Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat kahramanları (10) |
Bedİüzzaman’In manevî yeğenlerİ
Bedrİye Eskİcuma (1913- 24 Mayıs 2008)
Kadrİye Müftüoğlu (1915-24 Kasım 2008)
İKİZ KIZ KARDEŞ... Bediüzzaman Hazretlerinin “yeğenlerim!” diye hitap ettiği iki kardeş. Bedriye ve Kadriye Hanımları 2007’de Afyon’a bir program dâveti için gittiğimizde tanımıştık. Programa birlikte dâvet edildiğimiz değerli kardeşim Ayşenur Yaşar, onları mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini söylemişti yola çıkarken. Afyonlu dostlarımızın samimî ilgileriyle, onları ziyaret etmiş, hatıralarını dinleme imkânımız olmuştu. İkisi de ilerlemiş yaşlarından dolayı yataklarında istirahat etmekteydiler. Arkalarına yerleştirilen yastıklarla oturmakla yatmak arası bir vaziyette sorularımızı cevaplamışlardı. Çabuk yoruluyor, kısa cevaplar veriyorlardı. Bedenlerini yıllar yıpratsa da, pırıl pırıl bir hafızayla aktarmışlardı hatıralarını. Bize eşlik eden Afyonlu dostlarımız “Biz onların Risâle sohbetleriyle yetiştik. Sağlıklı zamanlarında hizmet için çok çalışırlardı. Ne derdimiz olsa ilgilenirlerdi. Hâlâ da akıl danışırız onlara” diyerek sevgi ve muhabbetle eşlik etmişlerdi bize. (Program akabinde Bolvadin’e de uğramış, orada Bolvadinli hanımların da hatıralarını almıştık. Hepsi de Risâle-i Nur’ları kendilerine tanıtan Şahide Yüksel’i hayırla, rahmetle, yaşlı gözlerle yâd etmişlerdi. Onların hatıralarını da bir başka sefere aktarma ümidindeyiz.)
KÜÇÜK AŞIK’IN TORUNLARI... Bedriye ve Kadriye kardeşler, sizlere daha önce tanıttığımız Asiye Mülazımoğlu ile aynı dedenin torunları. Babaları Küçük Aşık’ın torunları. Yani kardeş çocukları. Onlara Risâle-i Nur’ları Asiye Anne tanıtmış. Dedeleri Küçük Aşık adıyla bilinen Mehmet Efendi, 19. asrın müceddidi Mevlânâ Halid-i Bağdadi’nin (1770-1827) önemli bir talebesi. Anne ve babasından izinsiz alarak gelip hizmetinde bulunan bu talebesini, hocası anne babasına teslim ederken cübbesini çıkarır verir ve “Hasretime işte şimdi dayanırsın!” der. Bu cübbe Asiye Anne vasıtasıyla Bediüzzaman Hazretlerine Kastamonu’da takdim edilir. (Necmeddin Şahiner’in “Son Şahitler” isimli kitabında Küçük Aşık ile ilgili detaylı bilgi bulunmakta.) İkisi de yaşadıkları döneme göre iyi bir eğitim almışlar: Bedriye Eskicumalı emekli bir ilkokul öğretmeni. Bir polisle evlenmiş ve eşi vefat etmiş. Kadriye Müftüoğlu ise Ankara Hukuk Fakültesini bitirmiş. Bir süre hâkimlik yapmış. Gümrük Tekel Bakanlığında hesap uzmanlığı vazifelerinde bulunmuş. Hayatı boyunca evlenmemiş. Kadriye Hanımla konuşurken, kızkardeşlerin bakımı ile vazifeli olan hanım, geçenlerde gelen bir arkadaşıyla Kadriye Hanımın ziyaret boyunca sadece İngilizce konuştuğunu aktarmıştı. Kadriye Anne “Yabancı dil biliyor musunuz?” sorumuzu “İngilizceyi çok iyi biliyorum. Okuyorum, yazıyorum…” diye cevaplamıştı.
KADRİYE MÜFTÜOĞLU... Hatırını soruyoruz Kadriye Annenin “Çok şükür” diyor. “Şimdi hastayız artık. Ayaklar uyuşuk. Vücut çok az tahammüllü. En ufak bir soğuk alınca hemen ‘Hapşu!’ Böyle narin bir hayat yaşıyoruz, narin…” Üstad Hazretleriyle nasıl tanıştığını soruyoruz Kadriye Anne’ye. Cevaplıyor kısaca: “Üstad’la ilk görüşmemiz uzun olmadı az oldu. Isparta’ya gitmiştik hemen tren geldi, Ankara’ya döndük. O zaman çalışıyordum. Üstad bana izin vermişti. Önceleri Risâle okuyan çok kimse yoktu. Asiye Anne, Fitnat Hanım vardı. Çoğaldığı dönemi de yaşadık Elhamdülillah, Maşâallah, Barekâllah…” “Bediüzzaman Hazretlerini kaç yılında gördünüz?” diye sorduğumda “Hatırlamıyorum. Çok uzun seneler geçti. Birkaç kez görüştük kardeşimle beraberce. Yüzüme bir bak kaç yaşında görünüyorum?” diyor. Kadriye Anneye çok sevimli bir yüzü olduğunu söylediğimizde “’Maşallah!’ deyin. Allah hepimizi çok güzel yaratmış da Risâle-i Nur’lara bend etmiş” diyor. “Risâle-i Nur konusunda ne tavsiye edersiniz?” “Kitapları paylaşacaksınız. Sırayla okuyacaksınız. Sonuna kadar hatmedeceksiniz. Bittiğinde tekrar başlayacaksınız. Tekrar, tekrar… Yavrum okumaktan başka hiçbir şeyde fayda yok. Tekrar tekrar okumak lâzım. Okudukça Risâle-i Nurlar açılır…” Kadriye Anneye Bizim Aile dergisinde çalıştığımızı, bu konudaki tavsiyelerini soruyorum. Verdiği cevap ne kadar pratik ve geniş ufuklu bir insan olduğunun göstergesi: “Piyasadaki bütün dergileri inceler, okursunuz. Ne yapmışlarsa, aynısının müsbet olanını dergiye hazırlarsınız. Anladın mı?” “Sizi yorduk” sözlerimize karşılık, lâtif bir şekilde “Rica ederim. Hiç yorulmadım. Bilâkis ferahladım” cümleleriyle mukabele ediyor Kadriye Müftüoğlu.
