İslâm tarihinin çarpıcı hadiselerinden birisi, Peygamberimizin (asm) amcası, Hz. Ali’nin (ra) babası Ebu Talib’in Müslüman olmamasının sebebidir.
Onu tanıdığı, hakkı teslim ettiği, gerçeği gördüğü, meseleyi bildiği halde iman etmez. Şöyle ki:
Hz. Hatice (ra), tereddütsüz iman eder. Şefkatini, ferasetini ve servetini İslâm yolunda harcar. Hz. Ali (ra) birgün Resûl-i Ekrem Efendimizi (asm) Hz. Hatice (ra) ile namaz kılarken görür. Namaz onu çarpmıştır!
“Nedir bu?”
“Ey Ali, bu Allah’ın seçtiği, beğendiği dindir. Ben seni bir olan Allah’a îmân etmeye dâvet eder, insana ne faydası, ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzza’ya tapmaktan sakındırırım” dedi.
Araplarda aile büyüklerine, atalara ve diğer büyüklere saygı son derece güçlü olan duyguyla dedi:
“Benim şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim birşey bu. Babam Ebû Talib’e sormalıyım.”
Henüz İslâmı açıktan ilân etme emrini almadığından onu uyarır:
“Ey Ali! Eğer söylediklerimi yaparsan yap. Eğer yapmayacak olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut!”1
O gecenin şafağına kadar bu meseleyi düşünür ve Rasulullah’a (asm) koşar:
“Allah, beni yaratırken Ebû Talib’e sormadı ki, ben de ona ibâdet etmek için gidip kendisine danışayım!”
Müslüman olan ilk çocuk şerefini kazanan Hz. Ali (ra), o sırada 10 yaşında”2 veya 12 yaşında idi.
Resûlullah’ı (asm) adım adım takip eden Hz. Ali’nin (ra) bu hali, annesi Fâtıma Hâtun’un annelik şefkati dürtüsüyle kocasına, “Dikkat et, oğlun Muhammed’le çok dolaşıyormuş, sakın ona birşeyler olmasın” dedi.
Ebû Talib akıllı ve anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat tahkik etmek için birgün arkalarından gider; onları Mekke’nin bir vadisinde namaz kılarken bulur.
“Ey kardeşimin oğlu; bu yaptığınız nedir?”
“Ey amca! Bu Allah’ın babamız Hz. İbrahim’e (as) gönderdiği dinidir. Beni görevlendirdi. Doğru yola dâvet edeceklerimin ve bu dâvete koşması gerekenlerin başında sen varsın. Buna herkesten daha lâyık olan da sensin! Hiçbir faydası olmayan putlara tapmaktan vazgeç, bir olan Allah’a îmân et!”
Bir müddet düşünen Ebû Talib şöyle dedi:
“Ben, atalarımın dinimden ayrılamam. Fakat, sen üzerinde bulunduğun dinde devam et! Allah’a yemin ederim ki, ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın birşeyi sana eriştiremez!”
Sonra da oğlu Ali’ye döndü ve
“Oğulcağızım! Senin üzerinde bulunduğun bu din nedir?” diye sordu.
“Babacığım! Ben, Allah’a ve O’nun Resûlüne îmân, onun Allah’tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıldım.”
“Ey oğlum! Amcan oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yaraşır. O, seni yanlış bir şeye çağırmaz, ancak hayra dâvet eder. Ona itaat et!”3
Onlara bu garantiyi verip ayrıldıktan sonra hanımına da endişe edecek bir durum olmadığını açıklar ve şöyle der:
“Eğer nefsim, Abdülmüttalib’in dinini bırakmak hususunda bana itâat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tabi olurdum. Çünkü, o halîmdir, emîndir, tâhirdir.”4
Demek ki, gerçeği kabul etmemek, akıl ve mantıkla ilgili değil. Kalble, izan ile, kavrayış ile ilgilidir.
Anlamak, bilmek başka, kabul etmek ve bildiğiyle amel etmek bütün bütün başkadır.
Akıllı, anlayışlı ve şefkatli olan Ebu Talip, önyargılarını, “Yeğeninin dinine tabi oldu!” ithamlarını, yani nefsini aşabilseydi, bahtiyarlar sınıfına dahil olacaktı.
Sual: “Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esahh nedir?”
Elcevap: Ehl-i teşeyyu’, imanına kail; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur:
Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakk’ın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevî hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten hâlk edebilir. Kışta bazı yerde baharı hâlk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevî cennete çevirebilir.”5
Kasten “inkâr, inat ile kabul etmeme” ile “hicap/utanma ve asabiyet-i milliye damarı” yüzünden inkâr etme arasında ince bir perde vardır.
Dipnotlar:
1-İbni Kesir, Sîre: 1/428.
2-İbni Hişâm, Sîre, 1/262.
3-İbni Hişâm, Sîre, 1/264.
4-İbni Hişâm, Sîre, 1/264; İbn-i Sa`d, Tabakât, 8/18; Taberî, 2/214.
5-Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 375-376.