Abdil YILDIRIM |
|
Görünen kabrin uzağı olmaz |
Şu fâni dünya bir kudret aynası, Her gelen bir kerre bakıp geçiyor. Her insan fanidir, yoktur bekası, Hayat bir su gibi akıp geçiyor.
Görünen köyün uzağı olmazsa, görünen kabrin de uzağı olmaz. Yollar gide gide bittiği gibi, günler de saya saya geçip gidiyor. Bir gün gelecek, ömür dediğimiz süre dolacak, kendimizi kabir kapısında bulacağız. “Bütün gelecekler yakın” olduğu gibi, herkesin başına gelmesi muhakkak olan ölümün gelmesi de yakındır. İnsanların sağlıklı ve genç olması, kabirlerin uzakta veya yakında bulunması, ölümü uzaklaştırmıyor. Eskiden mahallelerle kabirler iç içe bulunuyordu. Ölüler ve diriler beraber yaşıyorlardı. Sabah yatağından kalkan bir insan, karşısında kabir taşını görüyor, ölümü hatırlıyordu. Güne ölümü hatırlayarak başladığı için de, gününü boş yere geçirmek istemiyor, haramlardan ve günahlardan uzak durmaya çalışıyordu. Dünya için rızkını kazanmaya çalışırken, ahiret için de hazırlıklar yapması gerektiğini hatırlıyordu. Ayrıca cenazeler evlerden alınıp kabre kadar omuzlarda taşınıyor, geçtiği yerlerde bir ibret levhası olarak görenleri gafletten uyandırıyordu. Şimdi insanlar mümkün olduğunca ölümden uzaklaşmaya çalışıyorlar. Kimse ölümü kendisine yakıştırmak ve yaklaştırmak istemiyor. İnsan polattan bir vücudu varmış ve ebedî yaşayacakmış gibi düşünüyor. Üstâd Hazretleri, insandaki tûl-i emeli ve gafleti izah ederken, “Ölümü düşünse, başkasına verir” diyor. Gerçekten bir cenazeyi kabre koyan ve böylece aynelyakîn olarak ölümü gören bir insan, bir gün kendisinin de kabre konulacağını hiç hatırına getirmiyor. Onun için kabirler gözden uzak yerlere taşınıyor. Kabirler yerleşim yerlerinin dışına çıkartıldı. Mümkün olduğu kadar gözden uzak yerlere taşındı. Hatta şehir merkezlerindeki eski mezarlıkların bazıları boşaltılarak oraları park hâline getirildi. Böylece ölüler aramızdan çıkartıldı. Yerleşim yerleri dirilere kaldı. Cenazeler, kapalı cenaze arabaları ile halkın gözünden kaçırılır gibi mezarlıklara hızla taşınıyor. Güya ölülerle aramıza mesafe koymuş olduk. Gözden uzak olunca gönülden de uzak olacak, kimse ölümü düşünmeyecek diye düşündük. Böylece ölümü unutacağımızı zannettik. Ama ölüm bizi hiç unutmadığı gibi, kendisini de bize hiç unutturmuyor. Mezarlıklar yaşadığımız yerlerden ne kadar uzakta olursa olsun, yine de kendilerini bize gösteriyorlar. Ya evimizin penceresinden, ya piknik yapmak için çıktığımız mekânlardan, ya da yoldan gelip geçerken mezar taşları gözümüze ilişiyor. Asrî mezarlıkları uzaklara taşısak da, eski mezarlıklar her yerde karşımıza çıkıyor. Bir caminin avlusunda, bir tepenin üstünde veya bir selvinin altında eski bir mezarla veya yatırla her zaman karşılaşabiliyoruz. Onlara bakmadan ve bir Fatiha okumadan geçemiyoruz. Mezarlıkları belki gözümüzden biraz uzaklaştırdık ama hayatımızdan uzaklaştırmamız mümkün olmuyor. Ya bir yakınımızı, ya bir dostumuzu veya arkadaşımızı aramızdan alıp gidiyor. Son olarak Halil Tunalı kardeşimizi ebedî yolculuğuna uğurladık. Geride muhtereme eşini, çocuklarını ve dostlarını bırakıp gitti. Halil kardeşimiz her zaman güler yüzü, şakacı tavrı ve sakin hâliyle cemaatimizin kıymetli fertlerinden birisiydi. Uzak yakın, sıcak soğuk demez, her derse iştirak etmeye çalışırdı. Son görüşmemizde bana şunları söylemişti: “Ağabey, mâşaallah hastalığı iyi atlattın. Allah biliyor ya, biz senden ümit kesmiştik. Çok şükür tekrar aramıza döndün”. Halil kardeşim, senin fani bedenin aramızdan ayrılmış olsa da sen her zaman bizim aramızda olacaksın. Üstâdımızın dediği gibi, “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz dünyada, birimiz ahirette de olsak, biz yine bir ve beraberiz”. Seni elektrikçi Halil olarak hep aramızda hissedeceğiz. Dershanemizde yanmayan lambaları yakıp, bozuk olan tesisatları tamir ettiğin gibi, Rabbim de senin kabrini aydınlık, ahiretini mamur etsin. Eskişehir cemaatinin sempatik ve sevilen bir mensubu olan Halil Tunalı kardeşimize Allah’tan rahmet, geride bıraktığı eşi, çocukları ve yakınlarına da sabr-ı cemil diliyoruz. 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Vesayet nasıl kalkar? |
![]() |
Vesayet kelimesi, aslında bir hukuk kavramını ifade ediyor. İlmihallerde geçen tabirle “âkıl ve bâliğ” olmadığı için hukukî ehliyeti bulunmayanlar adına yapılması gereken hukukî işlemleri, onların adına, bu ehliyete sahip kişiler arasından hakimin tayin edeceği biri yapıyor. Bu kişiye vasî, adına işlem yapacağı kişiyle arasındaki ilişkiye de vesayet deniyor. Meselâ çocukların veya aklî dengesi yerinde olmayanların mal varlıklarıyla ilgili bir tasarrufta bulunulması gerektiğinde, bunu vasî yapıyor. Çünkü çocuğun da, akıl nimetinden mahrum olanın da kendi başına sağlıklı ve isabetli kararlar verebilmesi mümkün değil. O zaman bu kararların, tayin edilmiş vasî tarafından, onun hukukunu gözetecek şekilde verilmesi gerekiyor. Peki, “vesayet”in, önüne farklı sıfatlar konularak, gittikçe hararetlenen siyasî tartışmalara konu edilmesinin altında yatan sebep ne olabilir? Askerî vesayet, yargı vesayeti, bürokratik vesayet, sivil vesayet gibi terkipler neyi ifade ediyor? Bunlarda vasî kim ve vesayet altındaki kim? Bu sualin cevabını bulabilmek için, demokrasi tartışmalarının da temelini oluşturan halk-elit, millet-devlet ilişkisini irdelemek gerekiyor. Bizdeki seçkinci elitlere göre, cahil halk doğru karar veremez. Profesörün oyu çobanınki ile bir olamaz. Onun için, nihaî karar halka bırakılamaz. Bu kararı, “onun adına” başkaları verir. İşte, cumhuriyetin başından beri gündemden ve dillerden düşmeyen “halka rağmen halkçılık” söyleminin ve 27 Mayıs anayasası ile tedavüle sokulan “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir, millet