BEDRİYE ESKİCUMALI... “Hanımların hizmeti nasıldı?” diye soruyoruz Bedriye Anneye. “Fazla bir şey yoksa bile, Risâle-i Nur hanımların hoşlarına gidiyordu. Hanımların Risâle-i Nur’a çalışması da Üstadımızın çok hoşuna gidiyordu” diyor. Risâle-i Nurları öğretmen olarak tayin edildiği köyde de okuyup çocuklara aktaran Bedriye Anne “Risâle-i Nur’ları nasıl okuyacağımız bize anlatıldı. Biz de o minvâl üzere devam ettik” diyor, aradan geçen onca zamana rağmen ilk okuduğu kitabı hatırlıyordu: Hanımlar Rehberi. Almanya’da basılan Risâle-i Nur kitapları da gönderilmişti kendisine. Başörtüsü yasağı hakkında da konuştuk Bedriye Anne ile. “Başörtüsü her zaman yasaktı. Bugün yarın değil, her zaman yasaktı. Emirlerin tesiri geçinceye kadar şöyle, böyle deyip bekleyecekler. Yasak kalkacak sonunda. Ama dikkat edip Üstadımızın söylediklerinden dışarı çıkmamak lâzım…” diyerek yorumladı sorumuzu. Öğretmen olması dolayısıyla “Çocuklarımıza ibadetleri, namazı nasıl sevdirebiliriz?” sorusunu da yönelttik. “Onlarla beraber kılacak, alıştıracaksınız. Namaz kılmadan yatırmayacaksınız. Bu meselede yılmadan usanmadan vazgeçmeden gayret lâzım. Üzerine düşerek ve sevgiyle halledilmeyecek bir şey yok” diyerek cevapladı bizi. Bize tavsiyelerini sorduk Bedriye Anneye. Söyledikleri can alıcıydı: “Günün birinde hepimiz dünyadan gideceğiz. O güzel şaşaalı günleri yaşayan Üstad nasıl gitmişse biz de gideceğiz. Dikkat edin kendinize. Yarın oraya gittiğinizde iyi karşılanmak için vazifelerinizi dikkatli yapın. “Edebinizi takının. Leyleğin yumurtası bile ‘Ben edepsizlik yapmayacağım’ diye titriyormuş. “Hayatın zorluklarıyla karşılaşınca evvelâ Peygamberimize (asm) salâvatla müracaat edin. Sonra Üstadımıza müracaat edin. Risâleleri okuyun. Çekilmek değil, mahşerde nebîler bile Peygamberimizden (asm) medet isteyecekler. Biz niye istemeyelim? “Cahil milletiz. Kıssada var ya; adam ölünün ciğerini kesmiş de sonra korkmuş. ‘Bu defa da bana ciğerci diyecekler’ diye. Onun için kendinize iyi sahip çıkın… “Avamdan, cahilden çekinin. “Az az da olsa, devamlı kafanıza iman hakikatlerini yerleştirmeye çalışın… “Ünlü şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirini mırıldanmaya başlıyor sonrasında: Derinden derine ırmaklar ağlar, Uzaktan uzağa çoban çeşmesi, Ey suyun sesinden anlayan bağlar, Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.”
TREN OLAYI... Bedriye ve Kadriye Anneler Bediüzzaman Hazretlerini defalarca ziyaret etmişler. İkisinin de çok etkilendikleri her hallerinden belli olarak tekrar tekrar anlattıkları bir hatıra vardı. Tren olayı… Bediüzzaman Hazretlerini Isparta’da ziyarete gittiklerinde Fitnat Hanımın evine uğrarlar ve oradan da Üstadı ziyarete geçerler. Çok kısa sürer görüşmeleri. O gece misafir kalmak üzere Fitnat Hanıma geri dönerler. Kapı çalınır. Üstad Hazretleri bir talebesini göndermiştir: “Misafirler hemen gitsinler, tren hazır!” demektedir. Oysa ki o saatte tren yoktur ki! Ama madem ki emredilmiştir, hemen toparlanıp kalkarlar. Hakikaten de tren hazırdır. Ankara’ya nasıl ulaştıklarını anlayamazlar bile. Onların ayrılmasından kısa zaman sonra Üstadın kaldığı mekâna baskın yapıldığını duyduklarında Bediüzzaman’ın merhametinden dolayı onlar zarar görmesin diye acele ettirdiğini anlarlar… Tren olayı, şükrünü hâlen yaptıkları Cenâb-ı Hakk’ın onlara hususî bir lütfudur.
