12 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Allah aşkıyla yanan, yanmaz


A+ | A-

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

“Her şeyde bir birlik var. Birlik ise Bir’i gösterir.” (Bediüzzaman)

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

***

“Bu mülk, bu kâinat kimin?”

“Allah’ın (cc)”

“Bu dünya kimin?”

“Allah’ın (cc)”

“Biz kimin misafiriyiz?

“Allah’ın (cc)”

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah… Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

Allah diyen aldanmaz.

Allah diyen mahrum olmaz.

Allah diyen yolda kalmaz.

Allah diyen diller kurumaz.

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah… Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

***

Her işinde bin bir hikmet var. Allah dağına göre kar, bağına göre kış verir. Allah her şeyi görür, Allah her şeyi bilir, Allah her sesi işitir.

Nasıl mı? İşte size bir öykü:

Meraklı bir çocuk, yaşlı bir Allah dostunun yanına gelerek:

“Mabedde duâ eden insanları dinledim. Doğrusu Allah’ın işi çok zor olmalı” dedi.

Allah dostu tatlı bir tebessümle çocuğa baktı ve neden böyle düşündüğünü sordu.

Çocuk:

“Oduncu havanın soğuk olması için duâ ediyordu” dedi.

Allah dostu:

“Evet, bu gayet normal” dedi. “Bizim sobalarımız için odun satarak hayatını kazanır. Hava ne kadar soğuk olursa, o kadar çok odun satar.”

Çocuk:

“Fakat meyveci ılık hava için duâ ediyordu” dedi.

Allah dostu:

“Meyveci kışın satmak için sonbahar meyvelerini saklar. Eğer hava çok soğuk olursa, meyveleri donar” diye karşılık verdi.

Çocuk:

“Çiftçi yağmur için, tuğla yapıcısı ise kuru hava için duâ ediyordu. Bu adamların hepsi Allah’ı seven insanlar. Allah hepsinin isteklerini nasıl yerine getirebiliyor?”

Allah dostu:

“Şimdi hava nasıl?” diye sordu.

“Kuru ve ılık” dedi çocuk.

“Geçen hafta nasıldı?”

“Pazartesi ve Salı yağmur yağdı, Perşembe hava soğuktu.”

Bunun üzerine Allah dostu yine tatlı bir tebessümle çocuğa bakarak şunları söyledi:

“Şimdi anladın mı yavrum Allah’ın hepimizi birden nasıl memnun ettiğini…”

***

Bu öyküyü her hatırlayışımda Allah'a karşı muhabbetim artar, sevgim coşar.

Hem neden coşmasın, neden artmasın ki? Sevmek için verdiği kalp de Allah’ın değil mi?..

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

Gönlün ağzı, dili yoktur ama gönül Rabbini tanır. Gönül Rabbini bilir. Gönül Rabbini sever. Ne kaybettinse orda ara. Kalbinde, gönlünde ara. Arayan bulur. Arayan gönül, Rabbini bulur. Allah’ı gönülden seven güzel olur. Gönül o zaman gönül olur.

Ne güzel demiş şair:

“Sevgiliden sevgiliye hediye

Ayva gider, elma gider, nar gider

Sevenin yüreği bir renkli mevsim;

Yağmur gider, rüzgâr gider, kar gider…

Hey arkadaş bu sevdanın ardına,

Şahlar bile tahtı tacı kor gider…”

— Abdurrahim Karakoç

***

Gönülden sevdi mi insan, ‘Allah’ dedi mi bir kez lisan, gerisini geç, sorma…

Gönül bir kez sevdi mi, bir kez ‘Allah’ dedi mi, ötesini geç, arama. Uzaklara gidip bakma, arama. Gir gönlüne bak, neler var?... Ne arıyorsan orda var.

Baharında, yazında, semânın yıldızında, iplik iplik dokunmuş her nakışında Senin ismin, Senin tecellin var.

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

Yaprağa yeşili katan, dalda, odunda meyveyi yaratan, gülde kokuyu unutmayan Sensin.

Yatışımda kalkışımda, damarımda kanımda, kalbimin her atışında yalnız Sen varsın. Kalbimin her atışında yalnız Sen varsın, Senin ismin var.

‘Hû hû hûûûûûû’ deyip, döner zerreler… ‘Allah Allah’ deyip, devreder küreler. Yorulma, gitme çok uzaklara. Gönülde ara, kalpte ara, içinde ara. Ne arıyorsan orda var; orda ara.

“Sağı solu gözler idim

Dost yüzünü görsem deyu

Ben taşrada arar iken;

Ol can içinde can imiş…”

— Niyâzî Mısrî

Gönül bir ayine-i Samed’dir. Allah’ı arıyorsan orda ara, gönül içre ara.

Ne güzel der Yûnus Emre:

“Ben gelmedim dâvâ için,

Benim işim sevi için…

Dost’un evi gönüllerdir

Gönüller yapmaya geldim!..”

Gönüller tahtına yakışan güzel, gönül tahtına oturan Sultan sadece Sensin, sadece Sen. Birsin, yeksin, teksin. Gönül de Senin, sevgi de Senin, seven bu insancık da Senin.

Birsin Allah, yeksin Allah, teksin Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

“Seni aramam için beni uzağa attın,

Âlemi benim, beni Kendin için yarattın” 

— Necip Fâzıl Kısakürek

Firakının gönülde açtığı yara kapanmaz. Bu gönül Senden ırak, Senden uzak kalamaz, Senden ayrı yaşayamaz. Ne güzel yaratmış Allah, ne güzel bu gönül evini… Bu gönül, Allah’ım, Sensiz olamaz.

Gönül deyip geçeriz; gönül dalgalı deniz… Gönlü boşlamaya gelmez. Diken de biter, gül de biter. Gönle değer verdin mi, gör gönülde neler biter…

“Toprakta biten güller solar giderler. Gönülde biten güller ebedîdirler.”

— Mevlânâ

Gönülde neler biter, neler neler… Allah’ın sevgisi gönüllerde tüter.

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

‘Allah’ der her daim diller; gönlün pasını gözyaşı siler…

İnsan yaşlanıp kocasa da gönül kocamaz. Gönül hep tazedir, gençtir, diridir.

Gönül, âyine-i Samed’dir. Gönülde ikilik olmaz. Hem Allah hem de gayrısı olmaz.

İki sevgi bir gönüle sığmaz. Gönül Allahsız olmaz. Gönülden ‘Allah Allah’ demeyince, gönül, gönül olmaz. Allah için seven, gönülden sever. Gönülden seven, boşa sevmiş olmaz. Bunun dışında kalan aşk da yalan, söz de yalan, sevgi de yalan.

Allah aşkıyla yanan yanmaz.

“Gel gönül gidelim aşk ellerine

Muradın yar ise bir tane yeter…”

— Turabî

Bir gönüle Allah kâfidir, Allah yeter. Gönlün Allah’a aşkıdır gerçek olan. Beri gelsin gönülden Allah’ı anan, Allah’ın aşkıyla yanan, ‘Allah’ diye yanan. Gerisi yalan, gerisi yalan... Allah’tan uzak ne varsa, hepsi yalan. Aşk da yalan, söz de yalan… Ey gönül! Ölmedinse uyan!... Yanacaksan O’nun aşkıyla yan. Allah aşkıyla yanan yanmaz. Bil de ayıl, bil de uyan!

Ey bu sırra ermeyen nefsim, sen derdine yan. ‘Allah’ de yan, Allah de uyan, ‘Allah’ de dayan…

“Ey gönül madenin ne kadar yufka / Yeter ağlamana bir kuş ötüşü” diyen Necip Fâzıl Kısakürek boşuna dememiş.

Ağlar gönül, inler gönül ve arar. Gönlün yazı var, kışı var. Bir kararda kalmaz gönül. ‘Allah’ denince ayar olur, tamam olur gönül.

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

Onun içindir ki, gönül yıkan, onmaz. Gönül yıkmak değil, gönül yapmaktır hüner. Hünerlerin hüneri, Allah’ı gönülden sevmektir. Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

***

Bir şair duâsıyla bitirelim yazımızı.

“…

Bebeklere has bir dille ağlayarak,

SANA geliyorum SANA

Çırıl-çıplak…

Bir garip ağaç oldum aşk ülkesinde,

Köklerim sığmadı zamana;

Silktim ham meyvelerimi utandım da,

Kutsal duygularınla donandım yaprak yaprak.

SANA geliyorum SANA

Dal-budak…

Ne bir dürüm ekmek var heybemde.

Ne içecek suyum kana kana…

Bir tutam umutla düştüm yollara,

Bazan yürüyerek, bazan koşarak

SANA geliyorum SANA

Yalınayak…

Yollar uzadıkça yük ağırlaştı,

Ateş düştü gönlümdeki harmana.

Bıraktım ağrıyı, sızıyı bir yana;

Hasretinle ıpıl ıpıl yanarak,

SANA geliyorum SANA

Bir avuç toprak…

Seyrettim uzaktan benliğimi ki,

Et, kemik, kan değilmiş mânâ.

Habibin hakkına, İsmin hakkına

Af dilemek için ağlayarak,

SANA geliyorum SANA

Yâ HAKK...”

— Abdurrahim Karakoç

***

İşte böyle bir gönül, böylesine bir diri gönül hoşluğu dilerim hepinize. Selâmetle kalın. Allah’a emanet olun. Allah aşkıyla yanın. Allah aşkıyla yanan yanmaz.

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

Tektir Allah, yektir Allah, birdir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

***

İşte böyle bir gönül, böylesine diri bir gönül hoşluğu dilerim hepinize. Selâmetle kalın. Allah'a emanet olun. Allah aşkıyla yanın. Allah aşkıyla yanan yanmaz.

Birdir Allah, yektir Allah, tektir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

Tektir Allah, yektir Allah, birdir Allah... Lâ ilâhe illallah… Lâ ilâhe illallah…

***

Hacdan dönen kardeşlerimizi de unutmadık. Rabbim haclarını, ibadetlerini mebrûr eylesin. Onlara da bir hoş geldin hatırası ve bir gönül armağanı olsun asl-ı ve Asr-ı Saadet'ten.

Abbas b. Mirdas naklediyor:

Arefe günü akşamı Hz. Peygamber (a.s.m.) ümmetinin affı ve Allah'ın onlara merhamet etmesi için duâ etti.

Hz. Peygamber (asm) bu konudaki duâlarını artırınca Cenâb-ı Allah ümmetinin birbirlerine yaptıkları zulümden dolayı işledikleri günahlar hariç, kul hakkını ilgilendirmeyen günahları affettiğini kendisine bildirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) şöyle duâ etti:

"Ya Rabbi! Sen zulmeden kullarına, yaptıkları zulümden dolayı, işlemiş oldukları günahların yerine onlara sevap vermeye Kadirsin. Ve bu zalim kullarını affetmeye de Kadirsin."

O akşam, Cenâb-ı Allah Resulüne bir şey bildirmedi. Ertesi sabah Müzdelife'de Hz. Peygamber (asm) duâsını tekrarladı. Cenâb-ı Allah ona şöyle mukabele etti: "Onları da affettim."

Bunun üzerine Resulullah (asm) gülümsedi sahabelerden bazıları: "Ya Resûlullah, niçin tebessüm ettiniz?" diye sordular. Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu: "Allah'ın düşmanı şeytana güldüm; o, Azîz ve Celîl olan Allah'ın ümmetim hakkındaki duâmı kabul ettiğini öğrenince feryad-u figân etmeye ve başına topraklar atmaya başladı." (Beyhakî)

Ey gönül! Dostun Allah ise ne gam, ne keder… Sen Allah aşkıyla yanmadığın günlere yan…

Allah aşkıyla yanan, yanmaz. Yanmaz Allah aşkıyla yanan, yanmaz.

Molla Câmi Baharistan'da şöyle der:

"Ey gönül! Eğer bir gün başına bir dert gelirse, dert ortağı bir dostun olduktan sonra hiç tasa etme. Dost, insana sıkıntılı gün için lâzımdır. Yoksa ki iyilik ve ferahlık günü dost çok bulunur."

Dost istersen Allah yeter. Allah diyen aldanmaz. Allah aşkıyla yanan yanmaz.

"Allah dost, toprak post…"

Haydi, hoşça kalınız. Allah ile olunuz. Yolunuz, "Hamdım, piştim, yandım..." diyenlerin yolu olsun. Başkasıyla, gayrısıyla değil, Allah aşkıyla yanınız.

Yanmaz Allah aşkıyla yanan, yanmaz.

Allah aşkıyla yanan yanmaz…

12.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Akıl ve kalbî hastalıklar


A+ | A-

Siyami Bey: “Mesnevî-i Nuriye’de geçen, ‘Kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulum-i akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyât ile iştigal eden; emraz-ı kalbiyeye müptelâ olur!...’ cümlesini açıklar mısınız?”

İnsan aklıyla, kalbiyle, ruhuyla, sırrıyla, hayaliyle, duygularıyla komple bir bütündür. Hakikat arayıcısı insan, bütünün bütün parçalarını besler. Yalnız parçanın birini besleyip diğer parçaları ihmal etmez. İhmal ederse kâmil bir iş yapmış olmaz.

Nasıl ki mîdesini türlü yemeklerle doyuran insan kanının su ihtiyacını yok sayamaz, akciğerinin temiz hava ihtiyacını görmezden gelemez. Eğer bunlardan birini veya bir kaçını yok sayarsa veya görmezden gelirse, bu, hayatının sonu demek olur. Orada hayatı biter!

Akıl, insana hakkı ve hakikati gösterir. Fakat akıl tek başına bir hakikat rehberi değildir. Akıl ancak diğer duyguların kontrolünde hakikate ulaşabilir! Eğer diğer duygular yok sayılıp, akıl putlaştırılırsa, böyle akıl insana hakikat rehberi olamaz, insanı dalâlete atar, eğriliğe götürür, yanlış sonuca götürür. İnsana doğru yolu göstermez. İşin vahim tarafı, böyle akıl, şaşkınlığının ve yanlışının farkında olmaz. Yanlışı doğru diye alır, başına geçirir.

Çünkü aklın tek başına putlaştırılması veya yüceltilmesi, kalpte hastalık sebebidir. Kalbin hastalıklarına akıl şifa bulamaz. Nitekim, riyâ, gösteriş, kin, nefret, kendini beğenmişlik, haset, kibir, bencillik... vs gibi kalbî hastalıkları akıl göremediği gibi, akıl bunlara çâre olamaz, bilâkis kalınlaştırır. Kalbin hastalıklarının tedâvîsi için duyguların terbiye edilmesi, yani ahlâk terbiyesi, yani dînî terbiye şarttır. Dînî terbiyenin esas ve unsurları ise vahiyle bildirilmiştir. Kalp buna teslim olmalı, akıl tasdik etmelidir.

Fen ve felsefe ilimleri aklı doyurur. Fakat kalbi aç bırakır. Çünkü, fen ve felsefe bilgileri kalbin hastalıklarına devâ değildir. Bundandır ki, insan yalnız fen ve felsefe ile yetinmemeli, kalbini doyuracak mânevî bilgileri de elde etmelidir. Kalbini dînin terbiyesine bırakmalıdır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bunu veciz bir şekilde şöyle beyan etmiştir: “Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru funûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakîkat tecellî eder. O ki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hîle ve şüphe tevellüd eder.” 1 Yani vicdanın ışığı ve rehberi din ilimleridir. Aklın ışığı ve rehberi de medeniyet fenleridir, yani fen ve felsefedir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Hakikate uçmak isteyen öğrenci iki kanadı da ihmal etmemelidir. Çünkü ikisi birbirinden ayrılacak olsa, yalnız akıl ilimlerinden, yani yalnız fen ve felsefeden hîle ve şüphecilik doğar. Yalnız din ilimlerinden de taassup doğar.

Şüphesiz, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri felsefeyi ikiye ayırıyor:

Birinci Kısım Felsefe: Sosyal hayata, güzel ahlâka, insanın olgunlaşmasına ve medenîleşmesine hizmet eden, san’atın ve fennin ilerlemesine yardımcı olan felsefedir ki, bu felsefe Kur’ân ile barışıktır. Akıl bu noktada Kur’ân’dan istifade eder. Kur’ân’ın hakikatleri üzerine tefekkür yürütür. Bu tefekkür Kur’ân’da da teşvik edilmiştir. Tefekkür, kalbe hastalık vermez. Kalbi dışlamadığından kalp ile kol kola yürür. Tefekkür, hem kalpten istifade eder, hem kalbi besler.

İkinci Kısım Felsefe ise, kalbi dışladığı ve vahye itimad etmediği için tefekküre değil, dalâlete götürür. İlhad, inkâr, aşırı şüphecilik, dinsizlik ve tabiat bataklığı bu felsefenin ürünüdür. 2 Bu felsefe aslında salim aklın da yüz karasıdır.

Salim akıl sahibi, ikinci kısım felsefeyi birincisinden ayırt edebilmeli, aklını kalbi ile barışık şekilde kullanabilmelidir. Yoksa insan sırf aklî ilimleri merak edip, mânevî ilimleri, dînî eğitimi ve ahlâkî terbiyeyi ihmal ederse kalbi şifâ bulmaz, hastalık bulur.

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 80.

2- Asâ-yı Mûsâ, s. 9.

12.12.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Silâhlandınız mı?


A+ | A-

Aziz vatanımızın karasında, denizinde, havasında, Ergenekonculara ait silâhlar uçuşurken, bu “‘Silâhlandınız mı?’ sorusu da neyin nesi?“ diyebilirsiniz. Evet ama bizim bahsedeceğimiz mânevî silâhımızdır. Bu da, Peygamberimizin (asm) buyurdukları “Abdest, mü’minin silâhıdır” hadis-i şeriflerindeki silâhtır.