bu hakimiyetini ‘yetkili organlar’ eliyle kullanır” formülünün arkaplanında bu fikir var. Çok partili sisteme geçildikten sonra yapılan seçimlerde sandıktan çıkan sonuçların hiçbirinin elitleri memnun etmemesinin sebebi de bu. 61 anayasasının millet hakimiyetini “onun adına” kullanmak üzere ihdas ettiği bürokratik kurumlar, halk üzerindeki vesayetin somut tezahürleri. Halkın seçtiği Meclisin üzerinde bir Anayasa Mahkemesi, o Meclisten çıkan hükümetin her adımını denetleyen bir Danıştay ve demokrasi üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sürekli sallandırılagelen askerî müdahale tehdidi... Bu “vesayet mekanizması”ndan çok çeken ve bu vesayetten kurtulma yönünde oluşan toplumsal bilinçlenme ile eskisinden çok farklı bir noktaya gelen Türkiye, sivil veya siyasî vesayet tuzaklarına da düşmeden yoluna devam etmeli. Bunun için de, toplumun kendi has ve özgün iradesini başka hiçbir güç odağı ile paylaşmadan ortaya koyabileceği; ve bu iradenin ne azınlık, ne de çoğunluk diktasına prim vermeden her görüşün özgürce kendisini ifade etmesiyle oluşacağı katılımcı bir uzlaşma zemini lâzım. Böyle bir zeminin teşekkülü ise, bu yönde kuvvetli bir toplumsal bilinçlenmeyi gerektiyor. Bediüzzaman’ın bundan bir asır önce yaptığı çağrılar, konunun bu cihetine de ışık tutuyor: “Meşrutiyet-i meşrua, sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu (rüşd yaşına girdiğinizi) ve vasîye adem-i ihtiyacınızı (sizin adınıza karar verecek bir vasîye ihtiyacınızın bulunmadığını) görmek istiyor. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 163) Meşrutiyetin “millet hakimiyeti” olduğunu o dönemdeki eserlerinde birçok defa tekrarlayan Said Nursî’nin, bu hakimiyetin tecellîsi için “mevcudiyet-i milletin gösterilmesi” gerektiğine vurgu yapması ve bunun yolunun ittihaddan geçtiğine dikkat çekmesi, son derece manidar. Keza yine Üstadın “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder” (a.g.e., Münâzarat, s. 213) sözü de, vesayet meselesinin bir diğer boyutunu ifade ediyor. Sonuç: Vesayeti bilumum versiyonları ile birlikte bitirebilmek için, milletin “Ben varım, bana rağmen kimse birşey yapamaz” diyebilecek bir dirayeti yekvücut halde ortaya koyması şart. 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Obama Türkiye’yi anlıyor mu? |
![]() |
ABD Başkanı Obama’nın önceki gün Hürriyet’e yaptığı açıklamalar, onun Türkiye’nin konumunu, gücünü ve güçlüklerini gayet iyi anladığını gösteriyor. Obama’nın bu sözlerinin ABD’nin resmî dış politikasının ifadesi olduğuna inanmak istiyoruz. Wikileaks belgeleriyle ortaya çıkan ‘uyumsuz ve sorunlu müttefik’ imajını silmeye yönelik zevahiri kurtaracak sözler olmadığını umuyoruz. Açıklamada yer alan bazı başlıkları değerlendireceğiz. AB’ye üyelik “Karar bize ait değilse de, Türkiye’nin AB’ye katılımını güçlü bir şekilde desteklemeye devam ediyoruz.” Bu desteğin üyelik için bir anlamı var mı? Maalesef hayır. Zaten AB yetkilileri de Amerika’nın bu konudaki müdahalesinden rahatsız olduğunu her ortamda dile getirdiğini biliyoruz. Elbette üyelik şartlarını yerine getirmiş bir Türkiye’nin AB’ye üyeliği her iki tarafa da yarar sağlayacaktır. Ancak şu anki hava ülkemizi en fazla ‘imtiyazlı ortak’ olarak görme yönünde. Eksen kayması “Türkiye yakın bir müttefik ve stratejik bir ortaktır. Dinamik bir dış politikası var ve bölgede daha aktif bir rol oynuyor.” Amerikan Başkanının Türkiye’nin artan önemini ve etkin rolünü fark etmiş olmasını önemli görüyoruz. Eksen kaymasının söz konusu olmadığını anlaması da. BM Güvenlik Konseyinde İran’a yaptırım kararına ‘hayır’ demiş olmasını, takas için Brezilya ile birlikte inisiyatif üstlenmesini, füze savunma kalkanı konusunda belli itirazlarda bulunmuş olmasını ABD yönetiminin memnuniyetle karşıladığını söylemek mümkün değil. Ancak Obama’nın vurguladığı önemli bir husus var. “Verdiği oya rağmen, Türkiye’nin bütün BM ülkeleri gibi BM Güvenlik Konseyi’nin 1929 sayılı kararını harfiyen uygulamayı hedeflediğini biliyorum.” Biz bu konuda kuşkuluyuz. Türkiye’nin İran ile bu kadar yakın ilişkiler kurmuş olmasına rağmen, bu ülkenin can damarlarını kesmeyi amaçlayan yaptırım kararlarını titizlikle uygulayacağını düşünmek iyimserlik olacaktır. Bu arada daha önce ele aldığımız gibi, nükleer programda çalışan bilim adamlarına suikastlarla, ülke içi muhalefeti tahrikle ve diğer gayrımeşru yöntemlerle İran’a karşı savaş zaten başlamış durumda. Hem de Obama’nın “demokratik bir çözüme bağlı kalmayı sürdürüyorum” demesine rağmen. PKK terör örgütü Obama’nın açıklamalarından anlık istihbarat paylaşımının ve PKK’nın para kaynaklarının kesilmesi için Avrupa ülkelerine yapılan baskıların süreceği anlaşılıyor. ABD Başkanı bizim de zaman zaman dile getirdiğimiz gibi yalnızca askerî yöntemlerle terörün önlemeyeceğini aynı zamanda “insan hakları ve bütün Türk vatandaşlarının yaşam şartlarını geliştirme çabaları ile art arda yürümesi” gerektiğini görüyor. Kürtçe’nin kullanımını kolaylaştırıcı tedbirler ve TRT 6 gibi adımların yararlı olmasına karşın, örgütün siyasallaşma sürecinde kendi sosyal örgütlenmesini kurma gibi ayrılıkçı yöntemlere başvurmasının tehlikeli olduğu kanaatindeyiz. Demokratik açılım çabaları PKK’nın gücünü azaltıyor mu? Bunun tartışmalı olduğunu düşünüyoruz. Zira örgüt siyasallaşma sürecinin de kontrolünü elinde bulundurursa, gücünü sürdürebilir. İsrail “Türkiye ve İsrail’in ikisi de ABD’nin müttefikleridir. Bizim de teşvik ettiğimiz ikisi arasındaki ilişki, bölgesel istikrar için esastır.” Maalesef gelinen noktada İsrail ile ilişkilerin eski düzeyine dönmesi imkânsız görünüyor. İsrail’deki orman yangınına söndürme uçağı göndermesiyle başlayan yumuşama görüntüsü, İsrail’in özür dilemeye yaklaşmamasıyla yeniden gerildi. İsrail’in Doğu Kudüs’teki yeni yerleşimleri durdurmaması ve ikili müzakereleri yeniden başlatmak için samimi bir çaba içine girmemesi de gerginliğin tuzu biberi oldu. Bu yüzden yakın dönemde bu ilişkilerin normale dönmesi beklenmemeli. Görüldüğü gibi, Obama Türkiye’nin değişen dinamiklerinin farkında. Umarız bu farkındalık, ABD’nin Türkiye ile ilişkilerine tam olarak yansır. Bunun ilk göstergesi de bugün tekrar Temsilciler Meclisi gündemine gelme ihtimali olan Ermeni karar taslağı olacak. Kısacası; Obama’nın sözleri güzel, ama ‘ayinesi iştir kişinin.’ 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Bu milletin iffetine kim düşman? |
