BAR ŞEHRİNİN KALESİNE GİDECEK VE ORAYI DOLAŞACAKTIK. ÇOK HEYECANLIYDIK. KÜÇÜK VE ŞİRİN BAHÇELİ EVLER, ZEYTİNLİKLER, TEK TÜK MİNARELER, ARKADA YÜKSEK DAĞLAR... HEPİMİZ MUTLUYDUK. YÜZÜMÜZE BİR SEVİNÇ VE TEBESSÜM YAYILMIŞTI.
Karadağ coğrafyasında Podgoriça Ovası ile kıyı arasında yüksekliği 1500 metreye erişen ve Rumija Dağları adı verilen sarp bir arazi yeralır. Eskiden kıyıdaki Bar Limanı’na ulaşabilmek için bu dağları binbir zahmetle aşmak gerekiyormuş. Günümüzde bu dağ tünellerle aşılıyor. Otobüsümüz gür bir bitki örtüsüyle örtülü kireçtaşı yapılı sarp dağların eteğine doğru yanaşınca ilk tünele girdik. Bu, adı Bistrica olan 196 metrelik kısa bir tüneldi. Bir müddet gittikten sonra tekrar dağların altına uzun bir tünele daldık. Tabelâdan öğrendiğimize göre bu 4189 m uzunluğunda Sozina Tüneli imiş. Hizmete birkaç yıl önce açılmış.
Adriyatik kıyıları ve Bar Şehri
Tünelin öbür ucundan çıktığımızda birdenbire denizi yani Adriyatiği gördük. İnmeye başladık. Kuzeye doğru Petrovac yolu ayrıldı ve Sutomore beldesinde yol kıyıya ulaştı. Buradan biraz daha güneye giderek Bar şehrine geldik. Solumuzda kireçtaşından, gür çalılar ve ağaçlarla örtülü sarp dağlar, sağımızda masmavi bir engin deniz vardı. Hava da açmış günlük güneşlik olmuştu. Adriyatik kıyıları burada her bakımdan farklı bir mekân olarak ortaya çıkıyordu.
Bar’a doğru giderken mihmandarımız sağda yüksek bir tepe üzerinde yer alan kaleyi işaret ederek “Hal ve Ne Hal Kalesi” dedi. İsmi bize biraz garip geldi. Bu Türkçe ifadeyi Karadağlılar nasıl bu şekilde söyleyebiliyorlardı diye düşündüm. Daha sonra biraz araştırma yapınca bu kalenin Karadağlılarca söylenen adının Haj Nehaj olduğunu buldum. Bu sahiller 1912 yıllarına kadar bizim idaremizde kaldığından, belki de kalenin adı o şekilde söyleniyordu. Sonradan Karadağlılar bu adı bu günkü söylenişe çevirmiş olabilirler. Hal ne Hal Kalesi′nin 1542’de inşa edilen bir Osmanlı kalesi olduğu belirtiliyor. Kale, Bar’a gelen kara ve deniz yollarını gözlemeye uygun bir konumunda.
Daha henüz Bar şehrine girmeden solda bir akarsu üzerinde taş bir köprü gözüme çarptı. Muhtemelen Osmanlı yapısıydı. Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı buraları çok imar etmiş çok eserler bırakmış. Fakat ülkenin bizden sonraki sakinleri ilk dönemde bunları adeta kökünü kazırcasına yok etmiş. Son yıllarda ise kalanları biraz da isteksizce korumaya çalışıyorlar.
Nihayet Bar şehrinin içine girdik. Binalar yine çok yüksek değil. Gözleri tırmalayan yapılar yok. Bar, Adriyatik kıyısında Karadağ’ın önemli bir limanı (Nüfusu 42.000). Hem ticarî ve hem de askerî bir liman. Gerisinde yüksek ve ormanlı dağlar var. Küçük bir kıyı ovasına yayılmış. Kıyıda ise oldukça geniş bir koya sahip. Daha sonra bu koyu her türlü denizcilik hizmetini verebilecek modern bir liman hâline getirmişler. Buradan Karadağ’ın diğer iskelelerine, Yunanistan kıyılarına ve Adriyatik’in önemli iskelelerine gemi seferleri var.