Aslında; abdestin de, abdest almanın da bir çok maddî ve mânevî faydaları var. Fakat bunlardan ziyade bizim bahsedeceğimiz; abdestin, namazın ön şartı olmasıdır.

Evet; kâinatta imandan sonra en mühim hakikat olan namazı kılan bir Müslümanın, onu hakkıyla yani tadil-i erkânla yerine getirebilmesi için her zaman abdestli bulunması lâzımdır. Hani, ıssız bir yerde karşımıza çıkan bir yabanî hayvan veya düşmana karşı eğer üzerimizde silâh varsa korkusuzca mukabele edebiliriz. Eğer silâhımız yoksa işimiz biraz zor. Aynen bunun gibi, karnı acıkınca midesinin gıdasını karşılamak için hemen bir lokanta arayıp bu ihtiyacını gideren bir insan, eğer Müslümansa akıl, kalp ve ruhunun gıdası olduğunu bildiği namazını da hemen ve özellikle de ilk vaktinde kılmak isteyecektir. İşte burada; abdestin, mü’minin silâhı olması özelliği görülecek, hissedilecektir. Abdestimiz varsa hemen namazımızı kılabiliriz. Eğer abdestsiz isek namazımızı hemen kılamayacağımızdan, şeytanın da telkiniyle bazen öyle olur ki namaz kılınmadan vakit çıkar gider.

Yaz mevsiminde biraz imkân varken, kış mevsiminde bu iş çok zor. Öğle ile ikindi, ikindi ile akşam namazı vakitleri arası iki-iki buçuk, akşam ile yatsının arası da bir buçuk saate kadar düşmüşken, eğer silâhımız varsa—yani abdestliysek—hemen namazımızı kılabiliriz. Zaten ben bu hadis-i şerifin mânâsını da en iyi bu mevsimde anlıyorum. Özellikle de büyük şehirlerde yaşayanlar için bunlar daha da ehemmiyet arz ediyor.

Kâmil mânâda Allah’a abd, Peygamberimize de (asm) ümmet olmak istiyorsak, emre itaat etmeli, namazlarımızı vaktinde kılmalıyız. Zaten namazın cemaatle kılınmasının yalnız kılmaktan yirmi yedi defa fazla sevap ve faziletli olmasının bir hikmeti de, Allâhu a’lem bu ilk vakte teşvik içindir.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi karnı acıkınca hemen bu hissini tatmin etmeye uğraşan aklı başında bir Müslüman, aynı şeyi diğer lâtif azalarının gıdası olan namazını kılma hususunda da göstermelidir. Tabiî, bunun için şart olan abdestini de, her zaman üzerinde bir silâh gibi taşıyarak…

12.12.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Gizli mezarın sırr-ı hikmeti (1)


A+ | A-

Hayli zamandır, insanlarımız neticesi meşkûk (şek'li, şüpheli) birtakım gündem maddeleriyle meşgul ediliyor.

Evlerden, kahve köşeşelerinden, tâ Meclis zeminine kadar hemen her ortamda tartışmaya açılan bu maddelerin biri bitmeden, bir diğeri devreye sokuluyor.

İki sene öncesinin en hararetli tartışma konusu, başörtüsü meselesiydi. Özellikle kız öğrencilerin, başı örtülü şekilde üniversiteye girip giremeyeceği hususu tartışılıyordu. Meclis ve kamuoyu, bu konuyla günlerce, aylarca meşgul edildi.

Bu arada yapılan ciddî usûl hataları sebebiyle, yaşanan sıkıntı eskisinden beter bir hale geldi.

Mesele, ne yazık ki, fiyaskoyla neticelendi. Kışkırtılan hevesler hapsedildi, ümitler ye'se inkılâp ettirildi.

Katsayı meselesinde, yine benzer bir durum yaşandı.

Ardından bir "açılım" furyası başladı ki, içinin–dışının ne olduğunu bilene, başını–sonunu kestirene aşk olsun.

Bu ucûbeye, önce "Kürt açılımı" dendi. İkinci adımda DTP Başkanıyla "ikili görüşme" hadisesi gerçekleşti.

Reaksiyonlar artınca, paketin ismi "Demokratik açılım"a dönüştürüldü.

Baykal'a yazılan görüşme talepli mektupta, "Millî birlik projesi" ismi telaffuz edildi. DTP'ye yönelik son mesajlarından birinde ise, "Millî birlik ve kardeşlik projesi" ifadesinin kullanıldığına şahit olduk.

Nereden nereye...

Görülüyor ki, bu "açılım" denen şey, lastik gibidir. Nereye istersen, oraya çekebiliyorsun. Tartışılması, havanda su dövmek gibidir; müsbet bir neticeye varamıyorsun.

Şimdi, bu ucûbe açılımın tam da ciddî mânâda tökezlediği ve kapanmaya yüz tuttuğu bir anda, pat diye "gizli mezar" meselesi gündeme getirildi.

Medyaya yansıyan haberlere göre, Başbakanlık tarafından, mezarı meçhulde olan Seyyit Rıza, Şeyh Said ve Said Nursî gibi zatlar için "Mezarları araştırılsın!" talimatı verilmiş.

Alın size nur topu gibi bir gündem maddesi daha...

Konuşun, tartışın, tartışabildiğiniz kadar... Zıtlaşın, zıtlaşabildiğiniz kadar...

Göreceksiniz, bu tartışma ve zıtlaşmalarla bütün sıkıntılar bitecek, bütün dertler devâ bulacak; herkesin karnı tok, sırtı pek bir hale gelecek; vatan sathı, gül–gülistan olacak(!)

Şu hale ağlasak mı, gülsek mi, bilemiyoruz.

Yahu, şu gizli mezar meselesi, öyle hassas bir konu ve öylesine netameli bir meseledir ki, aynı dâvâya gönül vermiş insanları dahi zıt kutuplara iterek onları karşı karşıya getirebiliyor.

Ama, kimin umurunda?

Meseleye bodoslamasına dalan, sazan gibi atlayan, dahası, hükûmetin hasenat kefesine yazılacak diye, konuya "Mal bulmuş Mağribî gibi" sarılanlar oldu.

Esasında, maddî–mânevî kriz sancıları çeken kitleleri avutmak ve oyalamak için, bundan âlâ gündem maddesi bulunmaz.

Bu arada, gizli mezarın araştırılması, yahut bulunmasının, bugün itibariyle ne getirip ne götüreceğine bakmadan, faydalı mı yoksa zarar verici mi olacağına aldırmadan, fütursuzca giden, bu vâdide pervasızca (hatta yer yer nezaketsizce) at koşturanlara da şahit olmaktayız.

Meselâ, "Benim mezarım gizli kalacak" diye haber veren ve bunun sırr–ı hikmetini mükerreren izah eden Bediüzzaman Hazretlerinin mezar meselesini düşünelim... (Emirdağ Lâhikası, s. 417)

Hemen bütün Nur Talebeleri biliyorlar ki, bu meselenin iki yönü var: Biri beşerin zulmü, diğeri ise kaderin adâleti.

Nasip olursa, bir sonraki yazıda bu iki nokta üzerinde durmak ve mezarının gizli kalmasına dair sırlı hikmetleri nazara vermek arzusundayız.

Tarihin yorumu 12 Aralık 1923

İstiklâl Madalyaları

Daha evvel ilgili kànun çerçevesinde kabul edilen İstiklâl Madalyasının kimlere verileceği hususu, 12 Aralık 1923'te neticeye bağlanarak kesinlik kazandı.

Buna göre, Meclis kararıyla 15 Mayıs 1919 ile 1 Kasım 1923 tarihleri arasındaki dönem esas alındı.

Bu tarihler arasında, asker olsun–sivil olsun, Millî Mücadele hareketine bilfiil katılan, yahut bir şekilde yardım eden, katkıda bulunan her vatandaşa İstiklâl Madalyasının verilebileceği kararlaştırılmış oldu.

Şüphesiz, belirlenen tarihlerin de bir anlamı vardı: 15 Mayıs 1919'da, Yunan Kuvvetleri İzmir'e asker çıkarmış ve şehri işgal etmişti. 1 Kasım 1923'te ise, Birinci Dünya Harbi sebebiyle tâ 1914 senesinde ilân edilmiş olan "Umumî Seferberlik", Meclis kararıyla kaldırılmıştı.

Bazı kaynaklarda, İstiklâl Madalyasının verilmesi için belirlenen dönemin, İzmir'in işgal ve kurtuluş tarihleri olan 15 Mayıs 1919 ile 9 Eylül 1922 tarihlerinin esas alındığı da belirtiliyor.

Bu madalyanın, yüz binden fazla asker–sivil vatandaşa verildiği tahmin ediliyor.

Birer İstiklâl Madalyası da, yine Meclis kararıyla Kahramanmaraş ile İnebolu şehirlerine verildi.

12.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Din-imân zarûrî midir?


A+ | A-

19-20. asrın maddeperest felsefesi, hayata tek gözle bakarak mânevî, uhvevî hayatı, dolayısıyla dini bir kenara itti. Hatta ona savaş açtı. Var gücüyle maddeye, dünyaya sarıldı. (1950’lerden bu yana insanlık, çar nâçar, mâneviyâta, dine yöneldi. 20. yüzyıl maddeyi anlama devriydi. 21. asır da, rûhu, mâneviyâtı, dini keşfetme çağı olacaktır İnşallah)

Acaba dinin hakikatini nazara almayıp, ibâdet külfetine katlanmazsak mı daha rahat eder, daha mutlu oluruz; yoksa hayatımızı onun çizdiği istikamette sürdürmekle mi? Beynimizde cirit atan, vicdanımızı kanatan yüzlerce sorudan kaçmak imkânsız. Dine önemin verilmemesi; hattâ insan ve toplum hayatından çıkarılmaya çalışılması; insan ruhunda boşluk doğurmuştur. Günümüz insanının, eskiye göre daha rahat olsa da, mutlu olduğunu söylemek mümkün değil.1 Çünkü, imânsız, dinsiz insan en bedbaht bir yaratıktır.2 Bunu idrak eden Dr. Alexis Carrel, “Allah’a niçin ihtiyacımız var?” diye sorar ve peşinden şu cevabı verir: “İnsan, her devirde ve her ülkede kudsîye yönelmek istemiştir. Bu durum, sevmekten de öte bir eğilim hâlini almıştır.” 3

Bu hakikatin sırrı şudur: Bir makine ve elektronik cihazın nasıl çalışacağını en iyi bilen, onu yapan, programlayan san'atkâr ve ustası değil midir? İnsan, kimin san'atı, kimin eseri ise, elbette onun nasıl mutlu, huzurlu olacağını da o bilir. Kur’ân, bu mantıkî hakikati, “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır”4 şeklinde dikkatlere sunar.

İnsan, onlarca duyu, yüzlerce duygu ve binlerce lâtifesiyle İlâhî bir antika san'at şaheseridir. Şâyet, kendisini O'nun program ve çizdiği rotaya göre ayarlamazsa yolunu şaşıracağı ve hâdiselerin kayalıklarına toslayıp parçalanacağı âşikârdır.

Göz, güneş olmaksızın göremediği gibi; akıl, kalb ve vicdân da din, vahiy ve peygamberlik nûru olmaksızın gerçekleri göremez. Çünkü akıl melekesi sınırlıdır ve hakikatleri bir noktaya kadar takip eder. Oradan öteye geçemez. Metafizik âleme, ancak din-vahiy, rûh ve kalb ile varılabilir. Din; akıl, kalb, vicdân, his, lâtifelerin güneşi, projektörü; İlâhî bir program, harita, pusula ve rotadır.

Atomdan galaksilere kadar, her şeyin bir hayat programı ve plânının var olduğunu hepimiz biliyoruz. Özellikleri yönünden varlıkların en üstün ve mükemmeli olan insan hayatının da bir plân ve programı olması aklın zaruriyâtındandır. Bunun mercii kendisi gibi bir beşer olamaz; üstün bir mercî olmalıdır. Öyle ise, insan hayatının programı da ancak beşer üstü bir merciden gelen din olabilir...

Yumurtadan çıkan yavru ördek, bir müddet sonra suya atlar. Su donarsa kabını parçalar. Tohum toprağı delip yeryüzüne çıkar ve sümbül verir. Bunlar fıtrattır. Ve fıtrat yalan söylemez! Yani her şey, dizayn edildiği yapıya göre hareket eder. İnsanoğlunun, sapkınlıkla da olsa, kâinatın Yaratıcısından başkasına tapması, onu “büyük” tanıması, “yaratıcı” olarak kabul etmesi, inanmanın fıtrî, dinin hak olduğunu gösterir. Temiz hava, su bulamayan, pis ve kirlisiyle yetinir. Gerçeğe ulaşamayan, Allah’ı tanımayan, O’nun vasıflarını maddeye/toteme/putlara taksim eder. Tarih boyunca en ilkel toplumlarda bile yanlış, sapık ve batıl şeylere inanma, tapınma, ibadet etme ve sığınma, insan ruhu için iman/ibadetin nefes almak gibi temel bir ihtiyaç olduğuna delildir. Dinler tarihi, beşerin hiçbir devirde dinsiz yaşayamadığını göstermektedir. Mutlaka bir şeye, bir güce inanmışlardır.

Yaratılışı ve yapısı gereği doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilen, hayırlı ve güzeli isteyen, iyilikten lezzet alan, çirkin ve yanlıştan kaçan, kötülükten elem duyan ruhumuzun esaslı, güçlü fonksiyonu, aynı zamanda aklın kontrolörü, haritası, pusulası ve bekçisi olan vicdanımız, akıl, mantık, kıyas, fikir, hipotez gibi yollar takip etmez. O, gerçeği doğrudan doğruya bilir.

İşte, kalbimizde yardım isteme noktası, dayanma noktası olan vicdan, bizlere paha biçilemeyecek kadar değerli nimetler ihsan eden Yaratıcı’yı asla unutmaz. Faraza dimağımız, zihnimiz, aklımız tatile girse, Allah’ın ihsan ettiği nimetleri görmezlikten gelse de, vicdan gelemez. Zaten O’na imanı ve O’nu sevmeyi yaradılışının gayesi olarak bilen bir vicdan, gereğini yerine getirmeden rahat edemez. Bozulmamış her vicdan, şuuruna bile varamadığı haddi hesabı olmayan ikram ve ihsanlara karşı teşekkür etmek ister.

Kalp penceresinden bakarak vicdanımızı ve işlevlerini daha yakından tahlile tabi tuttuğumuzda; vicdanın ruhun bakan ve gören gözü, kalbin ise penceresi olduğunu anlarız. (Muhakemat, s. 123)

Yaratılışımız, ruh ve bedenimizin dizayn şekli, hayat şartları ve gerçekler de bizi dinin gereği ile karşı karşıya bırakır.

Dipnotlar:

1- Prof. Dr. Necati Öner, Stres ve Dinî İnanç, TDVY, 3. bask., Ank., 1988, s. 5, 8.

2- Sözler, s. 38.

3- Başarının Sırları, s. 113.

4- Kur’ân, Mülk, 14.

12.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

O AĞAÇ


A+ | A-

İlk baharda, sabahın erken saatlerinde güneşin kızıllıklar saçarak, ufukların arkasından doğuşunu seyrederek, yürüyüş yaparak, tenha sokaklarda gördüğün varlıkları, canlıları, ağaçları kuşları seyrederek, düşünerek, tefekkür ederek işyerine gitmek insana huzur ve mutluluk verdiği gibi, yeni bir güne yüksek enerji, heyecanla ve dinamik olarak hayat dolu, neşe dolu, güler yüzle başlamayı sağlıyor. Hafiften ılık ılık esen ilkbahar rüzgârları insandaki uyku mahmurluğunu ve durgunluğunu dağıtır. Yeni bir günde maddî ve mânevî uykudan uyanık olarak, düşünerek attığınız her adım ve kat ettiğiniz her mesafe iyiye, güzele, doğruya aklınızda, kalbinizde ve ruhunuzda yeni pencereler, perdeler ve ufuklar açar…

Her gün olduğu gibi, bu gün de mutat yürüyüş adımları ile evimden çıkıp çok sevdiğim işime gitmek için yola çıktım. Sabahın erken saatinde Allah’ın bana bahşettiği binlerce nimetle donanımlı bir yolcu olarak kendi sağlığım, gücüm, aklım, fikrim, duygularım ve saymakla bitiremeyeceğim güzellikleri düşünerek, çevredekileri inceleyerek, farklılıkları görerek ilerliyorum. Bunların, sanki sıradan bir şeymiş gibi, ülfet tülüne sarıp sarmalayarak yok saymak ya da farkında olmadan yaşamamak için bir an yokluğunu düşünmek yeterli… Yaşlanmış, gücünü, kudretini, gençliğini, varlığını kaybetmiş ve bakıma muhtaç hale gelmiş insanlara bakmak gibi, güzel bir işimin olması, dolayısıyla her zaman ülfet perdesini yırtarak sürekli kıyaslama ve karşılaştırma yaparak, hazırda bulunan nimetleri görüp, düşünüp, anlayıp şükür etme saadetine erişmek mümkün olabiliyor. Beyaz saçları, sakalı, sigara isiyle bir kısmı sararmış bıyıklarının ve çatık kaşların örttüğü yüzün geride kalan yanaklarında, alnında ve kalın göz halkalarındaki çok derin çizgilerle şekillenmiş bir yaşlı yüzündeki umutsuz, durgun ve derin bakışları; zayıf, ince, damarları meydana çıkmış elindeki güçsüz, titrek parmaklarının işaretleri… Ve binlerce yoğunluktaki istekleri arzuları, emelleri ve ifade etmeye çalıştıkları duyguları gözümün önüne geldikçe, şimdiki halimizin bir nimet hazinesi olduğunu anlamakta güçlük çekmiyor insan. Yatağa bağımlı, konuşamayan hasta bir yaşlının felç dolayısıyla kullanabildiği tek eliyle elinizi sıkı sıkı tutup bırakmadan gözlerinize buğulu ve sisli gözlerini dikerek, çatık kaşlarının altından hiç çekmeden öylece bakmasındaki mânâları, sırları, sevgi ve hasret umutlarını anlamadan, fark etmeden, düşünmeden geçip gitmek; tam bir gaflet, yıkım ve bozgun olduğu bilincinin, insanı sürekli kontrol altında tutması gerektiğine inanıyorum.