![]() |
“Kadın meselesi”nin şu son on sene zarfında dünya medyasında en üst sıraya oturduğunun farkında mısınız? Nüfusunun dörtte üçünün açlıkla boğuştuğu, anarşi ve teröre her sene yüz binlerce kurban veren ve çatışma korkusuyla yürekleri ağzına gelmiş şu musibetzede dünyamızda kadının baş gündeme yerleşmesine, dikkatli olanların şaşmaması elbette mümkün değildir. Bundan bir asır önce kadın meselesini genellikle “feministler” yüklenmişti. Avrupa’da bolşevizm ve Türkiye’de Kemalizm sosyal hadiselere yön vermeye başlayınca “feministler” neredeyse işsiz kaldılar. “Kadının hürriyetini” bahane ile “temel ahlâk çerçevesini” parçalamaya çalışan eski ve modern bolşeviklerin global yağmalarla kısmen ele geçirdiği medyayı kullanarak epeyce mesafe aldığını, cemiyete olan yansımalardan öğreniyoruz. Her insanın, insanlığının gereği olarak bilmesi lâzım gelen tarihî bir vakıa var. Menfî istikametteki gelişmeler zamanımızı da şiddetle tesiri altına aldığından “tarihî” de diyemiyoruz. Türkiye’nin kuzeybatısından doğan meşhur “dinsizlik cereyanı,” felsefeye dayanıp semavi dinlerle, bilhassa Hıristiyanlarla savaşarak onları mağlûp etti. Hıristiyanlığın en büyük yenilgisi ahlâkî sahada oldu. İnsaniyet düşmanları evvelâ aileyi tahribe yöneldiler ve oradan da sokağa saldırdılar. Dinsizliğe dayanan ahlâksızlara karşı ne kilise, ne devlet ve ne de sivil toplum duramadığından, çok kısa bir zamanda İstanbul örlerine kadar yayıldı...
BEDİÜZZAMAN KARŞI TAARRUZDA Emperyalist Avrupa’nın silâhlı saldırısına karşı, en tehlikeli zamanlarda göğsünü vatan ve milletine siper eden Bediüzzaman Hazretleri, yine Kur’ân’la bu mânevî bombardımanı durduracak karşı taarruza geçiyor: Tarih 1920’ler, İstanbul... “Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzül metaı yapmış. Şer’-i İslâm (İslâm şeriatı) onları rahmeten davet eder eski yuvalarına...” diye başlayan mensur şiirinin açıklamasını 1920’lerin sonunda Barla’da ve 1930’ların başında Isparta’da yaparak, felsefeyi arenayı terke mecbur edecektir. Bilhassa deccaliyete karşı savaşan kiliseye hediye gönderdiği Zülfikar’daki âyet tefsirleri, bolşeviklerin mağlûp ve perişanca kaçışlarını gösterir. (25. Söz, s. 372-74)
GİZLİ KOMİTELER İnsanlığın içinde bazen eş, bazen anne, bazen evlât ve bazen de kardeş olarak “sevgi tahtını” kurmuş kadının; hürriyet, kariyer, töre cinayeti, sanat veya reklam ile ayaklar altına düşürülmesine kimlerin çalıştığını sizler de merak ediyorsunuzdur. Semavî dinlerde ve bilhassa Kur’ân’da verilen statüyü beğenmeyip, gizlice semavî dinlerle savaşan bu “ahlâk teröristlerini” tanımayı hepimiz candan istemez miyiz? Bediüzzaman Hazretleri 1930’lu yıllarda kaleme aldığı “Hanımlar Risâlesinde” çok ilginç bir tesbitte bulunuyor: “Bildim ki, nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahate sevk etmek için bir-iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de, bîçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir-iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor.” (Lem’alar, s. 261)
BU GİZLİ KOMİTELERİ TANIYOR MUSUNUZ? Onları müessese, parti, teşkilât ve kurum olarak siz de tanıyamazsınız, biz de... Yalnız, insanî çerçeveyi iyi tesbit etmiş olanlar, onları icraatlarıyla tanıyabilirler. O komitelerin misyonlarını, özelliklerini ve temel unsurlarını Bediüzzaman’dan okuyanlar; isim, resim, slogan, coğrafya ve formalarına takılmadan, insanlığın iffetine dinsizlik hesabına düşman olan medyayı, köşe yazarlarını, proje yöneticisi akademisyenleri, sanatı ahlâksızlığa alet eden sözde sanatçıları, müstehcen sinemacı, tiyatrocu ve romancıları da çok güzelce teşhis edebilirler. Bu teşhisi doğru yapmanın ön şartı, Kur’ân’ın insaniyet hesabına kadına verdiği ulvî çerçevenin özelliklerini iyi bilmek. Kur’ân bu çerçeveyi yalnızca Müslüman kadına sunmayıp, bütün dünya kadınlarını, yaratılışlarını ve insaniyetlerini yücelten bu prensiplere sahip çıkmaya çağırıyor. Kadına, Bediüzzaman Hazretlerinin bize kazandırdığı aktüel Kur’ânî açıdan bakanlar; Freud ve Wilhelm Reich’in Avrupa’da ve Troçki’nin Rusya’da kadınlara yaptığı büyük kötülüklerin neler olduğunu daha iyi anlarlar. Rusların Troçki ve Lenin düşmanlığının önemli bir yüzdesi, kızıl bolşeviklerin kadınla bin senelik Rus kültür ve medeniyetini yağmalaması değil mi? Türkiye sahillerine kadar varan Nataşaların acıklı hikâyelerinin ucu Troçki’ye dayanır... Ve hâlâ Rusya ağlıyor. Sigmund Freud’u Viyana’dan Londra’ya kaçıran bu korku değil miydi? Ayrıca Freud’un ilkelerini halka indiren Wilhelm Reich’i Amerika’da zindanda öldüren de insanlığına düşkün Avrupalının teyakkuzu değil miydi? İstanbul Belediyesinin reklamlarında, RTÜK’ün ekranlarında ve Kültür Bakanlığının sahnelerindeki rezaletlerin Avrupa’nın çoğu yerlerinde yasak olduğunu muhafazakâr AKP’liler mutlaka bilmelidirler. Yeni liberallerin hürriyet dekorlarıyla süsleyip gizledikleri “kadın ve aile düşmanlığını” böyle yutmaya devam ederlerse, hem inandıkları mahşer gününde ve hem de tarih önünde büyük pişmanlıklar yaşarlar.
NOT: Kadın meselesinin neoliberallerce böyle serrişte edildiği bir zamanda, Türkiye’de yapılacak bir “kadın konferansı”nın hem ülkemize ve hem de arayış içindeki Avrupa’ya ufuk açacağı kanaatindeyiz. 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Anayasamı arıyorum |
Anayasa meselesi, son dönemlerde en çok tartıştığımız konulardan biriydi. Türkiye'nin ciddi bir anayasa problemi olduğu "yargı-siyaset-ordu" üçgeninde yaşanan büyük tartışmalarla birlikte son referandumda kendini iyice hissettirmişti. Bizdeki anayasa geleneğinin çoğu defa totaliter ve devletçi zihniyete kurban edilmesi, hazırlanan anayasaların hep devletin ya da devletçi geleneğin yanında yer alması problemin özü olarak düşünülebilir. Bu bağlamda modern toplumlara yakışan, özgürlükçü demokrasinin ilkelerini benimseyen, bireyi özne olarak düşünen bir anayasanın nasıl oluşturulabileceği, devlet temelli yaklaşımların bireyin hak ve özgürlükleri lehine nasıl sonuçlandırılacağı hâlâ cevap bekleyen sorulardır. Risâle-i Nur Enstitüsü'nün on beş günde bir düzenlediği Pazar Seminerleri'nin bu haftaki bölümünde "Demokratik Anayasa Arayışları" tartışıldı. Programın konuşmacısı İstanbul Ticaret Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Bekir Berat Özipek idi. Muhafazakârlık, insan hakları ve fikir hürriyeti konularında çalışmaları ile tanınan Bekir Berat Özipek; konuşmasında, çağdaş bir anayasanın hangi özellikleri içinde barındırması gerektiğini ve mevcut anayasamızın ve anayasa hukukunun temel problemlerini anlattı. Sorular kısmında; mevcut anayasadaki "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez" maddelerin bulunmasını "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesiyle nasıl bağdaştırabiliriz? Anayasa için kullanılan "sözleşme" kavramının anlamı nedir? Sivil anayasa nedir? Bir sivil anayasadan beklenen özellikler nelerdir? Bizde olduğu gibi otoriter yapıların anayasa metnini temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı bir şekilde kendi anlayışlarına göre yorumlama ve uygulama gayretlerinin önüne nasıl geçilecektir? gibi soruları cevaplandırdı. Son derece verimli geçen seminerde öne çıkan bazı hususları sizlerle paylaşmak isterim: Hak ve hürriyetlerin yalnızca anayasa ile sağlanması mümkün değildir. İdeal bir anayasa yapsak bile, toplumun tamamı bunu sahiplenmediği takdirde özgürlükler garanti altına alınmış olmaz. Dolayısıyla toplumun, toplumsal sözleşme olan anayasayı sahiplenmesi ve sürekli teyakkuz halinde hak ve özgürlükler lehinde alttan yukarıya doğru bir baskı oluşturması gerekir. Böyle olmadığı takdirde devlet çeşitli tehdit algılamaları ile vatandaşlarının haklarını kısıtlama yoluna gidebilir. Bu bağlamda hukukî düzenlemelere sihirli değnek gözüyle bakmaktan ziyade halkın kendi hukukuna sahip çıkacağı bir altyapıyı oluşturmak en sağlıklı yol olacaktır. Anayasa; devletin teşkilât yapısını gösteren, kurumları arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğini ortaya koyan, temel hakları garanti altına alan bir belgedir. Anayasanın en temel özelliği, bir otorite olan devlet karşısında bireylerin haklarını garanti altına alarak korumasıdır; ancak bizdeki anayasacılık geleneği, birey karşısında devleti korumayı amaçlamakta, bu da hak ve hürriyetlerin kısıtlanması sonucunu doğurmaktadır. Anayasa, bir toplumun birlikte yaşama sözleşmesidir. "Biz nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz?" tartışmalarının hiç yapılmadığı bir anayasa geleneği içinde yaşıyoruz. Yapılış şekli ve muhtevası yönüyle son derece kötü olan 82 anayasası gibi diğer anayasalar da toplumu reşit kabul etmeyen bir anlayışın neticeleriydi. Toplum olarak nasıl yaşayacağımıza karar veremiyorsak demokrasiden de söz edemeyiz. Ancak, son dönemdeki gelişmelerle toplum demokratikleşme konusunda "atak olma" pozisyonuna geçtiğini, talep eden konumda olduğunu açıkça ortaya koydu. Şu an, öncekilerden farklı olarak, anayasayı kendimizin yapabilmesi şansına sahip olduk, bu iyi değerlendirilmelidi. İdeal bir anayasa, yöntem bakımından hep beraber yaptığımız anayasadır. Bu kimsenin dışlanmadığı bir anayasa olmalıdır. İdeal bir anayasa muhteva bakımından ise üç temel özelliği içinde barındırmalıdır. Bunların birincisi, devletin resmî ideolojisini hiçbir şekilde anayasaya yansıtmamasıdır. Bizim anayasamızdaki başlangıç hükümleri gibi, devletin resmî ideolojisini koruma altına alan, değiştirilmesi teklif dahi edilemez şekilde hükümleri benimseyen, bunu bir baskı aracı olarak kullanan bir anayasal metin özgürlükleri sağlayamaz. Değiştirilemez şeklindeki hükümler "ölülerin dirilere hükmetmesi" anlamını taşımaktadır. İkincisi, anayasa etnik gruplar tarafından yazılmış olsa dahi, etnik tarafgirlikten uzaklaştırılmalı, anayasal vatandaşlık öne çıkarılmalıdır. Bu yaklaşım etnik tartışmaları da sona erdirecektir. Üçüncü ise dinle ilgilidir. Din ve vicdan özgürlüğü yeni anayasamızın temel çıkış noktalarından biri olmalıdır. 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ölüm nimettir |
![]() |
Fahrettin Bey: “Birinci Mektub’da geçen ölümün nimet olması ile ilgili bahsi açıklar mısınız?”
Allah’ın önü acı, arkası tatlı nimetleri vardır. Yani önce sabır gerektiren, teslim gerektiren, tevekkül gerektiren, rıza gerektiren; sabrı, teslimi, tevekkülü ve rızayı gösterenler için hemen ardından Allah’ın sonsuz rahmetini, rızasını ve merhametini netice veren yüksek nimetler… Hastalıklar gibi, musibetler gibi, ölüm gibi. Ölümün nimetten ibaret olduğunu, “O ki, hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratmıştır.”1 âyetini tefsir ederken açıklayan Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre, hayat dünyaya nasıl bir yaratma ve takdir ile geliyor ise, dünyadan da bir yaratma ve takdir ile ve bir hikmet ve tedbir ile gidiyor. Bedîüzzaman bu hakikati en basit bitki hayatından örneklerle ispat eder. Şöyle ki: En basit hayat tabakasına sahip bitkinin ölümü, hayatından daha muntazam bir sanat eseridir. Meyvelerin, çekirdeklerin ve tohumların ölümü görünüşte bozulmak, çürümek ve dağılmaktan ibarettir. Fakat bu görüntü altında gayet muntazam bir kimyevî muâmele çerçevesinde, elementlerin, minerallerin ve gerekli zerrelerin faydalı şekilde bir araya gelmesiyle öyle bir hamur oluşur ve yoğrulur ki, tohumun ölümü, sümbülün hayatını netice verir. Demek çekirdeğin ölümü, sümbülün hayatının başlangıcıdır veya hayatının ta kendisidir. Öyleyse çekirdeğin bu ölümü hayat kadar muntazamdır, hayat kadar yaratılmıştır! Hem sonra hayat sahibi meyvelerin veya hayvanların insan midesinde ölümleri, insanî hayata çıkmalarına bir basamaktır. Öyleyse bu ölümün meyveler ve hayvanlar için yeni ve daha muntazam bir yaratılma meselesi olduğunu söylemek zor olmaz. İşte en aşağı hayat tabakasına sahip olan bitki hayatının ölümü böyle muntazam bir yaratılışa başlangıç oluyor ve kaynaklık ediyorsa, hayat tabakasının en üstününde yaşayan insan hayatının başına gelen ölüm, elbette daha muntazam ve bâkî bir hayatın basamağı ve başlangıcı olacaktır. Yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, berzâh âleminde bâkî hayat sümbülü verecektir.2 Bedîüzzaman, ölümün dört açıdan nimet olduğunu beyan eder. Sırayla ele alalım: 1- Ölüm, kimi insanı ağırlaşmış olan hayat vazifesinden ve hayat yükünden kurtarıp yüzde doksan dokuz dostlarına kavuşmasını sağlayan berzah âleminin kapısı hükmünde olduğundan, yaşlılar ile ağır ve çâresi tükenmiş hastalar için en büyük bir nimettir. Ayrıca ölüm ebedî saadetin kapısıdır ve başlangıcıdır. Bizi ölüm ötesi nimetlere ulaştıran bir kapı hükmünde olan ölümün kendisi de, bu açıdan, nimetten başka bir şey değildir.3 2- Ölüm mü’mini, dar, sıkıntılı, dağdağalı, karmaşık ve fırtınalı dünya karanlığından çıkarır; geniş, sevinçli, ıztırapsız ve bâkî bir hayata mazhar eder. Kişiyi, hakikî sevgili olan Cenâb-ı Allah’ın rahmet dairesine alır. Bilhassa iman ehli için ölüm karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nurlu âlemlerin kapısıdır. Dünya ise bütün görkemiyle ve alıcılığıyla, âhirete nispeten bir zindan hükmündedir. Elbette dünya karanlığından Cennetler bahçesine çıkmak, sıkıntılı ve tutsak cismânî hayattan rahat âlemine ve ruhların uçuştuğu âleme geçmek ve Rahman’ın huzuruna gitmek bin can ile arzû edilir bir seyahattir. Hatta bir saadettir.4 Ölüm bu yönüyle de tartışılmaz bir nimettir. 3-İhtiyarlık gibi hayat şartlarını ağırlaştıran birçok olay vardır ki, ölümü hayatın çok üstünde bir nimet olarak gösterir. Meselâ sana ıztırap veren pek ihtiyar annen ve baban ile birlikte, onların anne ve babaları, dede ve nineleri... vs dayanılmaz, ıztıraplı ve hastalıklı halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar çekilmez bir dert, ölüm ne kadar nimet olurdu; hissederdin. Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şiddetli soğuğunda hayatları ne kadar zahmetli, kış öncesi ölümleri ne kadar rahmet ve nimet doludur. 4- Uyku nasıl ki musibete uğrayanlar, yaralılar ve hastalar için bir rahat, bir rahmet ve bir istirahattır. Öyle de uykunun büyük kardeşi olan ölüm de, musibetzedelere, çok ağır dert sahiplerine ve intihara kadar götüren belâlarla müptelâ olanlara tam bir rahmet ve nimettir. Fakat şüphesiz ölümün bu rahmet ve nimet ciheti iman ve salih amel sahipleri içindir. Dalâlet ehli için ise ölüm elbette azap içinde azap, acı içinde acıdır.5
DUÂ Ey Hannân-ı Mennân! Hayatımızı iman ile ihyâ et, ferâizle ziynetlendir, günahlardan çekinmekle muhafaza eyle! Bedenimizi ve ruhumuzu rahmetine mazhar kıl! Darülhizmette ihlâsımızı, darülücrette ücretimizi tezyid eyle! Ehl-i iman için hayatı nikmet değil, nimet kıl! Ölümü firkat değil, vuslat kıl! Âmin!
Dipnotlar:
1- Mülk Sûresi: 2 2- Mektûbât, s. 13 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 229 4- Sözler, s. 187 5- Mektûbât, s. 14 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İdeolojik silâh haline gelen basın-yayın |
![]() |
29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilân edilmesine ve iki yıl önce Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu kabul edilmesine rağmen, “Hilâfet meselesi”nden dolayı “Parlamenter rejime” geçilmemişti. Basında, “Hilâfet”in bir oldu-bittiye getirilmeyeceği dile getiriliyordu. Basında çıkan, halife ve hilâfetin devamını isteyen yazılar üzerine, İsmet İnönü, “Herhangi bir Halîfe, an’aneten, fikren, şeklen, usûlen, zimnen ve sarahaten Türkiye’nin mukadderatında alâkalıymış gibi vazife almak isterse, hareketlerini hıyanet-i vataniye sayacağız” diyerek sert bir cevap veriyordu. 23 Aralık 1923’te Hüseyin Cahit, Ahmed Cevdet ve Velid Ebuzziye gibi isimler tutuklanır, basın mensuplarına gözdağı verilir. Ardından İstiklâl Mahkemesi kurulur. Gaye, İstanbul basınını yola getirmektir. Zira, Hilâfet taraftarıdır. Hem basında, hem de BMM’de kuvvetli bir muhalefet vardır. 4 Mart 1925’te de Mustafa Kemal’in emriyle Takrir-i Sükûn Kanunu, İsmet Paşa Hükümetince çıkarılır. Bu kanununun muhtevasını yansıtan en önemli maddesi: “Asayişi bozan her türlü irtica ve isyana yönelik teşvik ve yayınlar Cumhurbaşkanının tasdiki ile yasaklanabilir. Sanıkları hükümet İstiklâl Mahkemesine verebilir” şeklindedir. Kanun, binlerce kişiyi öldüren, hapseden, ortadan kaldıran, yok eden Fransız İhtilâli’nin ürünü “Şüpheliler Kanunu”na benzetilir. 6 Mart 1925’te Bakanlar Kurulu kararıyla, Sebilürreşâd da dahil altı gazete kapatılır, birçok gazeteci tutuklanır. 1930’lara kadar çıkan gazetelerin özelliklerinden en önemlilerini şöyle sıralayabiliriz: Hilâfetin ilgası, harf inkilâbı, Şapka İktasa’ı Kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve benzeri kanunların çıkmasında, sair ilke ve inkılâpların yerleşmesinde vazife almaları ve almaya icbar edilmeleridir. Bu arada, ilke ve inkılâpların yerleştirilmesinden müdafasına günümüze kadar çetin bir mücadele veren ve isim babalığını M. Kemal’in yaptığı Cumhuriyet gazetesine bir paragraf açmak durumundayız: Gazete 7 Mayıs 1924 yılında, Yunus Nâdi, Zekeriya Sertel ve Nebizâde Hamid tarafından kurulur. En büyük ortağı ve daha sonraki sahibi Yunus Nâdi’dir. Bu gazetenin en önemli özelliği, bilhassa laikliğin “dinsizlik” mânâsında tatbiki için olmadık yayınlar yapmasıdır. Şimdi 1931 tarihli ve 1881 sayılı Matbuat kanunundan bir madde sunalım: “Padişahlık veya Hilâfetçiliğe veya komünistliğe veya anarşistliğe kışkırtan yayınlar yasaklanmıştır...” Fakat, komünistlik ve anarşistliğe yasak sözdedir, fiiliyâtta alabildiğine serbesttir. Ve ayrıca iktidarın nezaretinde, basın yoluyla da palazlanır. Devlet politikası zaten dinden sıyrılmaktır. Hedef “sosyalizm ve bolşevizm” kanunlarını yerleştirmektir. Bunun yanında, imâ yoluyla dahi olsa dinî neşriyata asla müsaade edilmemektedir. Bu sıralarda, gazetelerde bulunan bütün dinî yayınları, yazları, tefrikaları yasaklayan bir tamim neşredilmiştir. “Allah” lafzını yazmak bile suçtur. “Bey, paşa, ağa, efendi, hacı, hoca, şeyh” gibi sıfatları bile neşretmek cezayı mucip bir harekettir. Bu kanuna göre “Hükümet istediği zaman istediği gazeteyi kapatabilir.” İstibdat ve diktatörlük devri 1948’lere kadar devam eder. Tabiî ki, devletten icazetli, destekli, teşvikli olmayan basın yayın organlarının en büyük handikaplarından biri de 163. Madde’dir. 163. madde millî ve mânevî değerlere sahip basının ve basın mensuplarını tepesinde, Demoklesin kılıcı gibi asılı durur. Pek çok basın mensubu 163. maddeye muhalefetten tutuklanır, hapse atılır. 21.12.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Dünyanın en güzel seyahati |
HAC NOTLARI-1 Çocukluğumuzda hacca gidip gelenleri gördükçe veya hatıralarını dinledikçe, sanki başka bir âleme gidip geliyorlar zannederdim. Hele bir de, o tesbih imamelerindeki resimleri veya küçük dürbün şeklindeki âlette o mübarek yerlerin manzaralarını seyrettikçe bir hoş oluyorduk. Rahmetli annemin; hacca gidenlerin arkasından bakarak ağladığını hiç unutmuyordum. Hacca gidemeden rahmetli olmuştu anacığım. İslâmın beş şartının birincilerinden olan Kelime-i şehadet, namaz ve oruç ibadetlerini bihakkın yerine getiren annem, ikincilerinden olan hac ibadetini maatteessüf yapamadan, bu dünyadan göçüp gitmişti. Buna ben çok üzülmüştüm. Fıtratımızda dercedilen dinî hassasiyet, Nurlarla müşerref olduktan sonra, daha da pekişti elhamdülillah. Allah’ın her emri, bizim başımızın tâcıydı. 1974 yılıydı zannedersem. Rahmetli Osman Demirci hocanın tertiplediği bir hac seferi vardı. Çok istemiştim, ama maalesef nasip olmamıştı. Ondan sonra, her hac mevsiminde gözümüz yollarda kalmıştı. Artık, hac ile ilgili ne zaman bir yeşil ışık yansa, hemen harekete geçiyorduk. Aklıma koymuştum. ”Allah nasib ederse, emekli olur olmaz, takip eden ilk yıl hacca gideceğim!” dedim. 2005 yılında, Cenâb-ı Hak nasib etti, emekli oldum. O sene ağabeyimle birlikte hac müracaatında bulunmuştuk. Kur’alar çekildiğinde, sadece hanımla bana hac imkânı çıkmıştı. Hanım da, ben de çok sevinmiştik. Ama, ağabeyime çıkmadığına da üzülmüştüm. Hacda da beraber olsaydık çok iyi olacaktı, ama nasib olmadı. Gideceğimiz gün yaklaştıkça heyecanlanıyorduk. İbadete müteallik yapacaklarımın planını da yapıyordum. Mutad olarak devam ettiğim Kur’ân hatmimi orada devam ettirmek için, o senenin Ramazan ayında gazetemiz Yeni Asya’nın vermiş olduğu Kur’ân cüz takımını yanıma almıştım. Ahdetmiştim, Medine-i Münevvere’de, Peygamberimizin (asm) kabr-i şeriflerinin başında Mu’cizat-ı Ahmediye Risâlesi olan 19. Mektub’u okuyup bitirmeyi. Onun için, Mektubat ve bir-iki risâle ile, (içinde Büyük Cevşen’in de bulunduğu Üstadımızın okuduğu evradları içine alan) Evrâd-ı Nuriye’yi de yanıma aldım. Ve beklenen an geldi… Artık, dünyanın en güzel seyahati başlıyordu. 28 Zilka’de 1426 / 30 Aralık 2005 Cuma günü Yalova’dan otobüslerle hareket edip, Bursa Yenişehir Havaalanına geldik. Tabiî, her hacı uğurlamasında aynı şeyler yaşanıyordu. 22.15’de uçağımız havalandı. Ömründe ilk defa uçağa binen insanların garip halleri dikkat çekiyordu. Uçak havalandıktan sonra, kaptan pilot konuşmaya başladı, şaşırmıştık. Din görevlilerinin yapacağı konuşmayı o yapıyordu. Haccı ve yapılacakları anlatıyordu. ”Ben de hacı olduğum için sizlere bunları anlatıyorum” dedi. Kendi kendime ”İyi ki, uçakta irtica ve laiklik gammazları yok” dedim. Daha din görevlilerine söyleyecek söz kalmamıştı. Gece yarısını geçmiş, gün Cumartesiye dönmüştü. Saat 01.15’de Cidde Havaalanına indik. Herkeste bir heyecan vardı. Önce Mekke-i Mükerreme’ye gideceğimizden, biz Türkiye’de ihrama girmiştik. (Tam sünnet-i seniyyeye uygun olan ‘mikat mahalli’ olmasa da). Üç saat kadar bekledikten sonra eski otobüslerle Mekke’ye doğru yola çıktık. Tabiî sabah namazının vakti de girmişti. Hani rahattık, münasip bir yerde durur ve sabah namazlarımızı kılarız diye. Allah, Allah! Baktım, şoför boyuna gaza basıyor, hiç durmaya niyeti yok. Tan yeri ağarmaya başladıkça beni hafakanlar bastı. Otobüsteki din görevlisini yanıma çağırıp durumu anlattım. Şoföre gidip söyledi, bir iki mescidin yanından geçtik, ama durmadı. Baktım vakit iyice daralıyor, artık kızdım ve bağırarak “Kardeşim, bu ne biçim iş yahu? Millet mübarek beldeye gelmiş; hacı olmak, ibadetlerini en güzel şekilde yapmak için, şimdiden namazımızı mı kaçıracağız, böyle şey olur mu?” dedim. Tabiî, benim bağırarak konuşmam üzerine, daha önce durma niyeti olmayan şoför hemen bir yere yanaştı, mescid gibi yerde durduk ve namazlarımızı kıldık. Yani böyle basiretsizlik ve programsızlık olacak şey değildi. İki saat kadar yolculuktan sonra Mekke-i Mükerreme’ye gelebilmiştik. Gözlerimiz hep Kâbe-i Muazzama’yı arıyordu, ama göremedik. Geldiğimiz yer Mekke’nin varoşlarından Mesfele bölgesiydi. Hocalar otele yerleştikten sonra, istirahat edip, dinlenmemizi ve akşam müsait bir vakitte ziyaret tavafı için Kâbe’ye gideceğimizi söylediler. Birkaç saat uykudan ve istirahattan sonra hazırlandık. Kafile olarak Kâbe’ye gidecektik. Kendi kendime dedim ki: ”Ben sıradan bir yerde ibadete gitmiyorum. Allah’ın en mukaddes mabedine gidiyorum. Gusül abdesti alsam daha iyi olur” ve öyle yaptık. -DEVAM EDECEK- 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Zamanın ruhu |
Zamanın ruhunu zamanın bediileri anlar; belki de zaman onların ruhlarıyla şekillenir. İkisi de birbiriyle ilintili ve ilişkili; her yüz yılda bir kişi konuşur, diğerleri de onun konuştuğunu konuşur der Cemil Meriç, ne de doğru der. Zamanın adamını anlamamak yüzyıllık bir kayıp; yüzyıl geçse o kayıp telâfi edilmez. Her asır bir kap gibi; hadiseler, şahıslar o kabın rengine bürünüyor, ona göre şekilleniyor. Geçtiğimiz yüzyıla ve yaşadığımız yeni yüz yıla öyle kısa, öyle net, öyle öz bir tarif getirmiş ki bedii adam, diğer bütün tarifler onunkinin yanında sönük ve basit kalıyor. Ruhunu kaybetmişler zamanı ruhunu nasıl kavrar, mekânın öğretisinden ne anlar? “Şu asırda ehl-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor” (Mektûbât) Zamanın ruhu veya ruhsuzluğu “ene”, aslında bütün zamanların anahtarı ene, bütün mekânları hürriyet alanı veya hapis alanı yapan da o. O, öyle bir şey ki ya her şeyde O’na götürüyor veya her şeyi boğuyor, solduruyor, söndürüyor. Teleskoplarla uzayın enginliklerini seyreden, dağların zirvesine tırmanan, denizin derinliklerine giden değil mi ki “ene”ye binerek gitmiş, dalâlet vadisinden çıkamamış, onda hapsolmuştur. Güzelim yaşanılası dünyayı iki defa cehenneme çevirmiş; iç dünyalarda sürekli patlattığı bombalarla ateşin bir hayat yaşatıyor o vadinin yolcuları. Fitne ateşi öyle yakıcı ki birinci vazifeyi, ikinci, üçüncü hatta daha gerilere attırmış; ehl-i imana bilerek dünyayı ahirete tercih ettirmiş, ettiriyor. Böylesi can alıcı bir durum can alıcı bir tavırla ortadan kaldırılır; “Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terk etmekle Hakk’a hizmet edebilir.” Can alıcı teşhis, can alıcı tedavi; zamanı avuçlarının içinde döndürenlerin işi. Enelilerle savaş “ene”yi yok etmekle olur; içsel savaşta başarılı olamayanların, benliğini eritemeyenlerin dışta gösterdikleri zafer kısa süreli olur, kalıcı galibiyete erişemez. Onlara benzeyerek onlarla mücadele edilmez. “Ene’nin istimâlinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır.” (Age) Büyük fütuhatlar küçük “ene” ile yapılan büyük mücadele ile olur. Zaman rengini eneden alıyor, karanlık ruhu oradan besleniyorsa, ona giden damarlar, ona giden yollar kesilmelidir. Dalâlet vadisi başka türlü nasıl kapanır; bütün aydınlığın veya karanlığın giriş kapısı siyah nokta çözülmeden, kara kutu açılıp iyi okunmadan? Ene’den “nahnü”ye giden yol, her şeyde O’nu görmek, her şe’nde onu hatırlamakla olur. Bedii bir adam, bir başına koskoca asra kafa tutuyor, feylesoflara meydan okuyorsa “ene”yi yırtıp “hüve”yi göstermesinden ve “nahnü” ile yürümesinden. O hâlâ yürüyor; eser külliyatı Risâle-i Nur ve talebeleriyle… Dalâlet vadileri târümâr oluncaya, zaman nurlanıncaya kadar sürecek bu yürüyüş. Yolda yürümenin ilk adımı “ben”liği bırakıp, “biz”le buluşmak, son adım da başka bir buluşma değil. 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Mevsimler |
Mevsimler gözümüzün önünden bir sinema şeridi gibi gelip, geçiyor. Her mevsimde değişiklikler, yenilikler, faaliyetler, farklı manzaralar, renkler, güzellikler arz-ı endam ederek yerini sonradan gelenlere bırakarak gidiyor. Coşkun akan bir nehirde köpüklerden oluşan kabarcıklar görülür. Her kabarcık üzerinde güneşin tecelli etmesi, yansıması, ışıltısı görülür ve arkasından hemen kaybolur. Akan sulara karışır giderler. Kabarcıklardaki güneşçikler görülür, kaybolur. Bu vaziyetler gökte sabit duran bir güneşin varlığını, ışığını, renklerinin olduğunu gösterir. Kabarcıklardan başını gökyüzüne kaldıran şahıs gökteki hakiki güneşi görür ve kabarcıklarla gidip kaybolan güneşçiklerden mahzun olmaz. Kâinatta zerrelerden kürelere kadar olup bitenler rastgele, tesadüfen, başıboş bir faaliyet değil; düzenli, nizamlı, intizamlı, ölçülü, güzelliklerle, ibretlerle işleyip çalışırken Allah’ın varlığını, birliğini, ezeli ve ebedi olduğunu; her şeyin O’nun emrinde, kudretinde ve iradesinde olduğunu gösteriyorlar. İnsanoğlu, dünyaya misafir olarak adım attıktan sonra kendi mevsimlerini yaşamaya başlıyor. Özellikle yaşlı insanlar, söz açıldığında zamanın hızlı geçtiğinden bahsederler. Ömrünün sonuna yaklaşınca hayatının rüzgâr gibi geçtiğini, bir göz açıp kapamak kadar kısa olduğunu daha iyi anladıklarını ifade ederler. Ömrünün baharının çok çabuk geçtiğini anlatırken, yaşlılıktaki sıkıntı ve hastalıklarla uğraştığından zor geçtiğini; gençlik yıllarından kendisine miras kalan hastalıklardan, elemlerden, sıkıntılardan, pişmanlıklardan bahsederler. Sonbahar hüzün vakti olarak bilinir. Göze hitap eden renklerdeki büyüleyici cazip güzellikler solmaya başlamıştır artık. Yapraklar ağaçlardaki mekânlarına veda etmenin zamanı gelmiştir. Bir hırçın rüzgâr kopmanın, uçmanın, savrulmanın sebebi oluverir. Sanki baba ocağından, ana kucağından ayrılışın hüznünü hatırlatır. Sararıp solmuş olarak rüzgârın önünde gökyüzünde meçhul mekânlara doğru süzülerek, sürüklenerek, savrularak uçup giderler. İnsanlar baharı, sonbaharı, gönül kışı gibi mevsimleri ömür çizgileri içersinde, engin ruhunun derinliklerinde yaşarlar. Güzel görenler her fırtınadaki ibreti ve ikazı anlar, tevekkülle, teslimiyetle ağırlığını, yükünü ve sıkıntılarının bulunduğu, omzundaki çuvalını gemiye bırakır, kaptana itimat eder, rahatlar. Cüzi iradesi ile gençlik sarhoşluğuna kapılarak fırtınaya tutulup savrulan insanlar, içinde bulundukları sıkıntılar, elemler, kederler ve huzursuzluklarla gönül kışı yaşarlar. İman, ibadet ve günahlardan çekinmek ile fırtınaların önünü kapatmazsa dünyada ve ahirette tattığı acılarla sürüklenmeler devam edip gider. Fırtınada savrulan yaprakların ve karların kuytu bir mekânda toplanıp biriktiği gibi, gençlik fırtınasına kapılarak Rabbimizin emir ve yasaklarını dinlemeyen insanların nerelerde ve nasıl olacakları Risâle-i Nurlarda haber verilmiş: “Gençlik gidecek. Sefahatte gitmiş ise; hem dünyada, hem ahirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle su-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastanelere ve taşkınlıklarıyla hapishaneler veya sefalet hanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastanelerden, hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.”1 Etrafımıza dersler çıkararak, ibretle, hayretle ve tefekkürle baktığımızda görüp, idrak edip, anlaya bileceğimiz çok gerçekler vardır.
Dipnot: 1- Gençlik Rehberi, s. 26 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Düzinelerce vaad |
![]() |
Siyasetçilerin düştüğü en büyük yanlış; yapıp yapamayacaklarını hesaba katmadan, sadece günü kurtarmak ve millete şirin görünmek için söz vermek, vaadlerde bulunmaktır. Miting meydanlarında verilen bu sözler önce alkışlanır, ama sözlerin tutulmadığı görülünce de o siyasetçiler sandığa mahkûm edilir, sandıktan çıkamaz. Siyasetçilerin mazur kaldığı bu hastalık, sadece Türkiye ile sınırlı bir durum değildir. Hemen her ülkede siyasetçiler olur olmaz vaadlerde bulunur, belki bu şekilde iktidar olanlar da olabilirler. Ama bu iktidarların uzun süreli olması pek de mümkün olmaz. Fıkra gibi anlatılır, ama hakikat payı vardır: Bazı siyasetçiler vatandaşa vaadlerde bulunurken ölçüyü tam anlamıyla kaçırır ve meselâ “Söz veriyorum, ben milletvekili olur ve iktidara gelirsem Konya’ya bir değil iki tane liman yapacağım” bile diyebilir! Geçtiğimiz hafta sonu yapılan CHP Kurultayında konuşan Genel Başkanın vaadlerini, verdiği sözleri duyunca ‘siyasetçi hastalığı’nı hatırladık. Gazeteler CHP liderinin vaadlerini sıralamış ve ortalama 40 ile 50 arasında vaadde bulunduğu tesbit edilmiş. Peki CHP bu vaadlerin kaçını gerçekleştirebilir? Bu vaadleri dinleyen CHP’liler bunların gerçekleşebileceğine inanıyor mu? Daha da önemli olan, bu vaadleri sıralayan konuşmacının kendisi bunların tam olarak gerçekleşebileceğine inanıyor mu? “Siyaset vaad olmadan olmaz. On vaadden biri gerçekleşse yine iyi” diyerek bir yere varılmaz. Çünkü şartlar değişti. Geçmiş yıllarda olsa belki bu vaadler kısa sürede unutulurdu, ama artık ‘sanal hafıza’ var ve bu vaadler hiç ummadıkları anda siyasetçilerin önüne konulabilir. O halde, uygulanması mümkün olan vaadlerde bulunmak en iyisi. Siyasetçilere güvenin düşük olması biraz da tutulamayan vaadler yüzünden oluyor. Ümitli olmak ile hayâlî şeyleri vaad etmeyi birbirinden ayırabilmek lâzım. Maalesef siyasetçilerin vaadleri, insanları gayrete getirmeyi hedef alan sözlerden ziyade, ‘yalan’a daha yakın oluyor. Nitekim CHP kurultayındaki vaadleri duyan bazı gazeteciler, bunların ilgilerini çekmediğini, inandırıcı bulmadıklarını ve ‘canlı yayın’ın sesini kısıp, ‘normal hayat’larına döndüklerini ifade etmişler. (Sanem Altan, Vatan, 19 Aralık 2010) Tutulamayacağı bilinen vaadleri sıralamak siyasetin umumî problemi. Siyasi partiler ve siyasetçiler vaadlerini değil, icraatlarını yarıştırır hale gelebilmeli. Bu sağlanabilirse hem siyasetçiler hem de Türkiye siyaseti kaybettiği itibarını kazanır. Tabii ki bu noktada vatandaşa da iş düşüyor. Verilen her söze inanıp alkışlamak, siyasetçiyi de şımartıyor. Hiç değilse uygulanmasının imkânsız olduğu vaadleri duyduğumuzda kaşlarımız çatarak siyasetçilerin ‘uçmasını’ engelleyebiliriz. Ayrıca her imkân ve fırsatta “Yapamayacağınız vaadlerde bulunmayın!” diyerek onların ayaklarının yere basmasına sebep olabiliriz. Unutmayalım ki sorgusuz sualsiz alkışlar “hamiyet sahiplerini bile” müstebit/ baskıcı ve hayalci yapabilir! 21.12.2010 E-Posta: [email protected] |