“Ey gazeteciler! Edibler edepli olmalı; hem de, edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umûmi-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i halise tanzim etmeli. “
50 YILLIK TAVİZSİZ ÇİZGİ YENİ ASYA DİZİ -7- KÜBRA ÖRNEK
[email protected]

***
Gazetelerde neşrettiğim umum hakaikte nihayet derecede musırrım
“Bütün kuvvetimle derim ki: Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla dâvet olunsam, neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim; olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakîkatleri tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakîkat tahavvül etmez; hakîkat haktır. “ (Tarihçe-i Hayat)
Gazeteler iki vazife-i mühimmeyi deruhte etmiştir
“Gazeteler iki vazife-i mühimmeyi deruhte etmiştir. Çünkü, iki rütbeye mazhar olmuş: Birincisi dellâlü’l-mehasinü ve’l-meâyib, ikincisi hatibü’l-umumî veyahut mürebbîü’l-efkâr. Evvelki ünvan iktiza ediyor ki, hâkimiyet-i millet ve hak tefettüşün seyf-i kàtıı olan lisan-ı matbuattaki tesiratı muhafaza etsin. İkinci ünvan iktiza ediyor ki, efkârı terbiye ve talim etsin, sathî etmesin. Hâlbuki, şimdi aksülamel yapıyor. Zira bu kadar kesret ve karma karışıklık bu tesiratı inkısama vermekle kuvvetini kaybetmiş ve efkârı âdeta sathî etmiş ve ehl-i sa’yin vaktini de imate ediyor. Hem de, gazete sahibi, zemin bulmak için fikr-i intikamın maden-i habisi olan şahsiyatı karıştırıyor. Veyahut on para kazanmak için ahlâk-ı İslâmiyeyi esasıyla sarsan istihzaat ve terzilât ve müstehcenat ile ezhan-ı şûrede ahlâk-ı rezilenin tohumunu ekiyorlar. Veyahut devletin en mühim, en nazik ve en hafî noktalarını avamın ezhanına arz ediyorlar ki, bizi bu hâle düşüren malâyanilik ve mâfevkinin vazifesine karışmak gibi seyyiata meydan veriyorlar. Bu gazetelere ya tensikat veya taksimü’l-a’mâl kaidesinin icrası lâzımdır.
Ne Haydar Ağa, ne Haydo
“Ciddî gazetelerin âyinelerinde iki aylık çocuğun ağzına ekmek doldurmakla çarçabuk büyük olmak için öldüren seksen yaşındaki acuzenin suret-i kabîhi içinde görünüyor. Ve mizah gazetelerinin paslı mir’atlarında üçüncü arkadaşın müşairâne vaktinde kafiye-i “sâ”yı bulmak için: “Hanımım benden üç talâkla boştur.” Arkadaşları demişler: “Zavallının günahı nedir?” “Dedi: Kafiye sıkıntısıdır.” Bu paslı, müzahref âyine içinde bunun suretini görüyoruz. Ey gazeteciler! Hedef-i maksadımız olan ittihadı sizin cerbeze ile yaptığınız mugalâtalar ile inhilâl-i anasırı netice vermekte olduğundan, bizim delil-i hayatımız olan mukaddemat-ı ittihadı akim bırakıyorsunuz.
Hâsıl-ı kelâm: Evvel “Haydar Ağa”lık vardı. Şimdi siz de “Haydo” yaptınız. Hâlbuki bize lâzım “Haydar”dır. O elmas kılıca benzeyen lisan-ı matbuata itidal ile saykal vurun; tâ ki ifrat ve tefrit ile pas tutmasın.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2009, s. 187)

Edibler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı
“Gazeteler iki kıyas-ı fasid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar ve efkâr-ı umûmiyeyi perişan ettiler. Ben de, gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki: “Ey gazeteciler! Edibler edepli olmalı; hem de, edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umûmi-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i halise tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyas-ı fasidle, yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek, efkâr-ı umûmiyeyi bataklığa düşürdünüz ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zîra, elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvamın ihtilâfı; mekânların ve aktarın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilâli bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-i hâli düşünmemekten çıkar.” Ben ki ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalâtalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim.” (Tarihçe-i Hayat)
Bazı gazeteleri nâşir-i ağraz görüyorum
“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette laübalicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o “saadet saray-ı medeniyet” tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zîra bu “mim’siz medeniyet”te görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır. Bildiğime göre edibler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağraz görüyorum. Eğer edep böyle ise ve efkâr-ı umûmiye böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim; bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yani Başit başındaki ecram ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.” (Tarihçe-i Hayat)