Yürüyüş ve düşünerek ilerlemek, etrafa bakarak güzellikleri görüp seyretmek huzurevine kucaklar dolusu enerji, heyecan, motivasyon götürmek için hergün bakınır dururum etrafıma. İlkbaharda caddelerde, yol kenarlarında hemen hemen bütün meyve ağaçları rengârenk çiçeklerini açmış, adeta gelinliklerini giymişlerdi. Her ağaç ayrı ayrı güzelliklerini sergilerken her çiçekteki renkler, desenler, motifler, işlemeler, ince san'atlar Allah’ın Cemil isminin tecelli ettiğini gösteriyordu. Ancak o kadar ihtişamlı bir ilkbahar gününde eski, metruk, camları kırık, bahçesinde yabanî otlar büyümüş yıkık bir evin caddeye bakan yönünde çok bakımsız, dallarının uçları çalı gibi rastgele sarkmış, hiç budanmamış bir tarafa eğilmiş, kalın kabukları dilimlenmiş siyah yaşlı bir ağaç vardı. “Zavallı ağaç, bakımsızlıktan kurumuş ve asırlık anıt gibi o eve ve içindeki yaşamış insanlara ait yüzlerce hatıraya şahit olarak öylece kalakalmış” diye düşündüm. Kimbilir kaç çocuğa salıncak oldu, kaç insan gölgesinde oturdu, kaç kişi meyvesinden yedi, onun çiçeklerine, meyvelerine bakarak kaç gönül insanı tefekküre dalmıştı, küçücük bir çekirdekteki programdan kocaman asırlık bir ağaç olmuş, basit bahçe toprağından tonlarca tatlı, renkli, kokulu, güzel, lezzetli meyveler vermiş ve o meyveleri yiyen imanlı kaç kişi Allah’a şükürler etmişti diye; “Hiçbir şey yoktur ki, onu övüp, onu tesbih etmesin” 1 sırrınca o ağaç gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri, meyvaları ile kâinattaki varlıklarla birlikte yaptıkları zikirleri, tesbihleri gayr-ı ihtiyarî beni tefekkür ummanına götürdü. “Her şeyde onun bir olduğuna delâlet eden bir alâmet vardır” 2 sözünün doğruluğunu açıkça anlattı. Sevgili Peygamberimizin müjdesi ile ferahlıyor insan: “Bir müddet tefekkür, bir senelik nafile ibadetten daha hayırlıdır.” 3

Yolumun üzerindeki yaşlı ağaç, benim bir nev'î tefekkür ağacım olmuştu artık. İnsan başka ağaçlardaki güzellikleri seyrederken bir de zıddını görmek istiyor. Gözüm her gün yaşlı ağaca takılıyor ve onda kendimi buluyordum. Bir gün bu ağaç gibi kuruyup, yaşlanıp güzelliğimi, verimliliğimi kaybedip kuruyacağımı; huzurevindeki yaşlılar gibi olacağımı düşünerek hazır zamandan geleceğe gitmeye çalışırdım…

Yine bir sabah hızlı yürüyüş temposu ile ilerlerken, etrafıma bakınarak düşünecek bir şeyler ararken, çiçeklerle bezenmiş ağaçlardan geçip gözlerim o yaşlı ağaca takıldı. Üzerinde az miktarda mısır patlağı gibi beyaz bir şeyler vardı. “Uçuşan pamuklar ya da başka bir şey olabilir mi acaba?” diye durarak dikkatli baktım, anlayamadım. Ertesi gün merakımdan aynı yerden geçmeyi iple çekiyordum. Simsiyah yaşlı ağaçtan bembeyaz mısır patlaklarına benzeyen beyazlıklar artmıştı. O cadde ve yaşlı ağaç benim seyirgâhım olmuştu. Kısa zaman içerisinde her tarafı beyaz çiçeklere büründü. Göze hoş gelmeyen, çalı gibi olan dalları muhteşem bir san'at abidesine döndü. Arkasından yaprak filizleri büyüdü. Bu, yaşlılığını ve durgunluğunu örttüğü gibi bakımsız bahçenin ve terk edilmiş, camları kırık, kimsesiz yıkılmış evin çirkinliğini de gözden uzaklaştırdı. Kupkuru, kemik gibi siyah, yaşlı bir ağacın canlanması; dirilişi hatıra getiriyor: “İnsan der: ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ Sen, de: ‘Kim onları bidâyeten inşâ edip hayat vermiş ise, o diriltecek.’” 4 Yaşlanmış, kurumuş, ölmüş ve işe yaramaz duruma gelmiş bir ağaçtaki canlılık, güzellik ve sevimlilik; yaşlı bir insanın ölüm döşeğinden, maddî ve manevî hayata dönmesi, hayata tutunması kadar beni etkiledi, mutlu etti. “Çıkmadık canda ümit vardır” sözünü hatırlattı. “Artık bu bitmiş, ölmüş, tükenmiş, bundan bir şey olmaz, bırak uğraşma” gibi sözlerin yersiz olduğunu gösterdi. “Her gün görüp konuştuğum, hizmet götürdüğüm yaşlı ve tecrübeli insanlar da hiç umulmadık bir gelişme, yenilenme, inkişaf meydana gelir de gönüllerinde, kalplerinde, ruhlarında mısır patlağı gibi beyaz çiçekler açarak hayata, Hakk’a, hakikata, imana, Kur’ân’a, İslâma yönelerek, sevgili Peygamberimizin (asm) sünneti ile Allah’ı bilerek, inanarak, güvenerek, dayanarak muhabbet mertebelerine niçin ulaşmasınlar?” diye düşündüm. O’nun aşkı ve muhabbeti ile huzur-u İlâhiye kavuşabilmeleri için ümitsiz olmadan, durmadan, yorulmadan çalışmak, gayret göstermenin önemini anlamış olmanın heyecanı ile bir an önce işyerime varabilmek ve oradakilere anlatabileceğim, dağarcığıma yeni bir günün hikâyeleri ile adımlarımı hızlandırdım…

Güneş ortalığı biraz daha aydınlatmış, etraftan kuş sesleri geliyor ve ılık ılık sabah rüzgârı esiyordu..

DİPNOTLAR:

1. İsra Sûresi, 44, 2. Şuâlar, 7. şuâ, 3. Keşf’ül-hafa,1:1004 , 4. Yasin Sûresi.

12.12.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Kat kat inat


A+ | A-

Meslek lisesi mezunlarını mağdur eden ‘katsayı’ adaletsizliği her kesimden tepki almaya devam ediyor. Devrin YÖK yöneticileri, 28 Şubat sürecinde devreye giren ‘emir’le bu liselerde okuyanların, kazandıkları halde istedikleri bölümlerde okuma hayallerine engel olmuştu. Yıllardan beri devam eden bu yanlış, yeni YÖK yöneticilerinin aldığı bir kararla aşılmış, meslek liseleri de bu değişiklik sonrası yeniden ilgi odağı olmuştu.

Türkiye’nin şartlarını bilenler YÖK’ün bu kararı sonrasında ‘yoğurdu üfleyerek yeme’yi tercih etmiş, gelişmeleri ihtiyatla karşılamışlardı. Maalesef bu beklentiler haklı çıktı ve Danıştay, YÖK’ün kararının yürütmesini durdurdu, meslek liselerinin önü yeniden kapandı. Tabiî ki tartışma bitmedi. YÖK, bu günlerde yeni bir karar alarak meslek liselerine yapılan haksızlığı sona erdireceğini açıklamış durumda. İnşallah öyle olur ve öyle de olmak mecburiyetinde.

Şu bir gerçek ki, 28 Şubat sürecinin maksadı imam hatip lisesi mezunlarının önünü kesmekti. Bu uğurda gerekirse bütün liselerin önünü keserlerdi, ama sadece ‘meslek liseleri’nin önünü kesmek yetti! Hatta ve hatta, bu uğurda ihtiyaç hissetseler bütün üniversiteleri bile kapatabilirlerdi! Çünkü onların yaptıkları işlerde, attıkları adımlarda iz’an ve insaf düsturlarına rastlamak mümkün değildir.

Meslek liselerine yapılan haksızlığa itiraz eden iş adamlarından biri de Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonunun Başkanı (TÜRKONFED) Celal Beysel oldu. Bu kararla sanayiciye büyük bir kötülük yapıldığını belirten Beysel, “Meslek lisesine gidecek çocuğa ‘Mühendis olamazsın’ diyorsun. Bunu anlamak mümkün değil” demiş. (Hürriyet, 8 Aralık 2009)

28 Şubat sürecine imza atanların gizlemek istediği niyetlerini TÜRKONFED Başkanı Beysel ifşâ etmiş: “İmam hatip liselerinin önünü kesmek adına, meslek liselerinin önünü kestiler. Hem orada okuyan gençler açısından hem de sanayinin ihtiyacı olan meslek elemanları açısından sanayiciye büyük kötülük yapıyorlar.”

Beysel, sanayiye ve dolayısıyla Türkiye’ye vurulan darbeyi de şöyle izah etmiş: “Katsayı kalkacak dedikodusu bile meslek liselerine talebi arttırdı. Geçmişte de katsayı engeli varsa talep azaldı, yoksa arttı. Geçen sene artmıştı, şimdi katsayı problemi çözülmezse yine azalacak. Bakın, Bursa sanayinin merkezi ve çok kaliteli, neredeyse iş garantili meslek liselerimiz var. Orada bile genel liseye talep, meslek lisesine talepten daha fazla. Çünkü işçi, çocuğunun mühendis olabilmesini önemsiyor. Bizde meslek lisesinde elektronik okuyan çocuk, katsayı engeli yüzünden elektronik mühendisi olamıyor. Birçok gelişmiş ülkede, meslek lisesinden mühendisliğe gidiş kolaylaştırılmış. Çünkü sanayici el becerisi olan mühendis istiyor. Bizde katsayı meselesi yüzünden masabaşı mühendisler yetişiyor. Meslek lisesine gidecek çocuğa neden ‘mühendis olamazsın’ diyorsun? Bunu anlamak mümkün değil. El becerisi olan mühendis çok daha başarılıdır ve tercih edilir. Biz, sanayici ve iş adamı konfederasyonuyuz ve siyasîlerin eğitimi nasıl yöneteceklerini söylemek bize düşmez, ama meslek liseleriyle ilgili durum bizi çok ilgilendiriyor.”

Kesintisiz eğitimin getirildiği dönemde Bursa Sanayi ve İşadamları Derneği (BUSİAD) yönetiminde olduğunu söyleyen Beysel, “Bir bakana bunun yanlış olduğunu belirttiğimde, bana ‘Ne yapalım biz de biliyoruz yanlış olduğunu ama böyle isteniyor’ diye cevap vermişti” ifadelerini de kullanmış.

İnşallah bugün değilse yarın, ama bir gün mutlaka bu haksızlıklar sona erecek.

12.12.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

“E”ye kadar plânımız hazır


A+ | A-

Göreve geldiğinde “Üniversiteler herkesin fikrini serbestçe söyleyebildiği, fikirlerin tartışıldığı yerler olmalı. Üniversiteler sadece bilimle uğraşmalı. Eğer biz bunu yapabilirsek, türban sorunu, katsayı sorunu gibi sorunlar kendiliğinden hallolur. Üniversiteler, yapmak zorunda olduğu esas fonksiyonu yerine getirirse, bu türden şeylerle uğraşmayız” demişti.

Bu sözler göreve geldiğinde özgürlükçü bir söylem ortaya koyarak vaatlerde bulunan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın beyânları. Bu beyânları söyleyen Özcan’ın göreve gelmesinin ardından iki yıl geçti. Kendinden öncesi başkan gibi eylemleri ve söylemleri ile tartışılan bir isim olmadı Özcan. Ancak vaad ettikleri birçok şeyi “değişik nedenler”den dolayı gerçekleştiremedi. Başörtüsü meselesi bunlardan birisi. Özcan’ın vaatleri arasında yer alan ve 28 Şubat sürecinin ürünü olan katsayı adaletsizliği 10 yıl aradan sonra çözülmüş görünüyordu. Ancak Danıştay yürütmesi durdurdu. YÖK itiraz etti. Önceki gün Danıştay İdarî Dâvâ Daireleri Kurulu, Danıştay 8. Dairesi’nin, YÖK’ün üniversiteye girişte katsayı farkını kaldıran kararın yürütmesinin durdurulması kararına yaptığı itirazı reddetti. Salı günü YÖK Genel Kurulu toplandı, katsayıya dönüş olmayacağı belirtildi. Sınav takviminin aksamaması ve öğrencilerin “belirsiz ortamdan kurtulması” için 17 Aralık’ta katsayı için yeni düzenleme yapma kararına varıldı. Öğrencilerin dâvâlardan çıkacak sonucu beklemeksizin sınava aynı hızla çalışmaya devam etmesi tavsiyesinde de bulunuyor.

YÖK Başkanı Özcan, gazetemizi temsilen bizim de katıldığımız ve medyanın Ankara temsilcilerinin dâvetli olduğu bir kahvaltılı toplantıda görevde olduğu iki yılın muhasebesini yaptı. Kendi deyimiyle hesabını verdi ve yükseköğretimin geleceğine dair planları anlattı. Yapmaya çalıştıkları pek çok şeyin gelişmiş ülkelerde çok önceden yapıldığını, Türkiye’nin bu anlamda çok geç kaldığını söyleyerek sözlerine başladı.

Çok stresli bir görevde bulunduğunu söyleyen Özcan, yaptıkları olumlu işlerin dolayı takdir edilmediğinden, devamlı tenkit edilmekten şikâyetçi. Üniversiteye giren orta öğretim öğrencilerinde önceki yıl yüzde 25, geçen yıl da yüzde 15 artış yaptıklarını, bunun da 200 bin öğrenci demek olduğunu söylerken, bunu “önemli” gördüğünü dile getirdi. Prof. Özcan 1.5 saatlik toplantıda yaptıkları ve yapacakları konusunda birşey şeyi anlattı. Burada, gündem olan ve milyonlarca öğrenciyi ilgilendiren katsayı meselesi ile ilgili söylediklerini burada aktarmak faydalı olur. Danıştay’ın katsayı farkını kaldıran kararını iptal etmesinden sonra “Meslek lisesi memleket lisesi” diyen Koç grubunun tepki göstermemesini “Onlardan ses çıkarmalarını beklerdik” diyerek bu üzüntüsünü dile getirdi. Açıklamalardan sonra sorulara geçildiğinde neredeyse bütün sorular “katsayı eşitsizliğinden” geldi. Katsayıya itiraz ettikten sonra “Danıştay’ın olumlu bir karar vereceği konusunda ümitliydim” dedikten sonra “Çünkü 1.5 milyon öğrenci ve velisi bunu bekliyordu” diye hayal kırıklığını vurguladı. Kendisinin hukukçu olmadığını bu yüzden meselenin hukukî boyutuna girmeyeceğini, ancak İstanbul Barosu’nun böyle bir itiraz ehliyetinin olmadığının söylendiğini dile getirdi. Böyle bir katsayı uygulamasının dünyanın hiçbir yerinde olmadığının altını çizdikten sonra da kanunlarda meslek liseleri ile genel liselerin “lise” niye isimlendirildiğini ve bir farklılığının olmamasına rağmen böyle bir uygulamanın yıllardır uygulandığını söyledi. Verdiği örnek ise çarpıcıydı. ABD’de büyük üniversitelere kesinlikle girme şansı olmamasına rağmen (zenci, İspanyollar örneğini verdi) onlara dahi yüzde 15 kontenjan verilirken, Türkiye’de ise sınırlar konulduğunu söyledi. Bunun hakkaniyetsiz bir durum olduğunun vurguladı. Getirdikleri sistemin bütün öğrenciler arasında eşitliği sağlayacak, kabiliyetli çocukların istediği okula girebilmesini imkân verecek bir sistem olduğunun altını çizdi. Başbakanlık eski müsteşarlarından Birkan Erdal’ın hukuk fakültesini okumak istediğini ancak bu katsayı meselesi yüzünden yıllarca kazanamadığını, yeni uygulamayı getirdikten sonra Erdal’ın kendisine gelip teşekkür ettiğini de aktardı. Gelinen aşamada daha önceden tahmin ettikleri için b, c, d ve e planlarını hazırladıklarını açıklayan Özcan, “Öğrencilerimiz kesinlikle mağdur edilmeyecek” diye bir taahhütte de bulundu. “Bu girişimler hukuku dolanmak olmaz mı?” diye yöneltilen bir soruya önce “Gerekirse hukuku da dolanırız” şeklinde cevap verdikten sonra toplantının sonunda yanlış anlaşabileceği hatırlatılınca, “Bu cümleden kastımız, açık olan bütün hukukî zemini kullanacağız. Sahtekârlık ya da hile falan yapmayız. Niye hile yapacağız? Biz güçlü durumdayız” diye izah etme gereği duydu. Israrla “B plânının” sorulmasına rağmen “sır” vermeyen Özcan, “17 Aralık’tan önce hiçbir ipuçu vermeyeceğini” açıkladı. YÖK Genel Kurulu’nun 17 Aralık’taki toplantısından çıkacak sonuca göre 20 Aralık’ta kitapçıkların basılacağını, sonra gelebilecek başka duruma göre de başka plânları devriye sokabileceklerini açıkladı. Özcan’ın üzerini çizdiği bir konu ise meselenin kanunî yollardan çözülmesine karşı olması. Başörtüsü meselesinin “hayırlı bir sonuç doğurmadığını” bu yüzden de bu konuda kanunî bir düzenlemeye karşı olduklarını söyledi. Özcan’ın önümüzdeki günlerde çok tartışılacak bir düşüncesi de var. Katsayı meselesine imam hatiplerin çok daha fazla itiraz ettiği diğer meslek liselerin itiraz etmediğinin sorulması üzerine, İHL’lerin bu meseleden en çok zarar gören liseler olduğunu, diğer meslek liselerinin ise dernek düzeyinde itiraz ettiklerini bildirdi. “Sesli düşünüyorum. Kendi fikrim” diyerek başladığı söze İHL’lerin genel liselere dönüştürebileceğini, orta öğretime seçmeli din dersi koyularak öğrencilere temel dinî bilgilerin bu sayede verilebileceğini açıkladı. Diyanet’in imam-hatip ihtiyacı karşılamak içinse, Diyanet’e bağlı okulların açılabileceği söyledi.

Aileleri ile birlikte 7-8 milyonu ilgilendiren katsayı meselesi nasıl hallolacak, bekleyip göreceğiz. Önemli olan öğrencilerin mağdur olmaması…

12.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Amerika ziyaretinden kalanlar (2)


A+ | A-

Türkiye’nin ABD ile reel-politiği örtüşmüyor… Başbakan Erdoğan’ın Amerika ziyaretinde ortaya çıkan bir diğer husus, Obama döneminde de ABD’nin başta Irak ve Afganistan işgali, İran’a karşı tutumunda Bush’tan kalma politikanın devam ediyor olması.

Nobel Komitesi’nin kendisi de şaşırtan “dokuz aylık icraatı”na verdiği Oslo’daki “2009 Nobel Barış Ödülü” töreninde Obama’nın, açık açık bu ödülü “dünyanın en büyük silâh gücünü kullanan ülkenin başkanı” olmasına bağlayıp “savaşın gereği”nden söz etmesi, düşündürücü.

“Savaşın mantığını anlamıyorum” diyen Obama, aynen Bush gibi bir taraftan “çocukların öldürülmesi”ni kınarken, diğer yandan çocukların, kadınların, yaşlıların büyük yekûn teşkil ettikleri iki milyona yakın masum sivilin katledildiği Irak işgalini savunması, yüz binlerce insanın öldürüldüğü Afganistan istilâsını sürdürmesi yaman çelişkisi ortada.

Erdoğan-Obama görüşmesinde Türkiye ve ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da ve bölgede birlikte hareket etmesi, “2011’de de her türlü müşterek çalışma kararı”nın alınması, oldukça çarpıcı. Buna rağmen, Beyaz Saray’ın AKP hükümetinin Meclis’i by pass ederek Irak işgalcisi conilere havaalanları, limanları, üsleri açarak verdiği geniş lojistik destekle yetinmiyor; daha fazlasını istiyor…

ABD’NİN PERSPEKTİFİ

TÜRKİYE’NİN ZIDDINA…

Oysa ABD’nin destek istediği işgal politikaları iflâs etmiş. “Demokrasi getirmek ve özgürleştirmek” vaadiyle işgal ettiği Irak’ta her gün onlarca Iraklı öldürülüyor.

Bir buçuk ay önce katliâm gibi saldırıda 155 Iraklı can verdi, 500 kişi yaralandı. Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Obama ile görüştüğü günde, Bağdat’ta beş dakika içinde meydana gelen beş patlamanın bilânçosu, 127 ölü, 450 yaralı…

Keza Afganistan’da Amerikan askerlerince düzenlenen hava bombardımanda 30 sivilin öldürülmesinin ardından “NATO gücü”nün Lehman vilâyetindeki saldırıda 12 kişi öldürüldü. Pakistan’daki bombalamalarda ise 40’tan fazla insan katledildi.

Ve Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Obama ile “teröre karşı ortak ahdi”ni yenildiği, Tokat-Reşadiye’de 7 askerin pusuya düşürülerek katledildiği saatlerde, Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği Siyasî İşler Danışmanı, 40 bin insanı katleden terör örgütü ile ilişkisi ve işbirliği Mahkeme önünde olan DTP’nin Washington’da büro açmasına dair Amerikan Adalet Bakanlığı’nın “izin belgesi”ni partinin genel merkezine iletmesi, yeni Amerikan yönetiminin “terörle mücadele”deki “samimiyetsizliği”nin bâriz belgesi oldu.

Kontrolündeki Kandil’de yuvalanan terör örgütünü tasfiyeye yönelik en ufak bir adım atmayan, Kuzey Irak’ta cirit atan terörist elebaşlarını teslim etmeyen ABD’nin hâlâ “Irak’ta işbirliği”nden dem vurması, doğrusu “zalimlerin satranç oyunu” uluslar arası politikanın çok yüzlülüğünü ve gaddarlığını bir defa daha ortaya çıkarmakta.

Görünen o ki Türkiye ile ABD arasında, Erdoğan’ın ısrarlı telâffuz ettiği “stratejik müttefikliğin” hiçbir gereği yerine getirilmiş değil. Zira “stratejik müttefiklik”, politika ve çıkarların örtüşmesini gerektirdiği halde, Washington ve Ankara’nın perspektifi örtüşmüyor. Irak’ın işgali bunun açık örneği. İki milyon insanın katledildiği, milyonlarca Iraklı’nın perişan edildiği, göçe zorlandığı istilâda, Washington’un emr-i vakileriyle Ankara’nın kırmızı çizgileri fütursuzca çiğneniyor.

Türkiye’nin Müslüman komşu ülkeye karşı okyanuslar ötesinden gelen ABD’ye verdiği desteğe mukabil, Obama yönetimi de Bush yönetimi gibi, Irak’ı üçe bölen ve toprak bütünlüğünü parçalayan “proje”yi sürdürüyor. Öncelikle Irak’ın kuzeyinin Bağdat’tan koparılıp uydusu haline getirmeye çalışıyor. Türkiye’nin Kandil’de ve Kuzey Irak’ta yuvalanan terör örgütünün tasfiyesine yanaşmıyor.

BU NASIL “STRATEJİK MÜTTEFİKLİK”

VE “MODEL ORTAKLIK”?

800 bin nüfustan 500 bini Türkmen ve geri kalanı Arap ve diğer unsurlardan olan Kerkük’e göç ve hileyle 700 bin peşmergeyi yığıp demografik yapısının değiştirilmesini resmen himaye eden Amerikan işgal güçleri, şimdi de Barzani’nin isteğiyle şehrin statüsünün değiştirilmesi ve Kuzey Irak’a bağlanması kumpasının içinde. Bağdat’taki Amerikan Elçisi, Irak Parlamentosu’na gidip milletvekillerini “Kerkük’ün statüsü” için fırçalıyor…

ABD, dünya petrol rezervlerinin yüzde dördünün bulunduğu Irak’ın petrolünün yüzde 40’ının çıkarıldığı Kerkük’ü, güdümüne aldığı ve “işgal sonrası” konuşlanacağı Kuzey Irak’a hibe ediyor. Irak’ın geleceğini mahvediyor; barış ve istikrarını baltalıyor. Her defasında nazara verdiği “Türkiye’nin dostluğu”nu ve “stratejik müttefikliği”ni, küresel hegemonyasına ve çıkarlarına fedâ ediyor.

Yine bu hesapla Obama, Türkiye’nin AKP döneminde İsrail’le ekonomiden enerjiye, savunma sanayiinden silâh alım ihâlelerine varan stratejik işbirliğini ilerletmesini yeterli bulunuyor. Ankara’nın, —bizzat Başbakanının ağzıyla—“arabuluculuğuna güvenmiyoruz” dediği- Telaviv’e daha yakınlaşması, İsrail’le işbirliğini daha derinleştirmesini tavsiye ediyor.

Kısacası, terörle mücadelede, himâyesindeki PKK terör örgütünün tasfiyesinde olduğu gibi Irak ve Kuzey Irak oldubittisinde Amerika ile Türkiye’nin reel-politiği, bölgesel politikaları uyuşmamakta.

Peki, bu “uyuşmazlık” içinde nasıl “stratejik müttefiklik” ya da “model ortaklık” olacak?

12.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Seçim olursa


A+ | A-

Anayasa Mahkemesinin DTP’yi kapatma ihtimali üzerine seslendirilen senaryolardan biri, böyle bir sonuç çıkması durumunda sine-i millete dönme kararı alan bu partiye mensup milletvekillerinden boşalacak sandalyeleri doldurmak üzere bir ara seçim yapma zorunluluğunun gündeme gelebileceği.

Gerçi sine-i millete dönüş, yalnızca istifa eden milletvekillerinin kararına bağlı birşey değil. İstifalarının Mecliste de onaylanması icab ediyor.

Ama iş oraya geldikten sonra ortaya çıkacak sonucu uzun süre taşıyabilmek mümkün değil.

Dolayısıyla, hayli zamandır alttan alta seslendirilen “2010’da erken seçim olabilir” senaryoları böyle bir durum sonrasında ciddiyet kazanabilir.

Başbakanın erken seçim iddialarıyla ilgili tavrı biliniyor: “İki-üç ay öne çekilebilir belki, ama seçim, vaktinde yapılacak.” Buna göre, 2011 baharından önce bir seçim, AKP gündeminde yok.

Ama şartlar değişirse bu karar da değişebilir.

Nitekim 2007’deki 22 Temmuz seçimi de, 27 Nisan ve 367 krizlerine kadar hiç gündemde değildi. Ve Erdoğan o zaman da, “Beş yılı tamamlamadan seçime gitmeyiz” tavrını sürdürüyordu.

Ne var ki, cumhurbaşkanı seçiminde patlak veren ve Meclisi bloke eden âni kriz, AKP’yi bu ısrarından vazgeçerek, normal zamanından 15.5 ay önce sandığa gitmek mecburiyetinde bıraktı.

Sebep, Anayasa Mahkemesinin 367 kararıydı.

Şimdi yine AYM’de görülen bir dâvâ var. Bu dâvâdan kapatma kararı çıkarsa, Meclisi bir kez daha vaktinden önce yenileme zorunluluğunu beraberinde getirecek gelişmeleri tetikleyebilir.

Böyle bir kararın ortaya çıkarması muhtemel asayiş problemleri, hükümetin “devlet projesi” olarak gündeme getirdiği, ama şu âna kadar somut bir adım atamadığı açılım süreci üzerindeki etkileri ve yol açacağı diğer sonuçlar ayrı konu.

AKP’ye yakın bazı yorumcular, seçimin normal vaktinde yapılacağı varsayılsa bile açılım kapsamında adım atmak için en fazla birkaç aylık bir süre kaldığı uyarısında bulunmuşlardı.

Ama görünen o ki, bilhassa son gelişmelerle ortaya çıkan konjonktür ve atmosfer, zaten başından beri bu konuda tutuk giden hükümetin yeni bir adım atmasına imkân vermeyecek gibi.

Peki, böyle bir havada yapılması muhtemel bir erken seçim, ne gibi sonuçlar ortaya koyabilir?

Son dönemde yayınlanan kamuoyu yoklamaları, AKP adına parlak bir tablo göstermiyor.

29 Mart yerel seçiminde sekiz puanlık bir kayba uğrayan iktidar partisindeki iniş seyrinin, özellikle açılımda gelinen son noktayla bağlantılı olarak, hızlanan bir ivme kazandığı gözleniyor.

Buna karşılık, CHP ve MHP’de de öyle âhım şâhım bir yükseliş yok. Olmaması da gerekiyor. Çünkü aynı kökten beslenen ve resmî tabuların savunulması söz konusu olunca ağız birliği edip ortak refleksler sergileyen bu iki partinin olumlu anlamda Türkiye’ye verebilecekleri birşey yok.

DTP kapatılırsa, aynı çizgiyi devralacak yeni bir partinin, 22 Temmuz’da olduğu gibi, bağımsız aday formülüyle gireceği seçimde, artan tepki oylarıyla biraz daha yükselmesi beklenebilir.

Ancak bu yapay yükselişin, aynı tavır, politika ve söylemlerde ısrarlı olunduğu takdirde, çözüme katkı sağlamak yerine, çok daha derin tıkanmalara sebebiyet vereceği de bir başka gerçek.

Dolayısıyla, yeni bir seçimin, siyaseti bugün geldiği tıkanma noktasından çıkarma potansiyeline sahip farklı alternatiflere yer açması lâzım.

Ve bu aşamada, köklü bir geleneğin temsilcisi olduğu halde, mâlûm sebeplerle ciddî yıpranmalara maruz kalan ve yeniden toparlanma çabası içine giren DP’deki gelişmeler çok önemli.

Cindoruk’un son günlerde seslendirdiği “28 Şubat’a da, Ergenekon’a da karşıyız” mesajları, bu noktadaki haklı eleştirileri dikkate alıp çizgiyi düzeltmeye yönelen sağlıklı bir yönelişin işareti.

Ama AKP’lileri başörtülü eşleri üzerinden eleştirmek, bu yönelişi de zora sokan yeni ve vahim bir yanlış. Ve bir an önce düzeltilmesi şart.

12.12.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Barış ödülünü savaşla savunan adam: Obama


A+ | A-

Tarihinde ilk defa bir Nobel ödülü, ‘haklı savaş’ teorisi ile savunuldu. Obama, iki savaşı—aslında Pakistan topraklarına da savaşı sıçrattıkları dikkate alınırsa üç savaşı—birden yürütürken, aldığı ‘barış’ ödülünü kendisi bile haklı görememiş gibi konuştu.

“Bu ödülü alışımın etrafındaki belki de en tartışmalı konu iki savaşın ortasında olan bir ulusun komutanı olmamdır” sözleriyle bu tuhaflığın farkında olduğunu gösterdi. Sonra da bu savaşları yapmakta neden haklı olduklarını anlatıp durdu. Halbuki Amerika’nın karşısında klâsik anlamda bir karşı ordu, devlet yoktur. Her iki savaşını da düzensiz gruplara karşı yapmaktadır ve aslında buna savaş demek bile genel savaş teorisi içinde mümkün değildir.

Daha da ilginç olanı haklı bir savaş için saydığı şartların komutanı olduğu savaşlarda bulunmamasıydı. Ona göre bir savaş ancak şu şartları taşıyorsa haklı olabilirdi: “Eğer son çare olarak veya nefsi müdafaa olarak yapılıyorsa; kullanılan güç orantılı ise ve mümkün olan hallerde siviller şiddetten uzak tutulabiliyorsa”.

Sizce Amerika, Irak’ta ve şimdi savaşı yaydıkları için Afpak dedikleri Afganistan ve Pakistan’daki savaşlarda bu şartlardan hangisi var?

Irak’ta savaş son çare miydi? Yoksa nefsi müdafaa için mi yapılmıştı? Batı ülkelerine karşı kullanılmak üzere imal edildiği söylenen kitle imha silâhları masalının bir yalan olduğu ortaya çıkmadı mı? Sonuçta büyük çoğunluğu sivil, bir milyondan fazla insan ölürken, Irak’ta bu sözde haklı savaşla Amerika neyi başardı? Obama’nın iddia ettiği gibi bu savaş barışı mı getirdi? Ya da şimdi hangi karanlık güçlerin gerçekleştirdiği bilinemeyen onlarca insanı bir anda öldüren intihar bombalarıyla kargaşa içinde bulunan Irak’ta—öldürme özgürlüğü hariç—demokrasi ve özgürlük mü var?

Peki gerek Irak’ta, gerekse Afganistan’da orantılı güç kullanılıyor mu? Siviller şiddetten uzak tutuluyor mu?

Aslında Obama’nın konuşması bir tür günah çıkarmaydı. Tek farkı; bunu Nobel ‘Barış’ Ödülü töreninde ve hak ettiğine kendisinin de inanmadığı bir ödülü alırken yapıyor olmasıydı.

Obama o kadar savunma ihtiyacı içindeydi ki; haklı savaşın yalnızca kendi yaptıkları savaş olduğunu anlatabilmek için İslâm’ın cihad anlayışını da tamamen reddetti. Kutsal Savaş yaptığına inananın hamile anneleri, doktorları, hatta kendi dininden insanları bile öldürmede tereddüt etmeyeceğini, çünkü savaşanın kutsal iradeyi gerçekleştirdiğini düşündüğünü iddia etti. Halbuki yalnızca Osmanlı tarihine kısaca göz atsaydı; savaşa giden ordunun değil yalnızca hamileler, bütün sivilleri koruduğunu, gittiği yerleri onların Irak ve Afganistan’da yaptığı gibi yakıp yıkmadığını, fethedilen ülkelerin halklarına her türlü dinî ve kültürel özgürlüklerini tanıdığını, haklarını koruduğunu bilirdi.

Öbür yandan ödül törenini seyredenlerin akıllarında şu soru hâlâ duruyor:

“Gerçekten Obama, dünya barışına yaptığı hangi üstün katkılarla Nobel Barış Ödülü’nü hak etti?”

Bilen varsa lütfen söylesin.

12.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl