Ahmet BATTAL |
|
Kredi Kartlar |
Bankalarla ilgili zaman zaman yazıyoruz. Bu “kurum”lar parayla ilgililer. Para da güven ve itibarla ilgili. Güven ve itibar kelimesinin Latince karşılığı ise kredi. Bankanın yaygın olmadığı dönemde,—çok değil, son elli yıldan önceki dönemde—kişiler birbirine güvenir ve birbirine borç para veya ödünç mal verirdi. O zamanlarda dünyevî ticaret gelişmemişti, ama uhrevî ticaret bilinirdi. O yüzden, borç veren duadan başka bir karşılık beklemezdi. Alan da duayı eksik etmezdi. Buna karz-ı hasen (güzel ödünç) denirdi. Bu eski dönemde esnaf bankaya nadiren girerdi, kredi almak tüccara veya sanayiciye özgü idi. Sonraları bankalar ve bankacılar çoğaldı. Bankadan kredi almayı dahi reddeden esnaf; kızını, torununu bankacı yapar hale geldi. Parasını bankada tutmaya alıştı. Fazla parasını komşusuna ya da müşterisine ödünç vermekten de, ödeyemeyen müşteriye mehil vermekten de vazgeçti. Zira artık “fazla” parası yoktu. Başkasının malî desteğine ihtiyaç duyan kişiler de bu desteği doğrudan muhatabından, komşusundan, dostundan, düzenli esnafından isteyemez hale geldi. Bu arada bankalar da “herkesten” topladıkları parayı “herkese” satmayı sağlamak için “her” köşe başına bir “bank” açmaya başladılar, şubelerini ve—ne demekse—“ürün çeşitlerini” arttırdılar. Devlet de devreye girdi ve bankaları imtiyazlarla destekledi. Bu desteğin yardımıyla bankalar büyüdüler, istihbaratta ve güveni ölçmekte uzmanlaştılar. Elde ettikleri risk bilgisinin de yardımıyla, güvenmek isteyenle güvenilmek isteyen arasında aracılık yapmaya başladılar. Artık, toplumda, güven bankaların üzerinden aktarılır hale geldi, ve bankalar, piyasanın da, iktisadî nitelikli insan ilişkilerinin de merkezine yerleşti. Bu sırada elektronik yöntemlerle iletişim gelişti. Plastik kartlar vasıtasıyla ödeme, havale gibi yollar yaygınlaştı, banka vasıtasıyla ve banka üzerinden alışveriş gelişti. Ancak çok geçmeden bu yöntemde ahlakî, insanî ve içtimaî bir eksikliğin olduğu fark edildi. Şöyle ki; Komşusundan borç alan, bu borcu ödeyebilecekken ödememezlik etmiyordu. Zira toplumsal denetim yaygındı. Kınanma ve güveni kaybetme riski bir baskı oluşturuyordu. Oysa bankadan borç alan, karşısında “ahlakî bir müessese” görmediği için, daha başta “ödememek niyetiyle” kredi alabiliyordu. Banka çalışanları da buna çanak tutabiliyordu. Banka borçlusu borcunu ödememiş ve icraya düşmüş olmaktan sosyal bir zarar görmüyordu. Bunun banka istihbarat listeleri ve dolayısıyla kendi geleceği için bir tür ticarî sabıka oluşturacağının da farkında değildi. Komşusundan borç alan ödeyemeyecek hale gelmişse kimse onu kınamıyor, güveni kaybetse de şefkate istihkakı kaybetmiyordu. Deyim yerindeyse düşenin dostu vardı. Oysa bankadan borç alan ve ödeyemeyen, üstelik ödeyememesinin sebebine bakılmaksızın, banka tarafından bir kalemde çiziliyordu. Bankaya borcu olan ve icraya “düşen”, hem güveni, hem de şefkate istihkakı kaybediyordu. Yani, arada banka varsa, artık düşenin başka dostu olmuyordu. Bankanın dostluğu da ruhsuz bir makinenin dostluğu gibiydi. Gerçekten bankanın kredi müşterisi tökezlediğinde, bundan, ilk önce, para satarken müşterisinin en iyi dostu olan şube müdürü, vs. haberdar oluyor ve onlar da batan geminin mallarını yağmaya çıkarıyordu. “Nerede kaldı eski dostluk” denildiğinde de, “Ne yapayım patron ben değilim, ben de emir kuluyum” diyordu. Herkes bankaların patronlarını arar hale gelmişti. Patronlar ise ortalıklarda görünmü-yorlardı. Toplumdan emip sömürdükleri güven yani kredi yani para ile (bkz. bu yazının girişi) baş başa, uzaklarda bir yerlerde yaşıyorlar(!), dünyadaki mutlu(!) hayatlarına bir nevi ebediyet kazandırmanın yollarını arıyorlardı. Bu hikâyedeki esnafın biri, bir gün, bir kitabı (Her Günümüze Bir Hadis, Yeni Asya Neşriyat, 2010) eline aldı. Tefe’ül etti. 237. sayfadaki Hadisi okudu: “Borç dindarlığın bir lekesidir”. Elbisesini yokladı, pırıl pırıldı,—zaten beş taksidini ancak ödemişti-, leke bulamadı. Cebini yokladı, cüzdanı “kredi” kartı doluydu. Borcunu yokladı, kartları “debit debit borç” doluydu. Bendenize sordu: Bu Hadis-i Şerif bende neye işaret eder? Kendisine söz verdim: Okuyucularıma soracağım. Onların cevabını yayınlayıp sana da ulaştıracağım. Ama önden bir ipucu da verdim ona: Ban-kalara neden “müessese” değil de “kurum” dediğimi bir düşün bakalım, dedim. Ne dersiniz? Ne diyelim?
16.12.2010 E-Posta: [email protected] |