"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İnsan haklarını “el desin” diye değil hakikaten gerektiği için tatbik etmeliyiz

09 Haziran 2019, Pazar 00:20
Bana kalırsa Avrupa değerlerini Avrupa Birliğine girmeden de almamız lazım ve alabiliriz. Ve bu değerlerin neredeyse tamamı esasen bizim dinimizde ve kültürümüzde de bulunan ortak insanî değerler. Bu sebeple AB süreci önemli ve değerli. Ama insan haklarını ve adaleti “el desin” diye değil hakikaten gerektiği için tatbik etmeliyiz.

Prof. Dr. İlyas Doğan “Adalet ve Liyakat” Semineri - 2

Bana kalırsa Avrupa değerlerini Avrupa Birliğine girmeden de almamız lazım ve alabiliriz. Ve bu değerlerin neredeyse tamamı esasen bizim dinimizde ve kültürümüzde de bulunan ortak insanî değerler. Bu sebeple AB süreci önemli ve değerli. Ama insan haklarını ve adaleti “el desin” diye değil hakikaten gerektiği için tatbik etmeliyiz.

Moderatör: Yani AB bizden korkmaya devam mı ediyor? 

Prof. Dr. Doğan: Evet, AB’ye neden giremediğimiz husûsunda diğer bir faktör de bu korku meselesi. Ama bu askerî anlamda bir işgalden çok yoğun göçün neden olabileceği sonuçların yol açacağı olumsuzluklar anlamında bir korkudur. 

Avrupalılar bizim gibi değil tarihteki olayları unutmuyorlar. Ama bu olaylara da gömülüp kalmıyorlar. Tarihî geleceği inşa etmek için bir bilgi kaynağı olarak görüyorlar. Avrupa kültürü için bir zirve olan Roma İmparatorluğu’nun kavimler göçü sonrası yıkıldığını hatırlarsak göçün bugün için anlamı da ortaya çıkar. Her ne kadar günümüz Türkiyesinde birkaç milyon göçmenin ne anlama geldiği üzerinde çok düşünmesek de.

Avrupa toplumları gerçekten bize karşı tarihten beslenen bazı korkular ve önyargıların etkisindedir. Bu giderilebilir mi tam bir cevabım yok. 

Buna ışık tutacak diğer bir hatıramı da aktarmak isterim. On on beş sene önce bir seyahatimde çocuklarımla birlikte Viyana’da bir kafede oturduk ve ben onlara atalarımız olan Türklerin buralara fetih için geliş hikâyesini biraz da heyecanla anlatıyordum. İstiyorum ki çocuklarım bizim kültürümüzü, tarihimizi öğrensinler. Komşu masada oturan bir Alman bize yaklaştı ve “Türk’sünüz değil mi?” dedikten sonra “Ben buralarda bu hikâyeleri çocuklarına anlatan çok Türk gördüm, siz bu fetih hikâyeleriyle ve ele geçirme yaklaşımından beslenen kafayla, değil AB’ye üyelik, kapısının önünden bile zor geçersiniz” dedi. 

AB İLE ORTAK OLMAK

Buradan da anlıyoruz ki biz AB kapılarına “Avrupa, Avrupa, duy sesimizi” diyerek ve güç gösterisi için gideceksek Avrupa bize bütün kapılarını kapatır. Ama ortak olmaya, medeniyetin güzelliklerini birlikte paylaşmaya gideceksek kapısını da aklını ve kalbini de açabilir. 

Bana kalırsa Avrupa değerlerini Avrupa Birliği’ne girmeden de almamız lâzım ve alabiliriz. Ve bu değerlerin neredeyse tümü esasen bizim dinimizde ve kültürümüzde de bulunan ortak insanî değerler. Ama bunları madem biz kendi içimizden gelerek istemeyi ve elde etmeyi başaramıyoruz, bize bir dış etken de lâzım demektir. Bu sebeple AB süreci önemli ve değerli. Ama insan haklarını ve adaleti “el desin” diye değil hakikaten gerektiği için tatbik etmeliyiz. 

Bir kısım Avrupalı da zaten “dünya birbirini yesin de biz de silâh satalım” diye bakıyor. O grubu da zaten ayırmak lâzım ve bu bakış açısına karşı da uyanık olmak lâzım. 

İSLÂM’DA MUHALEFET NE DEMEK?

Moderatör: Bediüzzaman Hazretleri mahkeme müdafaalarından birinde mealen şöyle bir tesbit yapıyor: Siz beni muhalif diyerek cezalandırmaya kalkıyorsunuz. Ben sizin muhalifiniz filan değilim. Ben siyasî bir faaliyet yapmıyorum, iman-Kur’ân hizmeti yapıyorum. Ama varsayalım ki sizin dediğiniz doğru olsun, bu da bir suç değildir ve olamaz çünkü “muhalefet suç olmaz”. Hatta “muhalefet meşrû ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur” diyor yani “iktidar her ülkede var, muhalefet sadece demokrasilerde var ve muhalefet iktidarın meşrûiyetinin de sigortasıdır, devletin adalet terazisi muhalefet kefesi olmadan çalışmaz” diyor. Hatta daha da önemlisi “muhalefet samimî bir hizmet aracıdır” da diyor. Bu bilgiler ışığında soracak olursak İslâm’da muhalefet ne anlama gelir? Muhalefetin kurumsallaşması hususunda tarihe ve bu güne bakacak olursak neler söyleyebilirsiniz?

Prof. Dr. Doğan: Mustafa Akyol “Özgürlüğün İslâmî Yolu” isimli kitabında bin ikiyüzlü yıllarda İslâm toplumunda ulemanın şunu söyleyebildiğini yazıyor: Eğer halife ya da padişah, şeriata yani İslâm hukukuna uygun davranmıyorsa vatandaşların ona itiraz etme hakkı vardır. Bunu Batı dünyası ancak on sekizinci yüzyılda söyleyebilmiş. 

Yani geleneğimizde ulül emre itaat tamam, ama yönetici de mevcut hukuk düzeninin kurallarının içinde kalacak, keyfi hareket etmeyecek ki vatandaşın ona uyması gereksin. 

Aslında burada hukuk devletinin temel ilkelerinden bahsedilmiş oluyor. Tarihimizde maalesef güçlü hükümdarların ortaya çıkmasıyla beraber yöneticiye ve devlete itiraz hakkı da ortadan kalkmaya başlamış. Bazı yöneticiler muhalefete hoş bakmış ,ama çoğunluğu maalesef muhalefetten hoşlanmamış. Bu belki de iktidarın da tabiatında olan bir şey. 

Ama İslâm düşüncesinde şu yok: “Hükümdar ne yaparsa yapsın onun her yaptığı meşrûdur” diyebilecek bir Müslüman olamaz. Zira Kur’ân’da hükümdarın canının çektiği gibi asıp kesmesine cevaz veren ve meşrûlaştıran hiçbir hüküm yoktur ve olamaz. Zira Allah mutlak adildir. Zulme izin vermez ve zulme razı olmaz. 

İslâm dünyasında zamanla oluşan biraz önce yakındığımız keyfi davranışlar, bu sakat anlayışlar dinden ve dinin özünden değil, “maslahat böyle gerektiriyor” denilerek topluma susması öğütlenmiş, bundan kaynaklanıyor. 

İtirazla, isyanın arasına net bir çizgi çekilememiş 

Moderatör: Topluma bu pasif duruş hangi sebeple telkin edilmiş olabilir? 

Prof. Dr. Doğan: Birçok sebebi var, ama bence en önemlisi, yönetim zafiyeti riskidir. Hükümdara itiraz her zaman için masum insanların hayatını riske sokan, isyana varan ve kaoslara yol açabilen bir tutum olarak görülmüş, böyle bir risk taşımış. İtirazla isyanın arasına net bir çizgi çekilememiş. Devletsiz daha doğrusu kamu düzeninin bozulmasının getireceği risklerden duyulan endişeler, devlete kayıtsız şartsız tabi olma ve itaat mecburiyetini beraberinde getirmiş. 

İslâm coğrafyasının temel meselelerinden biri olan sahte peygamberler meselesi de esasen bununla ilgili. Taraftar oluşturan, taraftar bulan insanlar toplumsal risklere de sebep olmuşlar. Bir türlü denge sağlanamamış, ifrat ile tefrit arasında gidip gelinmiş diyebiliriz. Batı dünyası itirazla, isyan arasındaki bu çizgiyi barış diline dayalı muhalefeti kurumsallaştırmak suretiyle netleştirmiş ve kan dökülmesini engellemiş. Hangi hallerde itirazın isyana dönebileceği de belli. 

Demokrasinin vatanı İngiltere’yi düşünelim. Kendi kralını üç defa asmış bir ülke. En son 1688’de yöneticiler diyor ki “artık tamam, bizim yetkimiz neyse ona göre davranacağız” ve zamanla gelenekler oluşuyor. Kimse de yazılı bir kural yok diye gelenekleri dolanmayı düşünmüyor.

Düşünün 1700’lerden bu yana krallar parlamentonun kabul ettiği hiçbir kanunu geri çevirmemiş, veto etmemiş. Böyle bir yazılı kural yok, ama örf oluşmuş ve her yeni gelen kral da o töreye uymuş. Sürprizlere yer verilmeyen bir siyasî yapı kurulmuş. 

Bizde bu çizgi bir türlü netleştirilememiş. Halen de sıkıntılarımız sürüyor. 

1982 Anayasasını yazan ekibin başındaki Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı doktora dersinde anlatmıştı. İngiliz Lordlar kamarası başkanı Ankara’yı ziyaret ediyor. Aldıkaçtı da Anayasa bilgisini konuşturmak adına “sizin anayasal sisteminizde önemli bir açık var, Kral parlamentoyu tatile gönderebiliyor, ama parlamentonun ne zaman geri çağırılacağı belli değil” diyor. 

Lordlar Kamarası başkanı da cevaben “bu nasıl aklınıza geldi, biz hiç düşünmemiştik” diyor. Bu cevap normal zira Kralın parlamentoyu kapatıp seçimleri yenilememesinin üzerinden üç yüz yıl geçmiş. Böyle bir ihtimal pratik hayatın gündemi olmaktan çıkmış. Tarihte ve mazide kalmış. En geç altmış gün içinde seçimlerin yenileneceği kuralı yerleşmiş. Kimse aksini düşünmüyor. 

BİR BAŞKANA BU KADAR YETKİ VERİRSENİZ...

Meselâ ben başkanlık referandumu öncesinde “Dört Kıt’ada Başkanlık Sistemi” diye bir kitap yayınlamıştım. Orada da yazmıştım. Bir başkana bu kadar yetki verirseniz bir süre sonra o kendisini Anayasanın geri kalan hükümlerine de uymak zorunda hissetmeyecektir. Şu anda olan o aslında. 

Şimdi meselâ İstanbul Belediye başkanı adayı olan Meclis Başkanı, MHP Genel Başkanı’nın yorumuna bağlı kalıp istifa etmeden adaylığını sürdürmeye yönelecekti, ama kamuoyu baskısı istifaya zorladı ve etti. Ama düşünün, Meclis Başkanı “burada bir hukukî sorun yok” filan diyebiliyor. Bu aslında Anayasanın ihlâlidir ve suçtur. Ama bunun suç olduğunu söyleyebilmek için bir ülkede yargı mekanizmasının işliyor olduğunu söyleyebilmek lâzım. Onun ne halde olduğunu da hepimiz biliyoruz. Vatandaşların devlete gönüllü sadâkat göstermesinin ve adalete güvenmesinin zor olduğu bir dönemden geçiyoruz. 

Batılılar bir hata yapmışlarsa o hatayı tekrar etmemek için çok dikkat ederler. Hatalarından ders almışlar. Meselâ Almanya’da bir Hitler dönemi olmuş, ama bütün Almanya yöneticileri aynı hataya düşmemek için çok dikkatli davranıyor ve muhalefet de bunun denetçisi oluyor. 

MUHALEFETİN KURUMSALLAŞMASI

Aslında muhalefet benim kanaatime göre münafıklığın önlenmesidir. Sizin devlet olarak yönetiminizle ilgili görüşler açıkça ifade edilebiliyorsa ve hatalarınızı düzeltmeniz için bir imkân sunuluyorsa hata yapmazsınız ya da daha az hata yaparsınız. 

Bakınız, son iki yüzyıldaki savaşların galipleri hep demokratik ülkelerdir. Bilhassa Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda durum aslında böyledir. Bu da gösteriyor ki demokrasi kültürü ve demokratik toplum yapısının gerekleri insana da topluma da kazandırıyor. Sebebi belli. Demokratik ülkelerde ortak karar mekanizmaları “kırk düşün bir karar ver” esasına dayalı. 

Bizde ise bir karar alınır ve sonra da kırk defa yanlış düzeltilmeye çalışılır veya yanlış karara gerekçe üretilmeye çalışılır. Oysa önemli olan kararı isabetli verebilmektir.  

Moderatör: Muhalefetin kurumsallaşması yanında bir ahlâka ve bir kültüre dönüşmesi açısından üniversitelerin yeri nedir ve ne olmalıdır? 

Prof. Dr. Doğan: Üniversitelerimiz ne yazık ki eskiden beri liyakate göre biçimlenmiş değil. Oysa gelişmiş ülkelerde bilhassa üniversite yöneticilerinin liyakatine çok önem verilir. Bizde ise hocalar için bile gösteriş önemlidir. Elbette gösteriş merakı ile bilim bir arada olmuyor.

Meselâ Osmanlıda padişah tahttan indirilecekse mutlaka medrese hocalarının desteği alınmıştır. Toplumun kendisi bir denge unsuru olmayınca ilmiye sınıfı yöneticiye karşı bu denetim ve dengeyi sağlamıştır. Siyasetçiler de bunun farkında olmuştur. 

Bu yüzden iktidar sahipleri üniversitenin bir nevi “palazlanmasına” karşı hep dikkatli olmuşlardır. Bu da ortaya yetersiz kurumları çıkarmıştır.

HESAP VERMEK

Sadece üniversitede değil her alanda yöneticilerin sorumsuzluğu değil hesap vermeleri esas olmalıdır. Ama maalesef Türkiye’de ağırlığı farklı da olsa bütün iktidarlar üniversiteleri kontrol altında tutmaya çalışmışlardır. Liyakati geriye atıp kayırmacılık esasıyla ya da sadâkat esasıyla kadrolaşmaya gitmişlerdir. Bunun acısı ileride çıkacaktır. 

Meselâ Kemal Gürüz halkın muhafazakâr kesiminin neredeyse düşman olarak gördüğü bir YÖK başkanıydı. Evet 28 Şubat döneminde çok yanlış ve ideolojik işlere de imza atmıştır. Ama bir husustaki başarısını tescil etmemiz lâzım. Akademik kadroya eleman alımı işinde mutlaka ALES sınavı gibi objektif kriterlere uyulması gereğini yerleştirmeyi de başarmıştır. 

ÖYP sistemi ile, başarılı mezunların, hiçbir kayırma ve referans aramadan asistan olabilmesinin yolunu açmıştır. 

Ben bir hoca olarak bu yolla asistan olarak göreve gelen bir genci karşımda gördüğümde işim kolay. Zira yanlış yaparsa ikaz ederim ve hatta disiplin cezası teklif ederim ve kimse bana hatır için gelip “bunu affet” demez. Ama kişisel tavassutla akademiye kabul ettiğiniz birine böyle profesyonel davranamazsınız. Böylece yanlış yanlışı beslemeye başlar.

Üniversite için dediklerimiz devletin diğer kurumları için de geçerli. Bu iş de iktidarın kendisine itiraz edenlere tahammül kabiliyetine bağlı. Devlet kurumlarının birinin hatasını diğerinin düzeltmesine fırsat verdiği hallerde kurumlar ciddî ve sürekli hata yapamaz. 

Ama kanaatimce devletin bugün geldiği noktada bütün kurumları kanunların kendilerine verdiği görevleri yapamaz duruma gelmiştir. Yönetilemeyen bir ülke ile karşı karşıyayız. Kimse bunu açık açık yazıp söyleyemiyor. Ben bazen yazıyorum, ama ben bile neredeyse vebalı muamelesi görenlerden biriyim. 

Akademisyenler için bu bir mazeret değil ve olmamalı. Biz söylemezsek kim söyleyecek? Manav, bakkal mı söyleyecek? Topluma karşı görevlerimiz var. Cesur ve dürüst olmamız lâzım.

-DEVAM EDECEK-

Okunma Sayısı: 1502
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı