1908’de Selanik’te Fransızca yayınlanan bir gazetenin Bediüzzaman ile yaptığı röportaj
Şeyh Said (Nursî), son derece enteresan bir adam; tanınması gereken, çok merak uyandırıcı ve hayal gücü son derece dinamik bir kişilik. Dünya görüşleri oldukça orijinal, felsefî sistemi ise harikuladedir. Bu fevkalâde adam hakkında birkaç kelâm etmek istedik; zira yakında yalnızca Türkiye değil, belki Batı da onunla ilgilenecektir.
Editör notu: Belgelerdeki "şeyh" ifadesi muhtemelen "muhterem ve nüfuzlu bir İslâmî şahsiyet" anlamında olup yazarın izlenimidir. Şeyhlikle ya da Şeyh Said ile ilgisi bulunmuyor. Nursî'nin de belgede böyle bir beyanı yok.
–Dünden devam–
Max Yvel: SAİD (NURSÎ) DERİN BİR BİLGE
Olympos Palace’da, tuhaf giyimli bir adam belirdi; yarı kıvırcık, oldukça gür saçları bir külahın içine hapsedilmiş, etrafına sarık yerine bir mendil dolanmıştı. Bu o, bizim Kürt, Şeyh Said (Nursî); derin bir bilge, olağanüstü bir filozof.

Şeyh Said otuz yaşında, ancak yaşça büyükler ve en bilginlerin bile gerisinde kalmayacak bir olgunluğa sahip. Genç yaşına rağmen, hayatın bütün renklerini görmüş. Onun yolculuğu, Homeros’un yolculuğunu gölgede bırakmasa da, oldukça dokunaklıdır. İstanbul’u görmek istemişti; orada hapse düştü, delilikle suçlandı — iyi ki öyle oldu, çünkü bilgeliği fark edilseydi, belki de ortadan kaldırılırdı.
Şeyh Said, son derece enteresan bir adam; tanınması gereken, çok merak uyandırıcı ve muhayyilesi kuvvetli, son derece dinamik bir kişilik. Dünya görüşleri oldukça orijinal, felsefi sistemi ise harikuladedir.
Şeyh Said üzerine bir çalışma yapacağız. Bugünden itibaren, bu fevkalâde adam hakkında birkaç kelâm etmek istedik; zira yakında yalnızca tüm Türkiye değil, belki Batı da onunla ilgilenecektir.
Şeyh Said (Nursî)
Bu olağanüstü adamın hayatı, âdeta bir efsaneyi andırır. Eğer bizatihi pek çok olayı gözlemlememiş olsaydık, şayet Şeyh’in kendisi bunca şeye delil olarak karşımızda durmuyor olsaydı, bunca harikulade şeye inanmak bizim için son derece güç olurdu.
Henüz çok gençken, Şeyh Said bir rüya — güzel bir rüya — gördü. Tarihteki tüm evliyaları, peygamberleri gördü; ve (Hz.) Muhammed’le sohbet etti. Çocuk uyanınca, gördüğü rüya üzerine düşündü ve bunda kendisi için bir işaret bulunduğunu kendi kendine söyledi. Zira rüyasında beliren kişiliklerin tamamı seçkinler zümresindendi; bu da ona, onların zuhurunu hakkıyla anlayabilmek ve onların yoluna fiilen yaklaşabilmek için kendisini ilimle donatması gerektiğini gösteriyordu.

Ertesi günden itibaren çocuk, ailesine öyle ısrarla yaklaştı ki, nihayetinde onu okula göndermek zorunda kaldılar. Said, devam ettiği tüm medreselerde hem arkadaşlarını, hem de hocalarını hayrete düşürmekteydi.
On sekiz yaşına geldiğinde, Bitlis vilayetinden başlayarak Kürdistan dağlarını dolaşmaya başladı. On iki yıl boyunca Şeyh Said, sarp sıradağları hiç terk etmedi. Oradan din ile eğitimi vaaz etti; çünkü ona göre-bu ikisi- birbirini dışlamaz, üstelik birbirini tamamlar ve birbiriyle ahenk sağlar. (Buradaki eğitim kavramı pozitif ilimleri kapsayan modern eğitimdir)
Şeyh Said’in etrafında topladığı ve onu tılsımlı bir kişi gibi gören taraftarlarının sayısı binlerle ifade ediliyordu. Şeyh’in tek bir işareti, on, yirmi kişiyi harekete geçirmeye yeterdi.

SAİD (NURSÎ): KANUN-U ESASÎDEN YANAYIM
—Kanun-u Esasî hakkında ne düşünüyorsunuz, diye sorduk Şeyh Said’e.
—Bu gayet iyi bir şeydir, beyefendi. Tam/eksiksiz Kanun-u Esasî’den yanayım. Bu bağlamdaki derslerimi cidden duymayı/almayı talep eden kalabalıklara konuşabilmekten bahtiyar oldum. (Burada muhtemelen kastedilen Selanik Meydanındaki Hürriye’te Hitap nutkudur)
—Ama sizin (kitleye verdiğiniz) tamamen dinîydi.
—Eee, yani?
Anayasal prensip ile dinî anlayış arasında bir çelişki yok mu?
—Kesinlikle hayır. Ne emrediyor Kur’ân? Doğrudan semavî dinlerle saygılı münasebet kurmayı . Kanun-u Esasî ise, mensuplarının hangi dine bağlı olduklarına bakmaksızın, herkesin eşitliğini teminat altına almaktadır. Böylece, burada dine hiçbir şekilde aykırılık söz konusu değildir. Zira biz inançlara hürmetkarız; dolayısıyla, dinî temelli bu anayasal ilkeyi de benimsemek durumundayız. Aksi takdirde, iyi bir Müslüman olmaktan uzak düşeriz, herkes bilir ki bizler hakikî iman sahipleriyiz.

—Bu durumda Kanun-u Esasîyi kabul ediyorsunuz?
—Dinimiz bize onu tavsiye ediyor, o halde iyidir.
—Sultan hakkında ne düşünüyorsunuz?
—Onun (hükümdarların en iyilerinden olduğunu) belki de en iyisi olabileceğini düşünüyorum.
—Bu şekilde konuşmanızın sebebi onun halifelik sıfatı mı?
—Hayır, tam tersine. Bu eleştirilebilecek tek şeydir. Halife olmak, belki denilebilir ki vahye/Allah’a muhatap olmayı ve Allah’la yakınlığı sekteye uğratmaktır. (Ya şahsî hilafet ünvanı olmamalı, ya da mukaddesata bariyer olmamalıdır.)
Bu “halife” unvanı bana lâzım değil.

—O halde siz bir tür ulusal demokratizasyondan mı yanasınız?
—Kesinlikle. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için. Bizi sıkı sıkıya birleştirecek ve güçlü kılacak olan budur: maddî birlik, fikirde ortaklık, düşüncede bütünlük.
—Hiç padişahla temasınız oldu mu?
—Hayır, olmadı. Onun yüksek kabiliyetlere sahip biri olduğu yönündeki şöhreti Kürdistan’a kadar ulaşmıştı. İşte bizi asıl şaşırtan da buydu. Diyorduk ki: Nasıl olur da böylesine meziyet sahibi biri, kendi tebaasına karşı bu kadar kötü niyetli olabilir? Kanun-u Esasî sayesinde anladık ki problem çevresindeymiş. Zarar verici adamlar ortadan kalkınca, Sultan ve halk birbirini daha iyi tanıyacak ve sevecektir. Sultan, Kanun-u Esasî’yi ilan ederken, bundan her bakımdan ilk faydalanacak kişinin kendisi olduğunu mutlaka kavramıştır. Biz de onu daha çok seveceğiz.
—Peki, ya Osmanlı Komitesi?
—Yaptığı iş gerçekten büyük. Faydalı bir iş ortaya koymak için birçok meziyete sahip olmak gerekir. Dolayısıyla, bu Komite’yi oluşturan ve böylesine büyük bir başarıya imza atan kişiler, başkalarından daha yetkin kimselerdir. Bu Komite —diyorum size— büyük bir iş başarmıştır. Ama bu yalnızca bir başlangıçtır. Yapılacak daha çok şey var. Bir işi sürdürebilmenin en iyi yolu, ona gözleri kapalı – yani tüm benliğiyle – kendini adamaktır. Komite, Kanun-u Esasî’nin ilanı için nasıl gölgede çalıştıysa, bundan sonrasında da aynı şekilde perde arkasında çalışmalıdır. Geri planda kalmanın iki yararı vardır: Hem daha çok iş yapılır, hem de kişisel görüşlere ya da ne kadar meşru olursa olsun şahsî hırslara alan açılmaz. Üstelik bu, Komite’nin prestijini artırır. Böyle güçlü bir yapı görünmezliğini korudukça, halkın gözünde daha da büyür. Çünkü halk, ilerlemeyi görür ama bunun arkasında kimlerin olduğunu bilmediği zaman, onları olduğundan daha büyük ve güçlü hayal eder. Görünmezlik, başlı başına bir cazibedir.

ŞARK, ENTELEKTÜEL GELİŞMEYE AÇIK BİR COĞRAFYA
—Bize biraz da Kürdistan’dan bahseder misiniz?
—Kürdistan, ilerlemeye açık bir memlekettir, beyefendi; entelektüel gelişim için çok elverişli bir coğrafyadır. Benim amacım, Kürdistan genelinde eğitimin yaygınlaştırılması için sürekli çalışmaktır. Orası vahşi bir bölge değildir; aksine, yeşillikler içinde gülümseyen, sular bakımından zengin, dinlendirici vadilere, ormanlık zirvelere ve kuş cıvıltılarının su şırıltılarıyla karıştığı geçitlere sahip bir yerdir. Ben, çevrenin insan üzerindeki etkisini savunan biriyim. Böylesine pastoral bir ortamda, sistematik olarak geri kalmış düşünceler filizlenemez. Benim hemşehrilerim, entellektüel gelişime son derece yatkındır. Asıl mesele, bir eğitimci sınıfı oluşturabilmektir. Bilgiyi yaymakla görevlendirilen öğrenciler sayesinde, geçmişte cehaletiyle anılan Kürdistan, gelecekte bilimiyle, medeniyete katkısıyla ve ortak vatana hizmetleriyle tanınacaktır.
Şeyh Said (Nursî) böyle konuştu — söyledikleri altın değerindeydi. /Max Yvel
***
Muhyiddin Zınar’ın notu: Belgeye ulaşmamı sağlayan Edhem Eli Shekho’ya, çeviri sürecine katkılarından dolayı Sevda Orak Reşitoğlu ve Aurelie Magniez’e teşekkür ederim.
Yayına Hazırlayan: İ. Seyda Durgun
Tercüme Kontrol: Esra Kuşe
—SON—