Şehir içindeki bir kavşaktan sola saptık. Otobüsümüz rampaya doğru çıkmaya başladı. Eski Bar (Stari Bar) şehrine gidiyorduk. Bizi ilgilendirenler oradaydı. Bu şehir deniz seviyesinden 140 m kadar yüksekte ve kıyıdan 3.5 km içerde idi. Kalenin surları hâlâ sapa sağlam ayakta duruyordu. Fakat sur içindeki kısım harap olmuş ve terk edilmişti. Kalenin etrafında küçük ve bahçeli evlerden oluşan bir mahalle vardı.
Otobüsümüz surların dışında, müzenin önündeki meydanda durdu. Biz buradan itibaren yürüyerek eski Bar şehrinin kalesine gidecek ve orayı dolaşacaktık. Çok heyecanlıydık. Küçük ve şirin bahçeli evler, zeytinlikler, tek tük minareler, arkada yüksek dağlar... Harabe olarak kalmış olsa da bu Osmanlı şehri aşina olduğumuz bir manzara karşısında imişiz duygusunu uyandırdı. Hepimiz mutluyduk. Yüzümüze bir sevinç ve tebessüm yayılmıştı.
Bar Kalesi
Hava durumu ve coğrafî peyzajın güzelliği de buna eklenince adeta çocuklar gibi bir sevinç içimizi kapladı. Enerjik adımlarla kaldırım döşeli dar bir sokaktan kaleye doğru yürümeye başladık. Sağımızda yüksek ve sağlam kale duvarları ve burçlar solumuzda bir sıra küçük ve nostaljik mekânlarda dükkânlar ve lokantalar vardı. Surların dibi açık bıraktırılmış mekânın özelliği korunmuştu. Yolu yarılamıştık ki, şirin bir kahvehanede çay molası verdik. Masanın üzerinde bir yemek listesi de vardı. Bu liste birkaç dilde hazırlanmış bir kitapçıktı. Sol üst köşede “Dorucak” yazısı dikkatimi çekti. Bunun kahvaltı anlamına geldiğini öğrendik. Biraz sonra geniş cam bardaklar içinde çaylarımız geldi. Yanlarında bir de paketçik vardı. Üzerindeki petek resminden bunun bal olduğunu anladık. Paketcik üzerinde “Med” yazıyordu. Karadağ lisanında bal demekti. Ballı çaylarımızı afiyetle içtik. Kahveyi çalıştıranların dükkânında ise tahta bir levhada “KULA” yazısını gördük. Sonradan bu kelimenin kule demek olduğunu hatırladık. Kahvehane sahiplerinin Müslüman olduklarını ve Eski Bar Kalesi içindeki görkemli kuleye izafeten ticarethanelerine bu adı verdiklerini öğrendik. Tabiatıyla bizim Kula beldemizle bir ilgisi yoktu. Ama yine de Kula’nın sönmüş volkanlarının kuleler gibi yüksek olduklarını düşünmekten kendimi alamadım. O sırada aşağıya şehre doğru giden tesettürlü bir kız çocuğu gördüm. Alelacele bir fotoğrafını çekebildim. Bu çocuk Kur’ân kursundan veya din dersinden geliyor diye düşündüm. Beklemediğim bir olay ve manzara ile karşı karşıya kalmıştım. Hâkimiyetimizden çıkalı en az yüz sene olmuş ve bunun 50 senesi de Komünizm esareti altında geçmiş bu beldelerde böyle bir duruma şahit olacağıma hiç ihtimal vermiyordum. Daha sonra yaptığım bir küçük araştırmaya göre Bar nüfusunun % 35 kadarı Müslümandı. Fakat Podgoriçe’de olduğu gibi bunlar da sindirilmiş olup pek temayüz etmek istemiyorlardı.
