“Demokrasi terbiyesinin ahlakÎ formülü şudur: İyiliği ve adaleti sevecek, kötülükten ve zulümden nefret edeceksin. Yalnız nefret edip durmayacaksın, hem de onunla mücadele edeceksin. Kötülük ve zulüm yapanlardan yüz çevirip onlara selÂm vermemek ve merhaba dememek suretiyle mücadele edeceksin. Bahtiyar o memlekettir ki, vatandaşları bu terbiye ile bezenmiştir.”
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in “DEMOKRASİ YOLUNDA” isimli kitabından satır başları -1
HAZIRLAYAN: ARAŞTIRMA MERKEZİ
***
Ülkemizin yetiştirdiği çok değerli hukukçu, düşünür rahmetli Ali Fuat BAŞGİL’in 1944 ile 1959 yılları arasındaki makale ve konferanslarından derlediği “Demokrasi Yolunda” kitabından bazı bölümleri okuyucularımız için iktibas ediyoruz. İktibaslar, Yağmur Yayınevi tarafından 2014 yılında 3. baskısı yapılan nüshasından alınmıştır. Cümleler orijinal haliyle iktibas edilmiştir...

“Demokrasi terbiyesinin ahlaki formülü şudur: İyiliği ve adaleti sevecek, kötülükten ve zulümden nefret edeceksin. Yalnız nefret edip durmayacaksın, hem de onunla mücadele edeceksin. Muktedir isen; elin, kolunla; değilsen sözlerin ve yazılarınla; buna da muktedir değilsen kötülük ve zulüm yapanlardan yüz çevirip onlara selâm vermemek ve merhaba dememek suretiyle mücadele edeceksin. Bahtiyar o memlekettir ki, vatandaşları bu terbiye ile bezenmiştir. (s.10)
MÜSTEBİT HÜKÜMETİN TANIMI
Diktatörlük şeklindeki oligarşilerin şefi olan diktatör, tıpkı mutlak ve müstebit bir hükümdar gibi, daima muayyen bir azlığın mümessilidir (temsicisi). Bu azlık memleketlere ve tarihî vukuata göre, kâh servet ve sermaye kuvvetine dayanan bir zenginler sınıfıdır; kâh politikacı ve bürokratlardan mürekkep eli silâhlı bir taassub ve menfaat zümresidir.
Hükümdarlıklar da her yerde ve her devirde aynı gidişte olmamıştır. Bilâkis, bunlar memleketlerin içtimaî iklimine ve müşterek psikolojisine göre, bazen mutlak ve müstebit, bazen de meşrûti ve demokratik bir şekil ve gidiş almıştır.
Umumiyetle hükümdarlıklarda, hükümdar kendisini, işlerinde ve kararlarında, önceden konulmuş ve ilân edilmiş hakkaniyet kaidelerine, yani kanunlara bağlı görmeyerek, keyfiyetine göre hareket ederse; bu türlü hükümdarlıklara, keyfiliğin derecesine göre, mutlak, müstebit, zalim hükümet denir. Kanunlara bağlı kalan şekline de meşrûti hükümet adı verilir. Bu günün bazı garp (batı) ve şimal (kuzey) memleketlerindeki meşrûtiyetler, eski oligarşilerin tekâmül ederek demokrasiye istihale (başkaldırmak, asıl şeklini başka hale değiştirmesi) etmiş şeklidir. Oligarşilerin dejenere (bozulmuş) şekline gelince, bu da çeşit çeşit olur ve türlü türlü adlar alır, fakat son ifadesini diktatörlükte bulur. Diktatörlükler üzerinde biraz duralım. Demokrasiyi anlatmak ve aydınlatmak için bu faydalıdır. Aydınlığın kadrini bilmek için, karanlığı görmüş olmak lâzımdır. (s. 27)
MÜSTEBİT BİR HÜKÜMDARLA DİKTATÖR FARKI
Mutlak ve müstebit bir hükümdarla bir diktatör arasındaki fark; birinin maruf (bilinen, meşhur) bir hanedana mensup olması, diğerinin ise hiçliğine ve küstahlığına güvenmesidir. Birinin kuvvetini ve nüfuzunu üniformadan ve etiketten alması diğerinin ise varlığının hikmetini zorbalığında bulmasıdır. Nihayet ikisi arasında şu fark vardır ki, mutlak ve müstebit hükümdar doğru veya yanlış, bir veraset hakkına dayandığı halde, diktatör bir ihtilâl ile ve büyük bir kargaşalığın bastırıcısı sıfatı ile iş başına gelir. Fakat bu sayede bir defa camianın minnetini kazandıktan sonra, diktatörlerin ekserisi koyunu kurttan kurtaran kasap vaziyetine geçer ve kurtardığı koyunu kendisi boğazlar…
Tarihte görülen bütün diktatörler daima bir asayiş müjdecisi ve bir kurtuluş kahramanı olarak yükselmiş ve bu rol onlara hükümet mevkiine gelişlerinde, bir meşrûiyet basamağı hizmeti görmüştür. (s. 28)
ESKİ HÜKÜMDARLARIN VE DİKTATÖRLERİN NİNNİCİLERİ
Görülüyor ki, mutlak hükümdarlıklarla diktatörlükler arasında esaslı bir fark yoktur. Birer dar sınıf veya zümre görüşüne ve menfaatine dayanan ve bu iki rejimin ikisinin de hükümet prensibi ve usûlü birdir. Ve yerine ve zamanına göre, efkârı (fikirleri) kâh avutup uyutmak, kâh parçalamak, kâh korkutup yıldırmaktır. Bir kere iki rejimin hükümet prensibi avutmak ve uyutmaktır. Bunun yalnız şekli ve vasıtası değişir. Eski hükümdarların avutup uyutma ninnicileri, maalesef ekseriya, zayıf imanlı ve riyacı din adamları olmuştur. Modern diktatörlerinki ise resmî matbuat, binbir çeşit reklam, neşriyat, zayıf karakterli sözde münevverler ve müziç bir radyo propagandasıdır. Her iki rejimin hükümet ve idare usûlü de birdir ve bu usûl, kolayca hükmetmek için, parçalamaktır. Efkârı ve kanaatleri parçalamak, menfaatler arasına kundak koyup içtimaî tezat yangınları çıkarmak, sınıfları ve insanları birbirine düşürüp birbirinin düşmanı ve casusu yapmak, hülâsa fikir kanaat ve menfaat birleşmesine asla meydan vermemektir. Bu rejimlerin en korktuğu şey, fikir, görüş ve menfaatlerin birleşmesidir.
Onun içindir ki, her iki rejimin ninnicilerinin başta gelen işi, hükümdarı veya diktatörü mabutlaştırmak ve onu kâh mitolojik bir kahraman yapmak ve bu suretle efkâr ve kanaatlere hâkim bir mertebeye yükseltmektir. Bir defa bu mertebeye yükselince, artık oligarşi şefinin her sözü ve fikri, fikir ve sözlerin şahı ve ona uymayan her fikir ve söz de hainlik ve casusluk olur. (s. 29)
Esasen hükümetleri en iyisi, muayyen bir devirde, muayyen bir memleket halkının oluşuna ve ihtiyacına en uygun olanıdır. Nitekim kanunların en iyisi de böyledir.
Günün ve tarihin realiteleri gösteriyor ki, bütün oligarşik rejimler esaslarda birleşmekte, hatta devamlarının imkânını bile aynı bir prensipte bulmaktadır. Bu prensip, insanların ahlâk ve âdetlerini ifsat etmek suretiyle oligarşi saltanatını devam ettirmektedir. Rejimlerin öteden beri başvurdukları çare, kâh yalanla, kâh etrafa korku ve dehşet salmakla ve insanları en çok sevdiği şeylerden mahrum bırakmakla tehdit etmektir. (s. 30)
OLİGARŞİLERİN DAYANDIĞI MANTIK
Oligarşilerin öteden beri memleket idaresi hakkında ileri sürdükleri bir felsefe vardır. Özünü Eflatun’un “Bilgiler Cumhuriyeti” idealinden alan bu felsefenin hülâsası şudur:
“Hükümet ve idare her şeyden evvel bilgi, ehliyet ve ihtisas işidir. Halk ise bu ehliyet ve bilgiden mahrum, bayağı ihtiraslarına düşkün, sefil bir kitledir ve idare edilmeye muhtaçtır. Binaenaleyh, bir memlekette hükümet ve idare, o memleket bilginlerinin ve ehliyetlilerinin tabiî bir hakkıdır. Memleket idaresinde halkın reyini sormak, sefalet ve cehalette bir Nur aramak ve sözü ayağa düşürmektir. Seçkinler bir milletin önderleri ve meşalecileridir. Halka düşen, iktidar sahibi seçkinlerin ardı sıra yürümek ve emirlerine baş eğmektir.”
İtiraf edelim ki, bu mantığın doğru tarafları vardır ve hakikaten hükümet ve idare işi, her şeyden evvel bir seçkinlik, bir ehliyet ve ihtisas işidir. Bunda şüphe yoktur.
Yalnız mesele şuradadır ki, bir memlekette halkın sarih ve müsbet reyini almaksızın, herhangi bir şekilde hükümet ve idareyi ele geçirmiş olanlar, acaba o memleketin hakikaten seçkin bilginleri ve ehliyetlileri midir? Böyle ise, bunun delili nedir? Kendi rivayetleri midir? İş başındakilerin ehliyet ve dirayeti, eğer kendilerinden rivayet ise yandı millet! Zira, vaktiyle Roma’yı ateşe verip kızıl alevlerini seyriyle mest olan Neron bile kendini Roma’nın en ileride bilgini ve en ince artisti ilân eder ve vücudunu Roma için rahmet sanırdı. İş başındakilerin ehliyetinin delili, yoksa, yaptıkları işler midir? Eğer delil bu ise, eyvah ki yine yandı millet! Zira hükümet işlerinin ve icraatının iyi veya kötü neticeleri ortaya çıkıp gözlere batmak ve sefalet doğurmak için çok kerre uzun zaman ister. Bu işler yanlış bir doktor reçetesinin veya bir meydan muharebesindeki yanlış bir tabiyenin neticesi gibi, derhal meydana çıkmaz. Maalesef çıkmadığı içindir ki, herkes kendini iyi bir idareci sanır… Bunun içindir ki hükümet ve idareler hakkında en doğru ve amansız hükmü tarih verir. (s. 32)
(...) Oligarşilerin oluşturduğu muhit içinde ehliyetliler yetişip, yaşayamaz. İktisatta para nizamı bozulunca, nasıl geçer akçenin yerini çürük paralar alırsa, siyasî hayatta da kıymet nizamı bozulunca, hakikî ehliyetlilerin yerini kalp (tembel, beceriksiz, işe yaramaz) insan istilâ eder.
Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin dediği gibi: “Kargaların istilâ ettiği gülistanda, bülbüller siner ve yuvalarına çekilip susarlar.” Bu rejimler, ehliyetlileri görüp iş başına getirmeye muktedirde değildir. Çünkü, hem kör hem de kıskançtırlar. Bunlar kördür, ehliyetlileri göremezler, çünkü hürriyet düşmanıdırlar. Ehliyetliler ise ancak ve ancak hürriyet ruhunun aydınlığı altında görülüp seçilebilir. Bunlar ehliyetlilerin işbaşına gelmelerine tahammül de edemezler. Çünkü memleketin seçkin ehliyetlilerinin iş başına gelmeleri demek, oligarşi saltanatının yıkılması demektir. (s. 33)
DEVAM EDECEK