04.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Öncelikle dâhilî barış ve istikrar |
Kendi kendisiyle barışık olan insanlar; çoğunlukla çevresindeki insanlarla da sulh ve barış içinde münasebetlerini devam ettirirler. Dâhilî problemlerini halletmiş, çözüm bekleyen sıkıntılarını çözmüş olan insanlar, çevrelerine problem olmaktan öteye, çevresinde var olan sıkıntı ve problemleri çözen insanlar olarak bilinir. Şahsî problemlerini çözememiş, sıkıntı ve huzursuzluklarını halledememiş, iç dünyasının sükûnetini sağlayamamış, kendisiyle barışık olmayan insanlar da, çoğunlukla çevresindeki insanlarla hep kavgalı olur, sürekli problem üreterek hem kendilerini, hem de çevrelerini rahatsız ederler. Bu gerçek aileler için de geçerli... Karşılıklı saygı ve sevginin hükümferma olduğu, şefkat ve merhametin geçerli olduğu, barış ve huzurun sağlandığı ailelerde, maddî ve mânevî hayattaki başarı oranı hep yüksektir. Böylesi uyumlu ve huzurlu ailelerin fertleri, çevrelerinde hep problem çözücü, sıkıntılara çare arayıcı insanlar olarak bilinir ve hemen herkes tarafından aranan, sevilen, takdir edilen insan olarak görülür. Keza bu hakikat, mahalleler, köyler, şehirler için de geçerlidir. Dâhilî sıkıntılarını vuzuha kavuşturmuş, sürtüşmelere, kavgalara meydan vermeyen; kardeşliği, muhabbeti ön plana çıkaran, huzur ve barış içinde yaşamayı âdet haline getiren mahalleler, köyler, kasabalar, şehirler çoğu zaman hayal edilmeyen başarılara imza atarlar. Yine bu kaide ve kurallar ülkeler, milletler için de aynı yöndedir… Demokrasilerin gereği olan her türlü hak ve hürriyetleri teminat altına almış, kanun hâkimiyetini sağlamış, dinî inançların yaşanması için her türlü tedbiri almış, vatandaşına şefkat ve merhametle yaklaşmayı prensip edinmiş, eşit yaklaşımı kanun altına almış liyakatli ve ehil idarecilere sahip ülkeler hem içeride, hem de dışarıda güçlü olan ülkelerdir. Bunun tersi bir durum içinde olan ülkeler, yani yukarıda saydığımız demokrasi kurallarını sağlayamamış, iç barışını oturtamamış, dâhilî problemlerini çözememiş, sıkıntı ve huzursuzlukların giderilmesi noktasında gerekli adımları atamamış ülkelerin ise, gerilikten kurtulup, hayat standartlarını yükseltip, ileri ülkeler seviyesine kavuşmaları mümkün değildir. Bu durumdaki ülkelerin, dışarıdan gelecek tehlikelere ve saldırılara karşı direnmeleri de oldukça zordur. Görülüyor ki, dışarıya karşı güçlü olmanın yolu, içerideki güç ve dirençten geçiyor. Bu güç ve mukavemeti elde etmenin yolu da, dahildeki huzur ve barıştan geçiyor. Gerek fertlerin, gerek ailelerin, gerekse şehir ve ülkelerin arzuladıkları ve hedefledikleri maddî veya manevî güce erişmelerinin, dâhildeki dayanışma ve barıştan geçtiğini unutmamak gerek. Bu gerçeği göz önünde bulunduran, din-i mübîne hizmeti gaye edinen cemaatlerin de, dâhilî barış ve huzuru ön plana alarak hizmetlerine devam ettiklerini görüyoruz. İhlâsı, uhuvveti ve tesanüdü hizmetlerinin olmazsa olmazlarından sayarak faaliyetlerine devam ettiklerini biliyoruz. İhlâsı, kardeşliği, birlik ve beraberliği rencide edecek her türlü söz, hâl ve hareketlerden sakındıklarını görüyoruz. Bu meyanda her türlü çekişmenin, basit gibi görünen küskünlüklerin, dargınlıkların kudsî dâvâlarına zarar vereceğini göz önünde bulundurarak hareket etmenin elzem olduğunu biliyorlar. Bir çok konuda olduğu gibi, dâhilî huzur ve barışın sağlanmasının önemi noktasında, Bediüzzaman’ın fiilen sergilediği duruşu ve dile getirdiği telkin ve tavsiyeleri önce müntesiplerinin, sonra da diğer ehl-i dinin iyi okumaları gerekir. Müntesiplerinin, onun, öncelikle dâhilî barış, huzur ve tesanüdün önemini göz önünde bulundurarak, en basit sitemleri, en hafif dargınlıkları dahi, yüklenmiş bulunduğumuz ulvî dâvâmıza zarar verebileceğini göz önünde bulundurarak, bu gibi durumlara meydan verilmemesi noktasında önemli ikaz ve uyarılarda bulunduğunu unutmamaları gerekir. Konu ile alâkalı olarak onun “Bin haysiyetim olsa, hepsini kardeşler arasındaki uhuvvete feda ederim...”, “O çirkin sözlerin hepsini üzerime alıyorum...”, “Biz muhabbet fedaileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur” gibi tavsiye ve ikazlarını çok iyi okumak lâzım.
04.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Risâle-i Nur, Müslümanın konuşan yüreğidir |
Fahri Bey: “Şuâlarda Hazret- i Üstad ‘Üç yüz milyar Müslüman’dan bahsediyor. Bu rakamın hikmeti nedir?”
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, üç yüz milyar Müslüman’dan, Denizli hapishanesinde tecrid-i mutlakta ve haps-i münferitte iken Mahkeme heyetine verdiği müdafaasının son parçasında bahsediyor. İkinci gün “berat” getiren müdafaanameden bir kısmını buraya alalım: “Efendiler! Reis Bey! Dikkat ediniz! Risâle-i Nur’u ve şakirtlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakîkat-ı Kur’âniye ve hakâik-i imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle; bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon onda yürümüş ve üç yüz milyar Müslümanların hakikate ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübrâlarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve îtirazlarını kendinize celp etmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere duâlar ve hasenâtlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. “Acaba Mahkeme-i Kübrâda, bu üç yüz milyar dâvâcıların karşısında sizden sorulsa ki: ‘Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serâpâ İslâmiyet’iniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslâm nâmındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’ân cadde-i kübrâsında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve haps-i münferitten kurtarmak için Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risâle-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?’ dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.” 1 Risâle-i Nûr’un temsil ve tebliğ ettiği, izah ve şerh ettiği, tebyin ve tecdid ettiği, ihyâ ve müdafaa ettiği hakikatler ve inançlar; İslâmiyet’in bin dört yüz seneden beri neşrettiği iman esaslarından başka bir şey değildir. İslâmiyet’in iman esasları, yaklaşık bir hesapla; geçen bin yılda, her yıl üç yüz milyon olmak üzere, takriben üç yüz milyar Müslüman’ın sahip olduğu, inandığı, iman ettiği, yaşadığı, hayat bulduğu ve uğrunda öldüğü inançlardır. Bu inançların başında da Tevhid hakikatleri gelmektedir ki, Risâle-i Nur baştan sona Tevhid hakikatlerine adeta kilitlenmiş vaziyettedir. Zira imanın esenliği Tevhid hakikatlerini kavramakla mümkündür. Hayatın huzuru ve emniyeti Tevhid hakikatlerini idrakle mümkündür. Âhiretin saadeti Tevhid hakikatlerini kalplerde ihyâ etmekle mümkündür. Bâkî Cennete ulaşmak; Tevhid hakikatlerini aklın tasdiki, kalbin şehâdeti ve ruhun teslimiyeti ile mümkündür. Tevhid hakikatleri ise, toplum güvenliği ve asayiş açısından suç ve cürüm teşkil etmek bir yana; kalplerde Allah sevgisini ve Allah korkusunu en sıhhatli biçimde ikame ettiği ve yerleştirdiği için, sırf devletin hikmetleri noktasından değerlendirilse bile asayişin teminine ve devletin yükselişine yardımcı olacağı izahtan vârestedir. Çünkü Allah sevgisini ruhunda gerçekten yaşayan kimse vatanını, milletini, insanlığı ve bütün canlıları özünden sever ve insanlığa hizmette özgünlüğü, öz güveni, özveriyi, fedakârlığı ve verimliliği yakalar. Allah korkusunu özünde duyan insan da haksızlık yapmaz, hırsızlık yapmaz, yolsuzluk yapmaz, arsızlık yapmaz, tembellik yapmaz, hıyânet etmez, vatanını satmaz, milletini arkadan vurmaz, cana kıymaz; gönül bile kırmaz. Asrımızda bu noktada tahşidâta ve yoğunlaşmaya çok ciddî ihtiyaç vardır. İşte Risâle-i Nûr böyle bir ihtiyaçtan doğmuş, böyle bir ihtiyacın ürünü olmuştur. Bu tahşîdât Risâle-i Nûr’da; yüksek bir vazîfe halinde tecellî etmiştir. Dolayısıyla Risâle-i Nûr, üç yüz milyar Müslüman’ın tutan eli, konuşan dili ve inanan yüreği olmuştur. Çünkü saf ve salt imanı müdafaa etmiştir. Binaenaleyh, suça mesnet teşkil edecek tek bir satırı yoktur.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 256.
04.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
İstibdat (1) |
“İstibdat zulüm ve tahakkümdür; meşrutiyet, adâlet ve şeriattır.” “Şeriat âleme gelmiş; ta istibdadı ve zâlimane tahakkümü mahvetsin.” “Ekmeksiz yaşarım, hürriyesiz yaşayamam.” Bediüzzaman Said Nursî
27-28 Mart tarihleri arasında Libya’nın Sirte şehrinde düzenlenen 32. Arap Birliği Zirvesini izlerken, kendi kendime “Bu Arap milletinin başına ne gelmişse, işte bu diktatörlerin yüzünden geldi” dedim. Ülke yönetimini ya askerî darbe ile ya da verâset yoluyla ellerine geçirmiş olan Arap liderleri, halklarının önünde birer yol gösterici olmaları gerekirken, maalesef milletin gırtlağına oturmuş, yutulamayacak iri lokma gibiler. Bugün milyonlarca Arap doğup büyüdükleri vatanlarından çok uzak diyarlarda yaşamayı tercih ediyor. Sebebi ise; ülkelerinde hak ve özgürlüklerin yerine adaletsizliğin; fırsat eşitliğinin yerine yolsuzlukların, rüşvetin ve devlet malını yağmalamanın diz boyunda olmasıdır. Ülke kaynaklarından belli bir zümrenin istifade etmesi neticesinde doğan sağlık, eğitim ve iş eşitsizliği sebebiyle milyonlarca Arap fakirlik, hastalık ve daha da önemlisi cehalet içinde kıvranmaktadır. Cehalet hastalığı içinde olan yüz binlerce insan göstermelik seçim öncesinde veya sonrasında sokaklara dökülerek “Biddem, birrûh nefdiik...” (Kanımızla ruhumuzla sana fedâ oluruz!!!) diye liderlerine övgü dolu sloganlar atmalarının, aslında köleliği kabul etme anlamına geldiğini fark edemiyorlar ne yazık ki. Oysa “Kanlarımız, canlarımız sana fedâ olsun” diye övdükleri o insanlar aslında kendilerine hizmet etmek için varlar. “Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” hadis-i şerifi üzerinde birazcık düşünseler bunu anlayacaklar. Ama gözü kör olası cahillik bırakmıyor ki görsünler!
Olmaz ya… Tabiî biri insan, biri hayvan! Öyleyse, cehalet denen yüzkarasından Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet. *** Yıllarca, asırlarca süren uykudan uyan artık Silkin de muhitindeki zulmetleri yak, yık Bir baksana, gökler uyanık, yer uyanıktır Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır. M. Akif Ersoy İstibdat (diktatörlük) direkt olarak cehaletten ve tefrikadan beslenir. Aydınlığın ve ilmin olduğu yerde ise istibdat kahrolup gider. Dolayısıyla, diktatörler toplumu ilim ve irfanla ıslâh eden sâdık âlimlerden hiç hoşlanmazlar. Islâh hareketine cahillikle mücâdele ile başlanması gerektiğine inanan Bediüzzaman Hazretleri “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, mârifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyor. Daha yüz yıl öncesinde ümmetin başındaki felâketin kaynağını teşhis eden ve tedavi yöntemini ortaya koyan Üstad, yazmış olduğu Risâle-i Nur adlı eserle, aklî, rûhî, siyâsî ve içtimâî meselelere Kur’ân ve Sünnetten aldığı dersle açıklık getirmiş; böylece hem küfrün, hem de istibdadın belini kırmıştır. Bu gerçeği her aklı selim sahibi itiraf etmektedir. İlim nurdur; nur ise Allah’tan gelir. Kaynağı Allah olan nurla, hak ve bâtılı apaçık gören insan başkasının tahakkümünü kabul edemez. Bütün semâvî dinlerin amacı, insanı hem nefsinin, hem de başkalarının istibdadından kurtarıp, Allah’a kul olmasını sağlamaktır. Peygamber Efendimiz “Ben ve benden önceki Peygamberlerin söylediği en güzel kelime Lâilâhe illallahtır” diye buyuruyor. Minârelerden beş vakit yüksek sesle okunan ezanın sözleri iyice tetkik edilirse, “Lâilahe illallah” demenin önemi anlaşılır. Lâilahe illallah diyen insan özgürlüğüne kavuşur. Neticede ise, hem ruhunu, hem de cesedini önce nefsinin, sonra diğer insanların boyunduruğu altına girmekten kurtarır. Böylece özgürlüğünü elde eden insan, Yaratıcıdan başkasından korkmaz; O'ndan başkasına boyun eğmez ve yine O'ndan başkasının rızasını almak için alçalmaz. Kendi nefsinin istibdadından kurtulmuş olan insan, şayet bir grubun liderliğini yapmakta ise, yaptığı işte Allah’tan korkar. Kendisini o grubun efendisi olarak değil, hizmetçisi olarak görür. Bu konuda şanlı İslâm tarihi güzîde liderlerle doludur. Fırat kenarındaki kuzunun güvenliğinden dahi kendini sorumlu tutan Hz. Ömer’i bu konuya örnek olarak verebiliriz. Mısır Valisi Amr bin Âs’ın oğlu Mısırlı Kıbtî ile yapmış olduğu yarışı kaybedince “Al sana bir soylu tokadı!” diye Kıbtîye tokat atmış; bu haberi aldığında çok kızan Hz. Ömer “Annelerinden hür doğan insanları ne zaman köleleştirdiniz?” diyerek Mısır valisi Amr bin Âs’ı azarlamıştır. Bir keresinde de devlete ait bir deve kaçınca devenin peşine düşen Hz. Ömer, kendisine “Bu işi neden bir köleye yaptırmıyorsun da kendin yapıyorsun?” diye soranlara, "Benden iyi köle mi olurmuş?” diye cevap vermiştir.
04.04.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Gençler için nereden başlamalıyız? |
Risale-i Nur Enstitüsü’nün tertiplemiş olduğu kongrede bizim masamız gençlik masası idi. Doğrusu bu masanın konusu üzerinde çalışmak çoktandır gündemimde idi. Çünkü uzun yıllardır genç insanların arasında görev ifa ediyor olmak, onların farklı farklı konulardaki sorularına makul ve mantıklı cevaplar verebilmek ve yine gençlere karşı bir güven verici duruş sergileyebilmek gerekiyordu. Bu çerçevede masamızdaki alan ile ilgili akademisyen, eğitimci, araştırmacı arkadaşlarımızın çalışmalarını bu ciddiyet içerisinde ele aldık. Özellikle Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın gençlerle ilgili olan tesbitleri dikkate değer hususlardı. Tabiî dosyalardaki bazı tesbitler karşısında o da konuyu daha derin ele almak gerektiğine dair görüşlerini paylaştı. Masamızın en önemli, dikkat çeken konularından birisi, gençlik döneminin zor ve güç şartlarına, psikolojisine ve dalgalı his hareketlerine rağmen, bu fırtınalı dönemin içinden geçenlerde de, bu dönemin içinden geçenlerle birlikte yaşayanlarda da, onlarla ilgilenenlerde de ciddî bir bilgi birikiminin olmayışıydı. Yani dönemin adeta çamurlu ve engebeli olduğunda herkes hemfikir, ancak bu durumun bilinmesine rağmen kimsenin, konu ile ilgili birkaç kitap okuma diye bir derdi yoktu. Asıl acı olan da bu idi. Toplantımızdaki sonuç bildirgesini paylaştığımız pek çok gencimiz arasında yine küçük çaplı bir sorgulama yaptım. 20’li yaşlardaki gençlere, “Gençlik psikolojisi ile ilgili bir kitap okudunuz mu?” diye sordum. Karşıma çıkan manzaranın bu derece beni ürküteceğini beklemiyordum. Ortada hakikaten hemen bir operasyon başlatılması gereken bir durum vardı. Görüş ve düşüncelerine başvurduğum onlarca genç, içinde yaşadığı fırtınalı süreci pek çok acı tecrübelerle geçirecekti. Yani gençlik yılları, önceden sürece hazırlanarak, sürecin zarar ve ziyanından kendini kurtararak, süreçten maddî ve manevî hasar almadan kurtularak değil, gelsin de görelim tarzı bir cehaletle geçirilecekti. Evet, acilen yapılması gereken şu, gençlerin ve gençlerle ilgilenenlerin dönemini çok iyi tanımaları gerekiyor. Gençlik psikolojisi ve dönemde yaşananlar, gençken başlarına gelenler sonucu hapishanelere, meyhanelere, hastanelere düşenlerin yaşadıkları olaylar bir bir anlatılmalıdır. Yani olabilecekleri olmuşlardan hareketle göz önüne getirmek gerekiyor ki, baştan geçenler, başa geleceklere nasihat olsun. Genciniz varsa, ki özellikle de ebeveynseniz; okumaktan ve gencinizin her birisine özel davranış geliştirmekten başka çareniz yok. Yorulmadan da, öyle seyrederek süreci atlatacağınızı hiç mi hiç düşünmeyin. Sizin çektiğiniz kadar, çocuklarınız için okuduğunuz kadar, yorulduğunuz, fedakârlık ettiğiniz kadar ve yüreğiniz yanıp, içiniz sızladığı kadar sonuç olacağını unutmayın. En önemlisi de reddetmeden, dışlamadan, incitmeden, güvensizlik oluşturmadan; kabul ederek, severek, güvenerek, onore ederek, sorumluluk vererek, kendisinin ciddî bir boşluğu doldurduğunu hissettirerek ve kendi gücünüzle birlikte dualar edip, size düşeni yapıp, vazife-i İlâhiyeye karışmadan ancak bu süreci sağlıklı atlatabileceğinizi yaşayan olarak söylemek gerekiyor. Evet, kabul edin ki, her çocuk bir ayrı imtihandır. Toplantıda aldığımız kararlar ve konunun ciddiyeti, beni gençlikle ilgili yeni yeni eserler okumaya itti. Son olarak da, Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın, psikoloji serisi içerisinde yer alan gençlik psikolojisi esas konulu “Var mı beni anlamak isteyen” isimli eserini okudum. Konuya ilgim de devam ediyor ve edecek. Kendileriyle konuştuğumuz gençlerden pek çoğu, okuyabilecekleri gençlikle ilgili kitapları not aldılar. Bu ilgileri bile oldukça anlamlı ve güzeldi. Gençler çevrelerinde duydukları ve akrabalarında yaşadıkları pek çok genç hatalarını içine alan ve pek çok pişmanlıklar dolu olan hatıralar anlattılar. Anlatılanların gençler üzerinde derin izler bıraktığı apaçıktı. Ama bunların bir o kadar da, anlatanlarda dersler oluşturduğu anlaşılıyordu. Evet, insanın kendisini hayatın derslerine bırakıvermesi cehaletten başka bir şey değildir. Marifet, başa gelebileceklere karşı, hem gençlerin hem de gençlerle ilgilenenlerin, bu dönem öncesi bilgi donanımına sahip olmasıdır. Dönem fırtınalı ise, elbette ciddî hazırlıklar gerekli. Konuyla ilgili gençlerin, ailelerin, arkadaş çevresinin ve genel düzeyde de devletin tedbirler almaya ve aydınlanma hareketine seferberlik başlatmasının tam zamanıdır. Çünkü gençliğini eğitemeyen aileler, toplumlar geleceği ile ilgili rahat yüzü göremeyeceklerdir. Kendini taşıyan, ailesine ve devletine karşı sorumlu, olumlu düşünen ve ümit içerisinde yaşayan gençlere ihtiyacımız olduğu açıktır. Şu an ise, gençler üzerinde bir anket yapılsa, acı ki ciddî bir kesim karamsar, olumsuz, ümitsiz ve güvensiz bir yapı içerisinde bulunuyor. Bu tablo bir an önce değişmelidir. Türkiye’nin aydınlık bir yarın yaşayabilmesi için, gençliğin aydınlık bir düzeye gelmesi gerekiyor. Gençliği, maddî ve manevî karanlıklarda olan bir ülkenin yarınlarının aydınlık olamayacağı açıktır.
*Uydudan yayın yapan, Kanalurfa televizyonundaki “Pozitif Pencere” isimli televizyon programımız, haftada bir olarak bundan böyle Pazar günleri saat 18.40’ta yayınlanacak. Dostlarımızın dua ile izlemelerini istiyorum. Bu haftaki programımızda Mardin Üniversitesi Rektörü konuğumuz… “İzlememize değdi” diyeceğiniz türden bir sohbet... *Mehmet Kutlular ve Kâzım Güleçyüz ile yapılmış olan ‘Demokratik Açılım’ ile ilgili son programı, Kanalurfa internet sitesi pozitif pencere programından izleyebilirsiniz.
04.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Ve bir gün... |
Bir gün beklemeyi öğrendim... Beklerken anladığımı, Beklerken sevdiğimi gördüm. Bazen bir sorunun cevabını yıllarca beklediğim oldu... Bazen yıllarca sonra sevdim. Bazen de yıllar sonra anladım nice yalanlara inandığımı, Kendimi kandırmanın, acıyı kaldırmaktan daha kolay olduğunu zannettim bazen Yanıldım… Yanıldığımı ancak yıllar sonra anladım. Severek beklediklerim oldu, Ve beklemeyi sevdiklerim, Niye beklediğimi anlamadığım zamanlarda, Kesin olacağına inandığım dualarım oldu. Ne istedimse O’ndan, hep verdi, yine verdi. Mahrum kalmadım ne istedimse, Niye beklettiğini anlamadığım zamanlar oldu. Tam da o kadar beklemem gerektiğini, Ancak yıllar sonra anladım. İsterken öğretti, beklerken öğretti. Beklemeyi sevdirdi... *** Bir gün unutmayı öğrendim... Kalbimi acıtan bütün yaralarımı unutmak istedim, Bütün kötü sözleri, bütün kötü soruları, İyi niyetli olmayan, Yürekten olmayan bütün duyduklarımı da unutmak istedim. Çoğunu da unuttum aslında, Yüreğinde tazelemezsen ve tekrarlamazsan içinde, Büyümezmiş yaraların... Beslemediğin zaman, Sönermiş öfken... Bütün yaralarınla hesaplaşıp, helâlleşip, Kaldırırsan raflarına, Şifacı olarak kader, Hesap için O yeter dersen, Susar hırçınlaşan nefsin. Bilirsin her şey tersine döner, Sadece Ashab-ı Kehf sükûnetinde beklemen gerekir. Anahtarını aradığın bütün kapılar, içeriden açılır o zaman, Ve bir gün unutursun, unutmak istediğin ne varsa, Unutmayı da sevdirir, hatırlamayı da.... Her ikisini de eşit kılar kalbinde. İşte o gün kalbini zorlamaktan vazgeçip, Sadece kapıya bakarsın... Salarsın kendini güvenli sulara, O seni götürür nereye ve kime gitmeyi istiyorsan ... *** Ve bir gün, durmayı öğrendim... Durup beklemeyi öğrendim, Yolunu bildiğim halde gitmemeyi, Çok istediğim halde, susmayı öğrendim. Yüreğimin istediğini, O da isterse, Bana sevdirdiğini O da severse olacağını öğrendim. Ve bazen koşmak kadar, durmanın da hayat kurtardığını, Bazen uçmaktan hızlı olduğunu yürümenin, Ve her şeyden güçlü olduğunu masumiyetin, Ancak durduğumda öğrendim....
04.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yalanla iş gören ülkeler |
Yalanla, dolanla ve tuzak kurarak iş görenler; insanlığın uyanmaya başlamış olması sebebiyle gittikçe yalnızlaşıyor ve kurdukları tuzaklara kendileri düşüyor. İnsanlar için böyle olduğu gibi, ülkeler için de bu böyle. Geçmiş yıllarda yaşananları bir yana bıraksak bile son yıllardaki hadiseleri başka türlü değerlendirmek mümkün değil. En çarpıcı olanlardan biri, Irak’ın işgalinde yaşananlardı. Amerika başta olmak üzere müttefikleri tarafından, bütün dünyanın itirazına rağmen hayâlî ve sahte delillerle Irak işgal edildi. Hatırlamak gerekirse, Irak’ı işgal bahanesi ‘nükleer silâh olduğu’ iddiasıydı. Bu iddianın temelsiz olduğu o gün de biliniyordu, bu gün ise daha net biliniyor. Uluslar arası menfaat şebekeleri ve onların müttefikleri benzer bir ‘tuzak’la Afganistan’a da müdahale ettiler. Farklı bir işgal şekli olan bu müdahale Afganistan’a huzur ve barış getireceği yerde; kan ve gözyaşı getirdi. “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” tesbiti gereği Irak ya da Afganistan’da yaşananları tam anlamıyla bilemiyoruz. Bir kaç yıl önce bir vesile ile Afganistan’a gitmiş ve bir hafta boyunca orada yaşanan acıya, fakirliğe ve yanlışlara şahit olmuştuk. Şunu kesin bir dille ifade etmek mümkün ki, Amerika ya da başka bir ülkenin dışarıdan Afganistan’a ya da başka bir ülkeye müdahale etmesi fayda vermiyor. Elbette bilhassa Afganistan gibi farklı etnik yapı ve kültürlerin bir arada yaşadığı ülkelerin problemleri çok derin ve çözümü de çok zordur. Dışarıdan müdahale bu zorluğu kat be kat arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu müdahaleler sebebiyle Irak ya da Afganistan’dan gelen ‘ölüm’ haberleri maalesef sıradanlaştı. “Allah rahmet etsin” demekten başka bir şey yapamaz hâle geldik. Afganistan’a müdahale eden ülkeler, kendi milletleri nezdinde zor duruma düşmüştüler. ‘İnsanlık’ uyandıkça zorlukları daha da artacak. Meselâ, Almanya’nın eski Savunma Bakanı Volker Rühe, önceki Alman hükümetinin vatandaşlara Afganistan misyonuyla ilgili “gerçekleri söylemediğini” ve savaşın Alman askerlerinin bulunduğu Afganistan’ın kuzeyine ulaştığını söylemiş. (AA, 3 Nisan 2010) Alman 2. televizyon kanalı ZDF’de 7 Nisan gecesi yayınlanacak “Afganistan yalanı - Askerler, politika ve savaş” adlı belgeselde yer alan açıklamasında Rühe, “Bu durumda büyük koalisyonun (önceki hükümet) büyük hatası, misyonla ilgili gerçekleri söylememek oldu. Savaş şimdi ülkenin kuzeyine ulaştı ve güzel görünen strateji ve bu büyük yalan ortaya çıktı” demiş. NATO bünyesinde müttefiklerine dayanışma vaadinde bulunduğu, diğer yandan Afganistan’daki misyonu sadece asker ve polis eğitimi gibi göstermeye çalıştığı gerekçesiyle yeni hükümeti de “iki yüzlü davranmak” ile eleştiren Rühe, “Tabiî ki kuzeydeki Alman askerleri için risk artıyor. Afganistan macerası sona erdirilmeli” şeklinde konuşmak sûretiyle uyanan ‘insanlığın’ talebini dillendirmiş. Gerçekte de Afganistan’ın Kuzeyi, Güney’ine göre daha ‘güvenli’ olarak bilinen bir yer. Ancak yıllardan beri devam eden yanlış uygulamalar, Kuzey bölgelerinin de Güney bölgeleri gibi ‘çatışma alanı’ haline gelmesine sebep olmak üzere... Afganistan için Almanya, Irak için Amerika örneğinde olduğu gibi kendi milletine ‘yalan’ söyleyen ülkeler, dünya ülkelerine ve insanlığa ne gibi yalanlar söyleyeceği hesaplansın... Yalancıların ‘demokrasi ihraç etme yalanı’ sönmeye yüz tutmuş vesselâm...
04.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Ankara’nın havaları “serin” |
Ankara Mart ayının son günlerini hayli serin, hatta soğuk geçirdi. AKP’nin Meclis’e verdiği anayasa taslağının MHP ve CHP’den destek bulamaması siyasî havayı iyice serinleştirdi. Anayasa değişikliği gündeme gelmeden önce hükümetle yargı arasında esen soğuk rüzgârlar da aynen devam ediyor. Adalet Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Kahraman HSYK toplantılarına katılmayınca, hükümetle HSYK arasındaki hava da daha sertleşti. Daha önce iki sefer toplantılara katılmayan Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve Müsteşar Kahraman geçtiğimiz Salı günü HSYK’sına katıldı. Ama soğukluk hâlâ devam ediyor. “HSYK’da buzların eriyip erimediğinin sorulması üzerine HSYK Başkanvekili Kadir Özbek, bunu “Havaya bakın görürsünüz” diyerek veciz(!) bir şekilde cevapladı. Özbek’in bunu söylediği günlerde hakikaten de Ankara’nın havası serindi. Nisan’ın girmesiyle güneşli bir havaya kavuştuk ama bu hükümetle HSYK arasındaki serinlik sona erdiği anlamına gelmiyor. Bu arada Deniz Baykal’ın da, “Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın yapısını değiştirme ve parti kapatmaların dışındakiler ne zaman istenirse uzlaşma sağlanabilir. Şimdi getirsinler hemen olur” çağrısını da burada zikretmekte fayda var. Çünkü serinliği daha da serinletmek için muhalefetin de katkısının olacağı görünüyor. Bakalım Ankara’nın bu havaları ne zaman normale dönecek?
“SOLCU” DARBEYİ SAVUNUR MU? DSP’den istifa ederek bağımsız kalan H. Tayfun İçli, Meclis genel kurulunda AKP’nin getirdiği anayasa değişikliğini eleştirdiği sırada, AKP Bursa Milletvekili M. Emin Tutan’ın “Hem solcu olacaksınız hem darbeyi savunacaksınız” şeklinde sataşması üzerine solculuğun ne olduğunu şöyle izah etmeye çalıştı: “Solculuk demek ne demektir biliyor musunuz? Eşitlik, darbecilik demek değil, tam bağımsızlıktan yana olmak demektir, emperyalistlerin uşağı olmamak demektir, özgürlükten yana olmak demektir, sosyal adaletten yana olmak demektir, hukuk devletinden yana olmak demektir, mazlumun yanında olmak demektir.” Bunları okuyunca aklımıza şu sorular takıldı: Madem özgürlükten yanasınız, ne zaman başörtüsü yasağının kalkmasını savundunuz?
ANAYASA KARIN DOYURUR MU? AKP’nin anayasa değişikliği tasarısı önümüzdeki hafta Meclis Adalet Komisyonu’nda görüşülmeye başlanacak ama tartışmaları aylar öncesinden başladı. Bu tartışmalar Meclis genel kurulunda değişik konular görüşülürken de gündeme getiriliyor. MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır, Meclis’in anayasa değişikliğini bırakıp, borçlar ve ticaret kanularını çıkartılmasını istedi. AKP sıralarında oturan milletvekillerinden, “hemen getirelim, çıkaralım” sesleri yükselince, Şandır, “Hadi getirin haftaya başlayalım” karşılığını verdi. Bunun üzerine AKP Samsun Milletvekili H. Kemal Kurt, yerinden “Önce Anayasayı… Anayasayı bir halledelim, ondan sonra olur” diye seslenince; Şandır, “Anayasa karnınızı doyurmaz. Bu milletin ihtiyacı, işsizlik, açlık, yoksulluk… Açlığın, yoksulluğun sebebi Anayasa değişikliği değil” cevabını verdi. Unutmamak gerekir ki, özgürlük olmadan karnımız doymuş olmaz. “Anayasa karın doyurmaz,” ama demokrat ve özgürlükçü olursa midemizi doldurmaktan daha fazla anlam ifade eder.
NAMUS BORCU! “Namus borcu” sözü, siyasî literatüre başörtüsü yasağı ile ilgili olarak 2002 seçimlerinden önce iktidara mensup yöneticilerin “Başörtüsü yasağı meselesini çözmek namus borcumuz” sözü ile girmişti. Bu sözü geçtiğimiz Salı günü partisinin grubunda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de kullandı. Şanlıurfa’da “Başbakan Erdoğan’ı okyanusun ötesine de gitse bulup getirmezsem namerdim” diyen Bahçeli, grupta da, “Bu iktidarı geldiği yere geri göndermek bizim için siyasî bir namus meselesidir” diyerek bu literatüre katkıda bulunmuş oldu! Başörtüsü meselesi çözülmedi. Bakalım, Bahçeli namus borcunu nasıl ödeyecek?
HABERCİLİĞİN KRİTERİ Gazetecilikte bir kural vardır. Eğer köpek adamı ısırırsa haber olmaz, ama adam köpeği ısırırsa haber niteliği taşır. İşte böyle bir haber vardı gazetelerde. THY’nin İstanbul-ABD seferini yapan uçağına binen bir Özbek vatandaş, tartıştığı hostesin parmağını ısırınca bu kural da kısmen değişmiş oldu. Böylece hem uçuş tarihinde bir ilk gerçekleşmiş, hem de haberciliğin kriterleri değişmiş oldu.
04.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bahar inkılâbı |
Vefatının 50. yıldönümünde, kendisini anma amaçlı neşriyat ve etkinliklerle çok farklı alanlarda yeni hizmet ve fütuhat hamlelerine vesile olan Üstadın, eserlerinde en çok üzerinde durduğu konulardan biri, kâinat kitabının yeryüzü sayfasında bahar mevsimlerinde her yıl sahnelenegelen kudret mucizeleri. İlâhî bir tanzimle şaşmaz bir takvime bağlanan periyodik mevsim geçişlerinde kışın siyah-beyaz-gri sayfalarından baharın rengârenk sayfalarına intikaldeki muhteşem manzaralar, Risale-i Nur’da hem tevhid, hem de haşir hakikatlerinin ispat ve izahı için en çok kullanılan delilleri hâvî. Meselâ kâinattan Yaratıcısını soran bir seyyahın yolculuğunda uğradığı ve “bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman” alarak çıktığı duraklardan biri, bahar bahçesi. (Asâ-yı Mûsâ, s. 170) Bu seyahatin anlatıldığı Âyetül-Kübra başta olmak üzere birçok risalede, her bahar, gayb hazinesinden çeşit çeşit nimet ve rızıklarla yüklenip canlılara gönderilen bir vagona benzetiliyor. Gerçekten de öyle değil mi? Kışın kurumuş cesetleri andıran ağaçların baharda önce yaprak açıp yeşillenerek, sonra açan çiçeklerle rengârenk kıyafetlere bürünerek ve ardından dallarının uçlarında birbirinden leziz ve besleyici meyveler vererek sergiledikleri serencam, sonsuz rahmet ve hikmet tecellîleriyle dolu. Buna, kuru topraktan fışkıran diğer meyve ve sebzeleri de eklediğimizde, baharın nasıl mükemmel ve muhteşem bir erzak vagonu olduğunu hayalimizde canlandırmamız daha kolay olur. Bu hayranlık verici dönüşüm ve inkılâbın, sayısız ilim dalına konu olmuş ince, lâtif ve kusursuz detayları, temâşâsına doyum olmayan harika manzaralar oluşturarak sessiz sedasız yaşanıyor. Apartman ve plazaların bitki ve hayvanlara fazla hayat alanı bırakmadığı bir şehir yapılanmasında, bahar tefekkürlerinin yapılabileceği mekânlar da azalmış durumda. Ama az da olsa kalan bahçe ve parklarda veya evimizin önündeki ağaçta yahut yolumuz üzerindeki çimenlikte yaşanan hareketlenmede bu bahar inkılâbının huzur veren seyrini kaçırmadan izlemeye çalışalım. Eğer bunu yapar ve gördüklerimizi risalelerin rehberliğinde okumaya çalışırsak, toprağa, tohum ve çekirdeklere, yaprak, çiçek ve meyvelere, rahmet yüklü bulutlara, bahar yağmur ve fırtınalarına, kışın puslu günlerinde hasret kaldığımız bahar güneşine ve mavi gökyüzüne... çok daha farklı bir gözle bakar ve imanla lezzetlenmiş gerçek bir bahar sevincini yüreğimizde hissederiz. Baharın Kur’ân’da dikkat çekilen ve külliyatta Haşir Risalesi başta olmak üzere konuyla ilgili birçok eserin telifine ilham kaynağı olan son derece önemli bir özelliği de, her yıl aynı vakitlerde tekrarlanan “diriliş” nümunelerine sahne olması. Bahar, risaledeki ifadeleriyle “dört yüz bin nebatat ve hayvanat taifelerinin uyanış ve dirilişi” demek. Yani dünya, “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine. Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir” mealindeki Rum Sûresi 50. âyetini, yüzyıllardır olduğu gibi bu sene de bütün ihtişamıyla tefsir eden bir dirilişe daha sahne oluyor. Dünyamızın kuzey yarımküresinin çehresini birkaç hafta içinde değiştirip renklendiren bu sessiz, ama muhteşem inkılâbı sakın ıskalamayalım ve etrafımızdaki değişime bu gözle bakalım. Rehberimiz de, Üstadın yine bir bahar mevsiminde Barla bağ ve bahçelerinde tefekkür gezintileri yaparken, yukarıda mealini verdiğimiz âyeti kırk defa okuduktan sonra kalbine gelen ilhamla telif ettiği Haşir Risalesi (Onuncu Söz) olsun. Bu şekilde hem bahar bahçesindeki İlâhî güzellikleri böyle bir tefekkür derinliği ile temâşâ edelim; hem de bu gözlemlerimizi haşir sabahına yönelik hazırlıklarımız için iyi bir vesile kılalım. Ve bunun, hepimiz için, kısır gündemlerle daha da boğucu ve bunaltıcı hale gelen mâlûm atmosferden çıkıp bize nefes aldıracak mükemmel bir “terapi” olacağını asla gözden kaçırmayalım.
04.04.2010 E-Posta: [email protected] |