Moladan sonra tekrar kaleye doğru yürüdük ve görkemli kale kapısının önüne geldik. Fakat bizim dikkatimizi solumuzda yeralan nostaljik İslâmî bir adacık çekti. Burada cami, türbe, çeşme, hazire ve hâlen tedrisatta olan küçük bir dersanecik, ulu birkaç servi ağacı vardı. Hemen fotoğraflarını çekip çeşmeye doğru heyecanla yürüdük. Bu mekân bana göre sadece Eski Bar’ın değil belki de bütün Bar şehrinin en sevimli mekânıydı. Çeşmenin cephesinde pek de özenli olmayan belki de aceleye gelmiş Osmanlıca bir kitabe vardı. Onu okumaya vaktimiz yoktu, ama kitabenin altındaki tarihi okuduk; yani Hicrî 1052, Milâdî tarihe göre de 1642 yıllarına rastgeliyordu. Osmanlı tarihlerinde Bar şehrinin Fatih Sultan Mehmed döneminde 1478 yılında fethedildiği yazılıdır. Daha sonra Venediklilerin şehri geri aldıkları ve Osmanlıların burayı tekrar 1573’te fethettikleri bilinmektedir. Bu bilgiyi Piri Reisin Kitab-ı Bahriyye’si doğrulamaktadır. 1525 yılında telif edilen bu eserde Antibarinin bir Venedik Kalesi olduğu belirtilmektedir. Eski Bar şehri 1880 yılında Karadağ’a bırakıldı. Caminin adı Karadağ dilinde Omerbasica Dzamija idi. Türkçesi ise Ömerbaşı Camii anlamına geliyordu. Kaynaklarda caminin inşa tarihi 1642 olarak gösteriliyordu, ki çeşmenin kitabesindeki tarihle örtüşüyordu.
Caminin yanındaki küçük dersanenin önünde bir kaçı çocuk olan bazı kişiler vardı. Çocuklara yakından baktığımda yüzlerinin gülmediğini fark ettim. Anlaşılıyor ki, burada Müslümanlar hâlâ kendilerini rahat hissedemiyorlar. Yanıbaşındaki hazireyi görmeyi sonraya bırakıp kale kapısına yöneldik. Üstünde taşa oyulmuş bir Venedik Aslanı şekli olan kitabe vardı. Aslında kalenin Osmanlıca bir kitabesi olmalıydı. “Her hâlde onu söküp yerine bir yerden buldukları bu kitabeyi yerleştirmiş olmalılar!” diye düşündüm.
Karadağ’daki müzelerde Osmanlılardan kalma eserlere nadiren rastlanmaktadır. Hâlbuki bu ülke en azından 300 yıl Osmanlı idaresinde yaşamış ve önemli bir Müslüman nüfusu barındırmıştır. Bizim müzelerimiz ise ağzına kadar Yunan Roma ve Bizans kalıntıları ile doludur.
Sapasağlam duran kale kapısında içeriye girdik. Hemen bir zeytin sıkma mengenesi dikkatimi çekti. Biraz ilerde de değirmen taşları, daha ilerde çeşmesiz, fakat akan bir musluk. Önce bir mana verememiştim. Kaleyi dolaştıktan sonra bunları bulmacadaki yerlerine yerleştirdim. Kale sıkıntılı zamanlarında yağını ve ununu kendisi imal edebiliyordu. Değirmeni döndüren su kalenin doğusunda bulunan sarp bir derenin suyundan sağlanıyordu. Hattâ kale dışında bizim ziyaret etme imkânını bulamadığımız XVI. Yüzyıldan kalma muazzam su kemerleri (aquaduct) olduğunu sonradan öğrendik.
