret gösteren bütün okuyucu ve temsilcilerimize yürekten teşekkür ediyoruz.

***

Her yere ulaştırmak istiyoruz

Bundan sonraki süreçte, söz konusu kitapçığı, daha önce verdiğimiz “Said Nursî Kimdir?” broşürüyle birlikte, sürekli bir kampanya çalışmasıyla gündemde tutmak ve her yere ulaştırmaya çalışmak gibi bir düşüncemiz var.

Bu çerçevede, bu iki broşürü, daha önce duyurduğumuz gibi, devlet kurumlarına, milletvekillerine, partilere, üniversitelere, medyaya, STK’lara, büyükelçiliklere ve belirlediğimiz diğer adreslere göndereceğiz.

Mahallerdeki benzer çalışmaları da sizlerin himmet ve gayretlerinize havale ediyoruz.

***

50. yıl boyunca

Bu arada şunu da hatırlatalım:

Önümüzdeki 23 Mart, Üstadın vefatının 50. yıldönümünü. Bunu vesile yaparak, Risale-i Nur’daki güncel gündem maddelerine ışık tutan ve kronik sorunlara kalıcı çözümler getiren izah ve yorumları, mümkün olan her yol ve vasıta ile kitlelere ulaştırmaya çalışırken, bu iki kitapçığı da bu maksatla en iyi şekilde değerlendirmeye gayret edeceğiz.

***

Açılım gündemde oldukça

Ayrıca, demokratik açılım proje ve süreci gündemde olduğu müddetçe, bu kitapçıkların da gündem oluşturacağına ve çözüm arayışlarına ışık tutup yol göstereceğine dikkat çekiyor, çalışmalarımızı sürdürürken bu noktanın da gözden kaçırılmaması gerektiğini belirtiyoruz.

***

Manşetimiz Van’daki bilboardlarda

Demokratik açılım gündeme geldikten sonra Said Nursî’ye dikkat çektiğimiz önceki manşetlerimizin de hatırlatıldığı “Açılımda Said Nursî rüzgârı” manşetimizi bilboard afişi yaparak Van’ın her tarafına yerleştiren arkadaşlarımıza ve özellikle ELİF Reklam’dan Hüseyin ve Murat Ayça’ya tebrik ve teşekkürlerimizi iletiyor; bu güzel örneğin diğer mahallerimize de bir nümune-i imtisal olmasını diliyoruz.

***

Hac ve Kurban eki

Öte yandan, geçen yıl olduğu gibi, bu yıl da Kurban Bayramı öncesi bir ek çalışmamız olacak. Hac ve kurbanla ilgili aydınlatıcı bilgilerin yer alacağı bu ekteki konu başlıklarını şu şe-kilde sıralayabiliriz:

Kurban nedir?

Kelime ve dinî terim olarak anlamları.

Kurbanın tarihçesi.

Diğer dinlerde kurban.

Hz. İbrahim ve İsmail (a.s.).

Kurbanın dinî hükmü.

Kimler kesebilir?

Hangi hayvanlar kurban edilir?

Nasıl kesilir?

Sünnetleri…

Kurban ibadetinin hikmetleri (psiko-sosyal)

Risale-i Nur’daki kurban bahisleri.

Kurban’la ilgili âyet ve hadisler.

Arefe günü.

Kurban Bayramı ve teşrik tekbirleri.

Hac nedir?

Kelime ve dinî terim olarak anlamları.

Hac ne zaman farz oldu? (Tarihçesi)

Hac kimlere farzdır?

Hac çeşitleri.

Hacla ilgili âyet ve hadisler.

Risale-i Nur’daki ilgili bahisler (“Haccın hikmetini ihmal,” “Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle getirilen tekbirlerin mânâsı” gibi)

Hac ibadetinin psiko-sosyal yönü.

26 Kasım Perşembe, yani Arefe günü vereceğimiz Hac ve Kurban ekimizle ilgili çalışmaları da şimdiden gündeme almanızı hatırlatıyoruz, o gün için ek taleplerinizi bekliyoruz.

16.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.