Biz mi değişiyoruz? Zaman mı kötüleşiyor? Yoksa hayat mı daha fazla dünyaya çekiyor bizi? Bilemiyorum... Ama “Birşeylerin anlamı, hayatımızdaki alanları, önem sıralaması insanî ve dolayısıyla imanî düzlemden kayıyor mu?” diye sormadan edemiyorum. Sahi ne oluyor bize?
Modernizm denen şeye, mimsiz medeniyete birkaç kırık dökük lâf-ı güzaf ile karşı çıkarken, hayatlarımızın tam orta yerine mi alıyoruz yoksa medeniyetin yoluna revan olan arzularımızı, isteklerimizi?!
Böyle—belki biraz fazla kötümser—başlamam için sebep neydi? Aslında paradoksal biçimde medeniyetin en tesirli aygıtı olan televizyon izlerken karşılaştığım bir ayrıntı, bir nüans...
İtiraf edeyim bir basketbol maçını izlerken altta geçen son dakika haberi beni alıp götürdü. Ama üzüntümü, düşüncemi daha da derinleştiren son dakika bandında o haber durmakta iken araya giren reklâmlardı.
Maç devam ederken alttaki son dakika bandında kırmızılarla İstanbul’da lüks (!) bir inşaatta çalışan 11 işçinin çadırlarında yanarak vefat ettiği haberi yazıldı. Okur okumaz şimşek sür’atinde zihnimden neler neler geçti: İşçilerin o soğukta üç beş kuruş uğruna bir çadırda yaşamak zorunda kaldıklarını... Sosyal güvencelerinin olup olmadığını... Yaptıkları inşaatlarda onların belki otuz yıl çalışarak kazanabileceklerini bir gecede harcayacak insanların bulunacağını... Birkaç habere konu olacak ölümlerinin birkaç gün içinde unutulup gideceğini...
Maçtan kopmuştum, ama o sırada başlayan reklâmlar beni dünyamın tam orta yerinden bir kez daha vurdu. İstanbul’da ve Türkiye’de son zamanların modası olan devasa boyutta lüks bir site inşaatının reklâmı yapılıyordu. Altta ise hâlâ duruyordu inşaat işçilerinin ölümü!
Ekranda oluşan manzaradaki zıtlığı hayal edebiliyor musunuz? Bu zıtlığın oluşturduğu ahlâksızlığı? Reklâmın ahlâkî bir değeri olabileceğini savunanların kulakları çınlasın!
İşin daha enfüsî, bana dönük tarafı yeni başlıyordu oysa... Kendime sordum, nefsime sordum: Acaba o reklâmı yapılan binada yaşamak ister miydim? Acaba oturuyor olsaydım hatırlar mıydım bu işçileri? İlk soruya keskin bir “evet”, ikincisine hüzünlü bir “hayır” cevabı geldi içimden... Kapattım televizyonu.
Oysa “Beni dünyaya çağırma” diyen bir Üstad’ı okuyordum. Oysa “dünya bütün şaşaasına rağmen ahirete nispeten bir zindan hükmündedir” hükmünü kimbilir kaç defa okumuştum? Ama nefsim o şaşaanın sadece bir kısmına aldanıyordu işte... Öyle bir aldanış ki diğer insanların ölümleri bile bir değer ifade etmiyordu, aslında insanlığın diğergâmlığı öldürülüyordu. Öyle bir aldanış ki bu, dinî arka planı olan bizim gibi bir çoklarını bile önüne katıp götürüyordu...
Aklım bir başka ayrıntıya gidiyordu bu sefer. Resulullah’ın (asm) dünyadan nasibine... Hiç düşündünüz mü Resûlullah’ın (asm) saadet haneleri diye hakkıyla isimlendirilen evi kaç katlıydı?! Odaları kaç metrekareydi?! Ben söyleyim isterseniz: En büyüğünün eni 1,5 boyu 2 metre imiş. Metrekaresini varın siz hesaplayın.
Şimdi daha iyi anlıyorum dünyaya gelmiş En Güzel İnsanın dünyadan niye bu kadar az nasiplendiğini... Onun yolunda gidenlerin, dünyanın bu kendine bakan yönünden niye itinâyla kaçtıklarını. Meselâ Üstad’ımın dünyalığını niye tek elinde taşıyabildiğini?
Şimdi o işçiler üzerinden “yok efendim güvenlikleri sağlanmamıştı”, “zaten çadırlarda yaşıyorlardı”, “yok efendim şartları iyileştirmek lâzımdır” şeklinde sistem eleştirisi yapacaklara acıyorum.
Oysa bilmiyorlar ki insanların dünyaya meyillerini bu derece hoyratça arttırıp, onların ahirete olan inancını ve ahiretle ilişkisini bu derece azaltırsanız daha çok işçiler yanacak, daha çok insanlar kayıp olacak. Dünyanın en güzel, en kusursuz sistemini kursanız bile insanın ahlâkını, insanlığını koruyamazsanız, dünyayı bir yangın yerine çevirmekten kurtaramazsınız!
Ve şimdilerde aslında yanan şey imanımız, inancımızdır...