Osmanlı kalelerinin ana kapılarının girişlerinde içerde sağda veya solda muhakkak bir çeşme bulunurdu. Bu kalede de solda bir musluktan akan su vardı. Fakat çeşmesi yoktu, Demek ki, o güzelim çeşmeyi yok etmişlerdi. Şimdi ziyaretçiler suyu zevksiz bir terkos musluğundan içme durumunda kalıyorlardı. Girişte bir de kalenin içinde yapılan kazılarda çıkan seramiklerin sergilendiği bir vitrine bakınca Osmanlılara ait olduğu belli olan birkaç tabak ve fincan gördüm. Fincan Osmanlı kahve kültürünü ispatlayan gereçlerden biriydi. Balkanlara kahve kültürünü Osmanlılar yaymışlardı. Kahvenin adı bile Karadağ lisanına ‘Kafa’ olarak geçmişti.
Kale çok büyük, çeşitli birimlerden oluşan ve tamamen taş kullanılarak inşa edilmiş bir özelliğe sahipti. 140 m rakımındaki bir tepenin üzerine yerleşmişti. Kuzeydoğuya, kuzeybatıya ve güneybatıya bakan ve sağlam vaziyette olan duvarlarının her birinin uzunluğu 100 m civarındaydı. Yüksekliği ise 10 m idi. Kuzeybatı duvarlarının uçlarında iki sağlam ve yüksek burç mevcuttu. Bunlar da 20 m kadar bir yüksekliğe sahip idiler.
Kalenin içinde ilerlemeye devam ediyorduk. Yıkık duvarlar, sonradan kaleye yapılmış birkaç kilise, çeşitli ağaçlar, çalılar ve otlar, gerideki ihtişamlı ve sarp dağlar manzarayı tamamlıyordu. Kale harabelerinin nostaljik havası bozulmasın diye bitkilere bile çok dokunulmamıştı. Kale duvarlarının çatlaklarında açan çeşit çeşit renk renk çiçekler başka bir güzellik veriyordu. Bitkilere eskiden beri meraklı olduğumdan mor renkli güzel bir çiçeğin yanına gittim. Tanıdık bir sima idi bu bence. “Çan Çiçeği…” diye mırıldandım kendi kendime. Yani bir campanula çeşidi. Kalenin içinde daha sonra yaşlı serviler, incirler, ıhlamur ve nar ağaçlarına da rastladık. Hattâ, güneşte keyifle uyuklayan bir karakedi bile gözümüzden kaçmadı. Bir ara yağmur çiselemeye başladı. Büyük bir kaleydi burası. Gez gez bitmiyordu. Hâlbuki zamanımız kısıtlıydı. Daha gezeceğimiz çok yer vardı. Bir akademisyen olarak bu beldelerde bilim adamlarımız tarafından yerinde araştırmalar yapılması ve sonuçlarının kitaplar hâlinde yayınlanması gerektiğini düşünerek biraz üzüldüm doğrusu.
Zamanımızda mücadeleler ilimle, sanatla ve kültürle oluyordu. Batı bunu gayet plânlı ve sessizce uygulamaya devam ediyordu. Biz ise geç kalmıştık.
Mihmandarımız bizi kalenin çeşitli kısımlarına götürerek bazı izahatlar yaparken benim kalenin kuzey ve kuzeydoğusunda yükselen geçilmez dağlar ile çok derin bir vadiye takılmıştı. Kale sırtını geçilmez coğrafyasıyla emniyete almış, diğer kısımlarını ise kuvvetli surlarla tahkim etmişti.
Kalenin içindeki cami, temellerine kadar yıkılmış ve hiçbir iz kalmamıştı. Kale hamamı ise kısmen restore edilmişti. Kalenin bazı kesimlerinde de arkeolojik kazılar yapılıyordu. Bulunan seramik parçaları küçük bir vitrinde sergileniyordu. Kalenin doğu tarafındaki yüksek burçta dalgalanan kırmızı zemin üzerine sarı kartal armalı Karadağ Bayrağı iki de bir gözüme takılıyor ve onu zaman zaman Türk Bayrağı gibi algılıyordum. Daha sonra bu burcun adının Tatarovici Burcu olduğunu öğrendim. Tabiatıyla bunun ilginç hikâyesi hakkında hiçbir bilgimiz yoktu.
Kale içindeki en önemli yapılardan biri de saat kulesi idi. Sapasağlam ayakta duruyor ve uzaklardan görünüyordu. Kalenin batı kesiminde olup dışarıdan gelenlerin gözüne çarpan heybetli bir yapıydı. 30 m civarında bir yüksekliğe sahipti. Binaya iliştirilen bir levhada yapılış tarihi olarak 1752 yazıyordu. Yani Osmanlı idaresi zamanında yapılmış bir eser.
Kaleyi hızla gezmeye devam ederken mihmandarımız bize yer altı tünellerini gösterdi. Bunlar güç durumlarda kaleden çıkış yolları idi. Labirent gibi olan bu tüneller dışarıya açılıyordu. Vaktimiz olmadığından gezemedik. Zaten bazıları da kapalıydı.
Gezimizi bitirip kale kapısından dışarıya çıkınca sağda başka bir cami gözüme çarptı. Burası Karadağlılarca Skanjevica Dzamija adı verilen XVIII. Yüzyılda inşa edilmiş Ahmet Bey Skanjeviç Camii idi. Yakın dönemlere kadar harap vaziyette olan cami restore edilerek 2006 yılında hizmete açılmıştı. Sevimli bir görünüşü vardı. Vakit darlığından gezemedik. Ömerbaşı Camiinin haziresine bakamamıştık. Hemen alelacele oraya da bir göz attık. Türbenin yanı başında Osmanlı döneminden kalma bazı mezar taşları vardı. Bunlardan birinde 1150 tarihini okuduk. Bu milâdî olarak 1737 yıllarına rastgeliyordu.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Bar şehri
Karadağ’ın Adriyatik kıyılarında esas olarak mesleği denizcilik olan insanlar yaşadığı bir yöredir. Osmanlılar bu kıyıları Venediklilerden fethetmişlerdi. Dağ halkı ise, kısmen Venedik’e bağlıydı. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Bar hakkında “İskenderiye Sancağı’nda Voyvodalıktır. Ölgün nahiyelerinden olup naipliktir. Kale dizdarı ve silâhlı gazi yiğitleri vardır. Şahbaz Arnavut yiğitleridir ki, firkateleri ile daima Polye vilayetlerini, Klore kıyılarını, Asi Venedik kalelerini, Karadağ ve Klemente haydutlarını kırup, avlanıp asla boş dönmezler.” demektedir.
Zeytin
Eski Bar gezimiz bitmiş hepimiz otobüsümüze geri dönmüştük. Çeşitli düşünceler içindeydik. Kaleyi gezerken bir ara mihmandarımızın “Bar şehri çevresinde 100 000 ağaç zeytin var” dediğini hatırladım. Karadağ kıyıları Akdeniz ikliminde olmasına rağmen zeytinliklerin pek yaygın olmadığını gördük. Fakat Bar çevresi bir istisna idi. Şehir içinde 2000 yıllık olduğu belirtilen bir zeytin ağacı (Stari Masline) koruma altına alınmıştır. Zeytin daha ilk çağda Doğu Akdeniz’den batıya yayılmıştır. Yaşlı zeytinler bulunmasına rağmen buradaki zeytinciliğin Osmanlı idaresi döneminde yaygınlaştığını söylemek mümkündür. Fakat Karadağ kültüründe bilhassa iç kesimlerde zeytin yağı ve sofralık zeytin pek yaygın değil. Kaleyi dolaşmaya giderken yolun kenarındaki dükkanlardan birinde hediyelik eşyalar gibi küçük şişelerde zeytinyağı (maslinovog ulja) satıldığını görmüştük.
DEVAM EDECEK
YRD. DOÇ. DR. SÜLEYMAN SÖNMEZ
Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi